Âşık Remzâni |
Musahiplik
İsmail KAYGUSUZ Yeni
Bilgiler, Tanımlama ve Yorum Ekleriyle İnançsal veToplumsal “Yol Kardeşliği”
1.Musahipliğin Tanımı Arapçadan
dilimize geçmiş olan “musahip” sözcüğü, sözlük anlamıyla “sohbetleşen,
söyleşen, sohbet arkadaşı” demektir. Türkçe ‘lik’ soneki (suffix) ile
kavramlaşıp, Alevilikte inançsal ve toplumsal akrabalığın, kardeşliğin adı
olmuş ve binanç sisteminin önemli kurumlarından birini oluşturmuştur. Kurumun
ruhsal ve ahlaki içeriği, bireysel ve toplumsal ilişkiler bağlamlarından
hareketle, musahipliğe ilgili en az üç açıdan tanım vermek olasıdır: İnançsal,
moral ve toplumsal. 1.1
İnançsal Tanımlama Alevi-Bektaşi
inancındaki toplu tapınmanın adı olan cemin birincil önemde kurumu,
musahipliktir. Tapınma (ibadet), toplumun üst yapısını oluşturan değerler ve
kültür katlarından dinsel inançların baş öğesidir. Genellikle kişinin, kendi
inancının Tanrı’sına yaranması, kendini iyi kul olarak kabul ettirebilmesi
için, gösterdiği davranış ve hareketlerin bütünü olarak tanımlanır. Tapınma,
inanan bireyle Tanrı arasında bir anlaşmaya varma ve bağ kurma eylemidir. Biraz
açarsak; Tanrı’ya yaranma ve onun hayırlı kulu olup, ölüm ötesindeki cezalardan
kurtulma ve cennetin nimetlerinden yararlanma amacı taşır. Ortodoks
İslamın (Sünnilik) tapınmaları bireyseldir. Heterodoks İslam olarak
Alevilik-Bektaşilik tapınmayı bireysellikten çıkarmış, anlamını değiştirmiştir.
Alevinin Kuranıkerim’i de rahmanı da insandır ve tapınması onadır. Gördüğü
Tanrı’ya tapar. “Tanrı’yı görmeseydim tapmazdım ya da görmediğim Tanrı’ya
tapmam.” (Ali. ölm. 660) ve “Tanrı’yı kendü özümüzden bildik ve hem kendü
özümüzü Çalap Tanrı’dan bildik. Okunacak en büyük kitap insandır” (Hacı Mülk
yaratıp dünya düzen, ol bahçevan hemen benem Halk
içinde dirlik düzen, dört kitabı doğru yazan Ağ
üstünde kara düzen, ol yazılan Kuran benim Kafirdürür
inanmayan, evvel ahir heman benem Ey
müminler beni ziyaret edin Yüzüm
cemalullah sıfat bendedir Dört
kitabım yahu, kıraat edin Kur’an
Zebur Tevrat İncil bendedir (Edib
Harabi, ölm. 1917) Ben
beni bilmezdim hatır kırardım Meğer
ilmim noksan imiş bilmedim Ben
insandan başka ilah arardım Meğer
insan ilah imiş bilmedim (Âşık
Daimi, ölm. 1980) Aleviler,
toplumsallaştırmış ve yönünü yaşama, nesnel dünyaya çevirmiş oldukları
tapınmalarında, akılcı kurumlar yaratıp bunları işletmişlerdir. Şah
Hatayi’nin birkaç beytiyle inançsal tanımlamayı sonlandıralım: Dinim
içinde imanımdır musahip Gönül
tahtında sultandır musahip Yolumuz
incedir varabilene Sefil
gönlünde mihmandır musahip Yola
eğri giden menzile varmaz Sülük
içinde erkândır musahip Musahip
yol varandır ey Hatayi Muhibb-i
hanedanımdır musahip 1.
2 Moral ve Toplumsal Tanımlama Musahip
tutmuş, yol kardeşi olmuş ve Muhammed–Ali yolunun gerçek talibi olarak ceme
katılan çiftler, yeni bir erdem ve ahlaki ortama girmişlerdir. Rehbere
teslimden itibaren başlayarak, burada sahip olacakları moral (ahlaki)
kazanımları, Şah İsmail Hatayi, bir nefesinde şöyle dillendiriyor: Ne
yitirdin ararsın sen burada Gel
ey talip özün kul eyleyigör Yoklamada
bile olup sırada Gel
ey talip özün kul eyleyigör Nizamını
kendi elinle tartasın Gözün
ile gördüceğin örtesin Bu
divandan ol divana irtesin Gel
ey talip özün kul eyleyigör Sen
özünü rehberine terk eyle Marifete
üçyüz altmış bag eyle Kırk
makamı dört kapıdan fark eyle Gel
ey talip özün kul eyleyigör Hatayi
der üç türlüdür velilik Düşmüşlerin
elin almak alilik Türaba
yüz sürmekle olur ululuk Gel
ey talip özün kul eyleyigör Demek
ki ilk koşul, toprağa yüz sürerek, özbenliğini kul eylemek ve öyle “Hakk
cemi”ne girmektir. Benliğini kul eylemeye, “özünü yumak, arındırmak” adını
veriyor Hatayi: Bir
can bir cana özenip gelince El
uzatmayınca etek tutulmaz Rehberinden
tövbe okunmayınca Yuyma
anı insanlığı bilinmez Kamil
rehber dürür özünü yuyan Ol
kerem kanıdır suyunu koyan Varıp
Hak Ceminde yerini bulan Musahipsiz
anın özü yuyulmaz Musahip
olanın özü yuyulur Hak
Cemi’ne el-ayaksız girilir… Yani
sürünerek, mecazi anlamıyla benliğinden sıyrılarak “Hakk cemi”ne girilir. Ama
“Hakk cemi”ni yürüten pirin–mürşitin ve bu cemi oluşturan topluluğun huzuruna,
musahipsiz çıkılmaz. Çünkü Alevi: Musahip
olunca özünü bulur Kahrı
küfrü hep iman olur Hak
katına el ayaksız varılır Aşinasız
bir iş dürüst olamaz Alevi
toplu ibadetine “Hakk cemi” denildiği gibi, pir huzuru da “Hakk katı” ile
eşleştiriliyor. Alevi-Bektaşi inancında “ikrar verip nasip alma; yani, musahip
tutma” töreni, aynı zamanda bir “miraç” (Tanrı’yla buluşma) olarak
değerlendirilir. Musahiplik törenlerinde “miraçlama” nefesleri okunur. Hatta
tören bittiğinde “miracın kutlu ya da mübarek olsun” diye birbirlerini
kutladıkları bilinir. Ancak ortodoks İslam (Sünni) inanç ve anlayışına
tamamıyla terstir. Onlar bunu, mülhidlik (dinden çıkmış) olarak
değerlenmektedir. Pir-mürşit huzuru, “Hakk katı” olduğu gibi İmam Cafer-i Sadık
Buyruğu’na göre, pirlerinin, mürşitlerinin evi, Mekkeleridir. Onları ziyaret
edenler, binbir kere hacı ve gazi olurlar ve günahlarından kurtulup, masum-u
pak olurlar. Zaten cemi de büyüğün-küçüğün, güzelin-çirkinin birbirine eşit
sayıldığı, kimsenin kimseden üstün olmadığı cennet olarak tanımlamaktadır,
Buyruk. Toplu
ibadetin (cemin) müminleri melek, Müslimleri (bacılar) huridirler. Böyle bir
ortama giren musahip çiftler, benliğini öldürmüş, bireysel çıkarlarından, kendi
nefsinden uzaklaşmış bir can bir vücut olarak bu Tanrısal ortamda yeniden
doğmuşlardır. Bu ortamda ben–sen, biz–siz kalkmış; herkes var, hepimiz vardır.
Mürşit veya pir ve hanımı (anabacı) ana-baba, cemdeki herkes bacı-kardeştir.
Eşler olsun, evlat-baba olsun herkes, birbirini eşit bir biçimde
sorgulayabilir. Bu bağlamda, dede diye tanımlanan cem yürütücü mürşit veya pir
de sorgulanmaktan sıyrılamaz. Hakk katında da oturmuş olsa, böyle bir
dokunulmazlığı yoktur: “Eşikte oturan da döşekte (postta, makamda) oturan da
birdir!” Demek ki musahiplik, benliğini öldürerek hiçbirşeyi nefsine çekmeme,
eliyle–diliyle–beliyle kimseye zarar vermeme ve “yetmiş iki millete aynı gözle
bakma”, ahlaki formasyonlar kazanmaktır. Yüce erdemler sahibi insan-ı kâmil
olma yolunda yürümektir. Alevilik
toplu tapınmasının bir kurumu olarak musahiplik, aynı zamanda sosyo-ekonomik
yaptırımlar, yükümlülükler ve kazanımlar birleşimi ve bütünleşmesidir. Musahip
kardeşler, kanbağı kardeşliğinin çok ötelerinde, birbirlerine ve topluma karşı
inançsal ahlaki ve ekonomik sorumluluklar ve yaptırımlar yüklenmiş akrabalara
dönüşmüşlerdir. Şimdi,
anonim İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’ndan musahip tutmanın önemi, bu akrabalığın
bazı koşulları ve sosyo-ekonomik kazanımlarına ilişkin birkaç alıntı okuyalım: “Sufi
musahip olmak erkân-i kadimdir… Her can musahip ola. Ne maldan, ne candan ve ne
de haldan birbirinden saklısı gizlisi olmaya ki, iki cihanda yüzleri ak,
sözleri saf ola… Bir talip musahipinden malını men eylese munafıktır, hayırları
kabul olmaz. Musahipin evine musahip teklif ile varmak ve malın teklif ile
yimek erkân değildir. Musahip musahipin kardeşidir. Ve musahip musahipe teslim
olmazsa musahip değildir. Musahip ehli arasında birlik gerek, ikilik gerekmez.
Ben–sen demeyi ortadan kaldırıp, bir dilden ötüp ve dört kapıda kamil olur.
Tarikat ve Hakikat yolunda bir olmazlarsa musahip olamazlar ve ikrarları caiz
olmaz.” (Bkz. Heyet(Haz.), 1989: Musahiplikle ilgili çeşitli kısımlar) Buyruk’taki
bu kuralları Pir Sultan Abdal’ın bir nefesinden de izleyebiliriz: Musahip
musahipe demezse beli Ona
şefaat etmez Muhammed Ali Dünyada
ahrette eğridir yolu Söyleyen
Muhammde dinleyen Ali Musahip
musahiple nice bozula Sakın
defterine lanet yazıla Balı
sönmüş arı gibi sızıla Söyleyen
Muhammed izleyen Ali Musahip
musahipden malın ayıra Şahı
Merdan durağını duyura Yedi
tamu narın ona buyura Söyleyen
Muhammed dinleyen Ali Musah(i)bine
kim söylese kem sözü Cehennem
kelpinden karadır yüzü Dünyada
ahrette eğridir yüzü Söyleyen
Muhammed dinleyen Ali Musahiple
bozulan Hakka kanlıdır Atayla
bozulan peygamberle kinlidir Mihmanla
bozulan yedi dinlidir Söyleyen
Muhammed dinleyen Ali Hak
da bir kuluna eylese nazar Kalem
divit neyler kendisi yazar Abdal
Pir Sultan’ım güherler düzer Söyleyen
Muhammed dinleyen Ali İkrar
verip musahip tutanları, hangi görevler ve yaptırımlar bekliyor? Kimler
kimlerle musahip olmaz ve olmamalıdır? Bunlar dahi, nedenleriyle birlikte,
Buyruk’ta belirtilmiştir: “Ölmeden
önce ölünüz. Mahşer olmadan hesabınızı görünüz. Ama nasıl olmalı dersen; yani
sizler hırsınızı, nefsinizi öldürün. Yani musahip tutup, onunla sırat-i
mustakim üzere yola gidip malı mala canı cana katıp, birbirine teslim olup
yılda bir kez Peygamber vekili, Cebrail Hak vekili Pir’in yamacına geçtiğinde,
kabirde–mahşerde olacak sualleri Pir ona sual ede. Ol talip, fiili her ne ise
Pir’e ilam ede, bildire! İmdi malum oldur ki, her kişi kendi akran ve emsali ve
münasibiyle musahib olmak erkândır… Ve alim cahil ile musahip olmak erken
değildir; alim şahindir, cahil kargadır. Zalim ile mazlum da musahip olmak da…
İmdi zalim kurttur, mazlum koyundur… Sipahi ile rençber musahip tutmak erkân
değildir. Zira sipahi kurttur, rençber koyundur. Ehl-i sanatlar ile avareler,
evli ile bekarlar, mürşid ile talip musahip olmak erkân değildir. Ve yiğitlerle
kocalara erkân değildir birlikte musahüb olmak; kocalar kıştır, yiğitler
bahardır… İmdi malum oldur ki, her kişi kendi akranı ve emsaliyle musahip
olmazsa tuttukları ikrar fasihtir ve hayırları kabul değildir.” (Bkz.
Heyet(Haz.), 1989: Musahiplikle ilgili çeşitli kısımlar) İkrar
verip musahip tutma, farklı bir toplum yaratma destanıdır. İnanç ve tapınmayla
atılan temel üzerinde yükselen yapısıyla, soyuttan somuta giden yol izlenerek,
herşey havadan yere indirilmiş ve ahiretten dünyaya taşınarak
nesnelleştirilmiştir. Sadece şu birkaç alıntıda bile, Alevi toplumunun bin yılı
aşkın zamandır varlığını sürdürebilmiş olmanın gizi yatıyor. Düşününüz ki,
kanbağı kardeşlikten çok üstün tutulan “yol kardeşliği olan musahiplik” ile tüm
yerleşim biriminin bireyleri birbirine bağlanmıştır. 2.
Musahipliğin Söylencesel ve Tarihsel Kökenleri Alevi-Bektaşi
inanç geleneği, bir talibin ikrar verip musahip tutması, yani ceme, Muhammed–Ali
yoluna girmesini (törenini), Muhammed’in miraç dönüşünde Kırklar Meclisi’ne
kabul edilişine bağlamaktadır. Bunun içindir ki, “Görgü cemi”, diğer adıyla
“Ayin-i Cem”e (Bu gerçek inançsal cemin dışında, eğitici-öğretici karakterli
Abdal Musa cemi, Oniki Hizmet Görme ya da Muhabbet Cemleri vb. adları altında
temsili cemler de yapıldığını vurgulamak gerekir) “Kırklar cemi” de denir. 2.1
Musahipliğin Kökeni: Kırklar Meclisi ve Medine Sözleşmesi Anonim
İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’nda, musahipliğin kökenine ilişkin birçok
göndermeler bulunmaktadır. Örneğin, Kırklar Meclisi’ne ilişkin anlatılanlar,
yani Muhammed’in miraç dönüşünde bu meclise kabul edilişi sırasında yapılan
“Kırklar cemi”nin, hem “Görgü cemi”, hem de musahiplik töreninin kökenini
oluşturduğu görüşü, söylencesel (efsanevi, mitolojik) anlatım biçimiyle akılcı
(rasyonel) kabul edilemez. Ancak, derinliklerinde nesnel gerçek yatmaktadır.
Onu derinlere iten akıldışı örülmüş duvarları sökerek, hayali ve doğaötesi
konulmuş taşı-toprağı temizleyerek ortaya çıkarmak gerekir.
Mélikoff,musahipliğin kökeni konusunda, “Nasıl ki Âyin-i Cem, Kırkların Cem’i olan
Arş’da yapılmış bir merasimin yerde tekrarlanışı ise, Musâhip merasimi de,
zaman ve mekan ötesinde yapılan bir merasimin yeryüzündeki izdüşümüdür” (Mélikoff
1993: 93-94) diyor. Geleneksel din ve inanç bağlamında ve tamamıyla idealist
bir yargı bu. Biz, ne Kırklar Meclisi’nin göksel bir meclis olduğunu ve ne de
musahip töreninin, zaman ve mekân ötesinde yapılmış bir merasimin izdüşümü gibi
gösterilmesini, kabul edebiliriz. Bilim
adamının söylencelere yaklaşımı ve yorumu bu tür olması doğru mudur? Bir
dedenin ve sıradan bir gelenekçi Alevinin inanç ve düşüncesinden farklı olmayan
bir yaklaşımdır bu, bizce. Yaklaşımın dayandırıldığı anachronic efsanevi öyküde
Cebrail’in, onlara helva pişiren meleklerin tanıklığında, Adem’in beline kuşak
(kemerbest) bağlayarak musahip oldukları anlatılır. Helva ve ekmek yerler.
Ayrıca orada bulunmayan Havva’nın lokmasını ayırırlar. Birden çağlar aşılıp
Muhammed Peygamber ve Ali zamanına gelinir. Cebrail, Tanrı’nın buyruğunu
Peygamber’e ulaştırır. Sonra Muhammed–Ali’ye kuşak kuşatıp, onları musahip
yapar. Sonra Muhammed, birlikte minbere çıkarak, Ali’yi kendi gömleğinin içine
sokar ve bir can, bir vücut olurlar. Burada Muhammed, “Ya Ali! Etin etimden,
ruhun ruhumdan, cismin cismimden ve kanın kanımdan” der. Sonra Muhammed’in
huzurunda Ali, Selman-ı Farisi’ye ve Kanber’e kemerbest bağlar. Arkasından
peksimet yağ ve helva gelir. Orada bulunmayan Fatıma ve oğullarına payları ayrıldıktan
sonra, lokmayı paylaşarak yerler.
Buyruk’taki,“…Ve musahip olup iki gönlü bir etmek ve bir gömlekten baş çıkarmak, Muhammed
ile Ali’den kaldı vb.” söylemleri de sadece, musahiplerin bir can, bir vücut
olduğu vurgusunu kuvvetlendirir. Yukarıdaki öykünün ikinci bölümü bunu işaret
etmektedir. Musahipliğin kökenini anlatmaktan uzak ve Kırklar Meclisi’yle de
ilişkili değildir. O çok iyi bilinen, “Veda Haccı” sırasındaki Gadiri Hum
olayının, İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’na söylencesel yansımasıdır bu. Bilindiği
gibi olay, Peygamber’in ölümünden yaklaşık bir yıl önce gerçekleşmiştir.
Muhammed’in, Ali’yi kendisine ardıl (halef) tayin ettiği (tartışılan) olaydır.
Musahipliğin kökeniyle de hiçbir ilgisi yoktur. Görüldüğü
gibi ne bu tarihsel olayın ve ne de miraç ile ilişkili gösterilen Kırklar
Meclisi’nin göksel, yani metafizik bir yanı yoktur. Akılcı düşündüğümüzde, o
dönemin sosyo-ekonomik ve siyasal koşullarını göz önünde tutarak baktığımızda,
Kırklar Meclisi’nin ya da en azından gizli bir meclisin var olduğu gerçeği
yadsınamaz. Muhammed’in miracı, İslam tarihçilerine göre 618 ile 620 arasına
tarihlenebiliyor. Bu yıllar, Peygamber ve kabilesinin, İslama ilk inananların,
en sıkıntılı ve baskı gördüğü yıllardır. Ekonomik boykot içinde olduklarından,
büyük yoksulluk ve açlık çekiyorlardı. Çünkü, birkaç yıl önce varlıklı karısı
Hatice ve hemen arkasından, Müslüman olmamasına rağmen, kabile yasalarına göre,
kendisini koruma altına almış olan amcası Ebu Talip de ölmüş bulunuyordu. Yine
kabile geleneklerine göre talep ettiği “aman hakkı”nı Mekke’de hiçbir aileden
alamayınca, Taif’e göç etme girişiminde bulunmuş; ama taş ve sopalarla
karşılanmıştı. Muhammed buradan, ölen karısı Hatice’nin akrabalarının verdiği
“aman hakkı” ile Mekke’ye geri dönebilmiş ve işte onların korumalığı altında
bulunurken, miraç olayı yaşanmıştır. Son
üç yıl içinde, Yesrib’li (Medine) hacılar aracılığıyla, “Üç Akabe Biatı”
anlaşma ve konuşmaları sonunda, 622 yılında Medine’ye göç etti Muhammed. Büyük
olasılıkla Kırklar Meclisi, bu baskı ve sıkıntılı çok gizli çalışmalar
gerektiren yıllarda, zaten sayısı yetmişi aşmayan Müslümanların en
güvenilirlerinden oluşturulmuş ve görev yapmıştır. Başlarında 20–22
yaşlarındaki Ali’nin bulunduğu, hem Peygamber’i koruyan (Ali’nin, Peygamber’in
evini basarak öldürmeye gelenlere, onun yatağında yatıp, hayatını ortaya
koyarak karşı durduğunu anımsayalım), hem çeşitli yollarla abluka altındaki
Müslümanlara yiyecek içecek sağlayan ve Yesriblilerle ilişkileri geliştiren;
etkinliklerini ve toplantılarını gizli yürüten bir örgüttü. Muhammed’in miraç
dönüşünde ilk kez bu meclise uğrayıp, yaşamış olduğu göksel visionu onlara
anlatması ve onlardan Tanrı’yı gördüğünü herkese yaymalarını istemesi de
misyonun bir parçasıdır. Bunların arasından oniki kişinin tebliğci olarak
Hicret olayından önce Medine’ye gönderilip, onlara İslamı öğrettikleri, orada
bir Müslümanlar kolonisi kurdukları biliniyor. Mekke
gibi zengin ticaret toplumunun, kutsal inançları ve tüm değerler sistemini
altüst eden İslam dininin ilk mensupları, elbetteki gizli bir örgüt gibi
çalışacaktı. Bu bağlamda araştırmacı ve tarihçilerin, olayın bu yönünü görmek
istemeyip, Kırklar Meclisi’ni ya toptan yadsımaları, ya da hayali “göksel
meclis” gibi değerlendirmelerini doğrusu yadırgıyoruz. Bu gizli meclis, özellikle
Mekke ticaret aristokrasisi dışındaki yoksul kabile mensuplarını, Bedevileri ve
yerliyabancı emekçi köleleri İslama çekebilmeleri için, yeni ve eşitlikçi,
paylaşımcı bir sistemi öngören inanç ve toplu tapınma kuralları yaratmışlardır.
Bu bir avuç insan, din kurucusunun önderliği ve kendilerini güvencede tutacak
bir hizmet dağılımında, gizlice toplanıp, tapınıyor; konuşup, tartışıyor ve
kendi kendilerini eğitiyorlardı. Öbür yandan Hicret (göç) etmeye karar
verdikleri, Yesrib (Medine) tarımla uğraşan bir kabileler konfederasyonuydu ve
toprağı ortak kullanıyorlardı. Ayrıca bazı kabileler Musevi olduğu gibi
aralarında yaşayan Hırıstiyanlar da bulunuyordu. Bu nedenlerden dolayı, sığınma
durumunda kalacakları bu topluma uygun değerler de geliştirmeliydiler. Böylece
“Kırklar” söylencelerinde günümüze kadar ulaşan (o simgesel) bir üzüm tanesini
kırka bölmek ya da ezip şerbet yaparak, kırk kişinin tatmasını sağlayacak bir
bölüşümcülük ve birine neşter vurulunca hepsinde aynı acıyı duyuracak, kan
çıkartacak kardeşlik ortamı oluştu bu mecliste. İçlerinde Selman-ı Farisi gibi
Zerdüştlüğü–Mazdekizmi, Manihaizmi, Musevilik ve Hıristiyanlığı çok iyi bilen,
bu dinlerin bir kısmına girip çıkmış, bilge öğretmen ve annesi Bizanslı bir
köle olan Musab b. Umeyr gibi, bir başka tebliğci öğretmen vardı. Bu sonuncusu,
Peygamber’den önce Medine’ye gidip, orada bir İslam cemaatı kurarak ortamı
hazırlayanların başında geliyordu. Demek ki, ancak Kırklar Meclisi’ni gökten
yere indirip, tarihsel nesnelliğe kavuşturduğumuzda, görgü cemi ve musahiplikle
köken ilişkisi, akılcı bir taban bulur.
Sözünü ettiğimiz Mekke ortamı içerisinde, miraç olayıyla birlikte gizlice yeni
değerler geliştirmiş olan bu meclis, düşünce, birikim ve deneyimlerini
Medine’de Muhammed peygamberin yönetiminde uyguladı. Ünlü “Medine Vesikası”nın
ikinci maddesiyle, tarihe mal edildi. Böyle bir meclisin Mekke denemelerinden,
etkinliklerinden hiç söz etmeyen, ki zaten Sünni İslam araştırıcılarının
Kırklar Meclisi’ nden söz edenlerine şimdiye kadar rastlamış değiliz. Peki
Alevi inanç geleneğine neden girmiş ve nasıl bugüne kadar gelebilmiştir? Bu,
hiç sorgulanmadan yadsınmıştır. Çünkü, heterodoks İslam (Alevilik) tarihine,
hep ortodoks açıdan bakılmıştır. Ortodoksizmin (Sünniliğin) inanmadıkları
kurumlar, yok sayılagelmiştir. Muhammed Hamidullah bu uygulamayı şöyle
anlatıyor: “Mekkeli
muhacirler için Hz. Peygamber bir genel toplantı tertipledi. Bu toplantıda her
çalışan, eli iş tutan Medineli Müslümanın (Ensar), bir Mekkeli Müslümanı
(Muhacir) ‘kardeş edinmesi’ teklifinde bulundu (Muahat Anlaşması). Buna göre
iki tarafın aile mensupları, bu suretle ortaklaşa çalışacak, kazanacaklar ve
hatta öz kardeşler, yeğenler ve başka akrabalar bertaraf etmek suretiyle
birbirlerinin mirasçısı olacaklardı. Herkes gönül rızasıyla teklifi kabul etti.
Peygamber çeşitli yeteneklerin dengeli bir biçimde eşleştirilmesi için, bu
kardeşleştirme hareketini bizzat idare etmiştir. Bulunan bu çare, bu usül
senelerce devam etmiş…” (Hamidullah 1992: 102-103) Bu,
çok büyük olasılıkla, Mekke’de de yapılmış olan yeni dine, İslama giriş töreni
olabilir. Aynı zamanda bir çeşit mal ve can ortaklığında güvenceye alınmış,
kurumlaştırılmış toplumsal ve ekonomik kardeşlik, akrabalıktır. Mekkeli ticaret
adamı Abdurrahman Avf’a, onunla kardeş olmak isteyen Medineli tarafından
yapılan; ancak, onun kabul etmediği ve günümüze ulaşmış teklif oldukça ilginç
görülmektedir: “Benim
arazim şudur; yarısı senin, yarısı benim. İki zevcem var birini seç, boşayayım
sen onunla nikahlan! Hattap oğlu Ömer ise, kardeşleştiği Medinelinin tarlasına
çalışmaya giderek, onu Muhammed’in hizmetine ve onun tebliğlerini dinlemeye
göndermiştir. ” (Engineer 1980: 97, 99-105) Bazı
kaynaklara göre, ilk yıllarda Muhacirin ve Ensar’dan kardeşlik sözleşmesi yapan
kişilerin 45 (yani 90 kişi kardeşleşmiş), bazılarına göre 150 (bu sayıya göre
kardeşleşen 300 kişidir) olduğu söylenir. Konuyu
daha fazla uzatmadan diyoruz ki; Alevilik toplu ibadeti kurumlarından ve özü
“canı cana, malı mala katmak”, yani mal ortaklığı ve sevgi bütünleşmesi, diğer
bir deyimle maddi ve manevi birlik olan musahipliğin gerçek tarihsel kökenini,
Mekke’deki Kırklar Meclisi ile birlikte ilk dönem Medine İslamlığının bu
kardeşlik uygulamasında aramak gerekir. 7. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşmiş
bu uygulamanın anısını, heterodoks İslam olan Anedolu Aleviliği musahiplik kurumuyla 21. yüzyıla kadar
taşımıştır. 2.2
“Yola Giriş” ya da “İkinci Doğuş” Olarak Musahiplik ve Bunu Tanımlayan İlk
Yazılı Kaynak
Her durumda musahiplik, ikrar vererek “yola girmek (Süluk)” olarak tanımlanabilir.
Yolun ilkelerini ve yükümlülüklerini kavrayacak yaşa gelmiş evli ya da bekâr
adaylar, ikrar verip musahip tutarak, yol oğlu-yol evladı olurlar.
Alevilikte-Bektaşilikte Muhammed–Ali yoluna girmek “yeniden doğmak ya da ikinci
kez doğuşa ermek” sayılıyor. Edib
Harabi bir nefesinde, sıkışıp kaldığı tehlikeli dar boğazdan, ikrar verip, yola
girdiği 17 yaşında ikinci kez doğuşa ererek, kurtuluş imkânı bulduğunu
söylüyor: Peder
ve validem oldu bahane Merecül
bahreyni yeltekiyane Bin
ikiyüz altmış dokuzda kane İriştim
zahiren geldim cihane Berzahtan
kurtulup çıktım aradan Onyedi
yaşında doğdum anadan Muhammed
Ali Hilmi Dedebaba’dan Çok
şükür hamdolsun geldim imkane Mehmed
Ali Hilmi dedebabadan ikinci kez doğmadan önceki yıllarda geçen radikal
Müslüman yaşamından, bakınız nasıl hayıflanıyor: Ben
Müslüman iken ah Aptestimi
alırdım Taştan
duvara karşı Bir
yatar bir kalkardım Terkeylemezdim
asla Savm
u salatı zira Allaha
vasıl olmak Böyle
olur sanırdım Cennetle
huri gılman Sevdası
vardı dilde Bu
hal ile meğer ben Haktan
uzaklaşırdım Beş
vakte beş katardım Pek
çok namaz kılardım Camileri
gezerdim Bihude
uğraşırdım… Camileri,
mescitleri dolaşırken, bir başka tapınma evi ile karşılaşıp, içeri dalan Edib
Harabi, orada şaşkınlık içinde miracını yaşayarak Tanrı’yı, peygamberi görüyor.
Hangi yöne dönse Mansur gibi “Enelhakk (ben Tanrı’yım), Tanrı’dan ayrı değilim”
diye haykırıyor. Burası mürşidi Mehmed (Muhammed) Ali Hilmi dedebabanın
dergahıdır: Mescit
sanıp da bir gün Bir
deyre dahil oldum Anda
görünce Hakla Peygamberi
şaşırdım İman
ü dini küfre Orda
hemen değiştim Her
canibe Enelhak Mansur
gibi çağırdım ... Merdiiman
köyünde Şahkulu
dergehinde Miraca
nail oldum Bir
haylice zamandır Bir
postun postnişini Hilmi
Dede Baba’yi Göçtü
diyen olursa Bil
ki sözü yalandır Yine
Bektaşi ozanlarından Münire Bacı: Erkân
ile yürürüm Yol
ehlinin kuluyum Ben
bir erin oğluyum Hayderiyem
Hayderi Doğdum
iki anadan Mürşitim
imdad eden Kimdir
beni dahleden Hayderiyem
Hayderi derken,
ikinci anasının; yani, kendisini ikinci kez dünyaya getiren kişinin mürşiti
olduğunu açıklıyor. Münire Bacı, yol ehli olan mürşitinin yol evladı olduğu
kadar, onun bir kulu gibi görünmekten yüksünmüyor. Dergâhta, mürşitinin
huzurunda miraca nail olduğunu söyleyen Harabi de farklı birşey açıklamıyordu. Bu
kavramın heterodoks İslamda (Alevilikte) ilk ortaya çıkışı, erken (proto)
İsmaililere dayanmaktadır. 879 yılında Güney Arabistan’a gönderilmiş ilk
İsmaili daisi Mansur el Yaman (ölm. 914) olarak bilinen İbn Havşab’ın, “Kitab
al-alim wa’l-Ghulam (Bilgin ve Öğrencisinin El Kitabı)” adı altında yazdığı,
İsmailiye inancına girişin ilkelerini belirleyen yapıtta bu yola girişi, “yeni
bir isimle, ikinci ya da yeniden doğuş” olarak tanımlandığını görüyoruz:
İsmailikte, Balagh (yetiştirme) olarak bilinen giriş olayında, bedellerin
ödenmesini de gerektiren derecelerin ya da aşamaların bulunduğu görülür, diyor.
Örneğin, Kitab al-alim wa’l ghulam, bu giriş sürecinin çok önemli ayrıntılarını
içermektedir. Dereceler sorunu ise, İbn Rizam-Akhu Muhsin’in açıklamalarında
belirtilir. Ancak Daftary’nin, İsmaili karşıtı kaynakların bildirdiği gibi,
yedi yahut dokuz derece olarak saptandığına dair kesin bir kanıt yoktur demesi,
doğru değildir(Daftary 1992, s. 137). Çünkü, Proto-İsmaililer olarak bilinen
Karmatiliğin kurucusu Hamdan Karmat’ın kayını ve inancın teorisyeni dai Abdan
Balagat adlı yapıtında yedi dereceden söz etmektedir. Kuşkusuz burada Daftary,
ortodoksluğa yakın olan Fatımi İsmaili kaynaklarını esas almıştır. Aşağıda
belirteceğimiz gibi aynı şekilde musahip tutup yola girinceye ve bir
pir’e–mürşite talip oluncaya kadar geçilen bazı aşamalar vardır. 881’de
tek başına Yemen’e ulaşmış ve iki yıl gibi kısa bir zaman içerisinde, gizli
çalışmalarıyla kendisine yandaş toplayarak İsmaili Dava’sını açıkça yaymaya
başlamış olan dai Abu’l Kasım al-Hasan b. Faraj b. Hawshab, Yemenli Mansur
(Mansur al Yaman) unvanıyla ün kazandı. Erken İsmaililiğin bu ilk büyük
propagandacı daisi Mansur al-Yaman’ın yapıtı hakkında, Henry Corbin’in
araştırmalarından yararlanarak, burada kısa bir özet vermeye çalışacak ve bir
karşılaştırma yapacağız. Risalat al-alim wa’l gholam adıyla tanıttığı kitabı,
Corbin, “yeni giren kişiyi (neophyte) yola götüren ve onu Batıni toplantısına
[yani ceme] kesin kabul edilişe kadar eğitip yetiştiren aşamaları anlatan,
kısacası yola girişin romanı” diye tanımlamaktadır. Karşılıklı konuşma ve soru
yanıt biçiminde kaleme alınmış bu küçük romanın temel kişileri, bilgin ya da
öğretmen (al-alim) Abu Malik (Pater regis) ile öğrenci ya da yeni yetme oğlan
(al-ghulam) Salih (İdoneus)’tir. İran
taraflarından gelmiş, yaşlı bir dindar gezgin görünümü içinde kendisini gizleyen
Abu Malik, sofu bir Müslüman kalabalık içinde konuşmaya katılır. Bir genç, hiç
kimsenin hayal bile edemiyeceği, hatta cesaret edemiyeceği sorular sormuştur.
Böylece, aralarında gittikçe gelişerek yükselen ve gencin merakını sürekli
uyarıp, gerilimde tutan bir diyalog dizisi açılır. Yeni
yetme gence açıklanan sadece zahir (dışsal görünüm) ve batının (içselliğin)
karşıtlığı değil, daha fazlasıdır. Batıninin batınisi (batın al-batın)
öğretilir; içselliğin, içanlamların da içine girilir. Anlatılan hierokosmos
(kutsal evren), İsmaili deyimiyle, maddesel ve ruhsal evren arasındaki
(intermédiaire) üçüncü dünyayı tanıtan anahtarın teslimidir. Göksel kademelerin
taklidi (l’imitation des hiérarchies célestes) üzerine yapılanmış, “güçlü bir
meleksel dünya, iktidar cenneti”dir. O zaman, öğrencide, değişim başlar;
kendisinde, güçlü bir var olma duygusu uyanır. Ellerinde bu güçlülüğün,
anahtarlarını tutan kişiyi; yani, İmam’ı görmek ve tanımak isteği şiddetlenir.
Tam bu anda, öğretmen ortalıktan kaybolur. Hem öğretici, hem rehber durumundaki
Abu Malik, yetiştirdiği gencin ceme kabul edilme zamanının geldiğini bildirmek
ve kendisine danışmak üzere yüksek derecedeki daiye; yani, pir’e gitmiştir. Burada,
öğrenciyi büyük değişime uğratan ve onda çok güçlü bir varoluş duygusu
uyandıran Batıni bilgileri, biraz açmak yerinde olacaktır. H. Corbin’in, “Yazarımız
[Mansur al-Yaman] zahiri bilginin hayvansı dereceyle, Batıni bilginin insanlık
derecesiyle uyuştuğunu da belirler Ona sahip olmak, gerçek inanan; yani, gerçek
anlamda insan olmaktır. Sonunda Batıninin batınisini öğrenme ise, meleklerin
sıfatı. Onu elde etmek, bilgiye göre, ruhsal varlığa; fiziksel görünümüne göre
de tam anlamıyla bir insana dönüşmek; tıpkı melekleri gizleyen örtü (hijab
al-Mala’ika, al Alim... s. 96) diye tanımlanan Tanrı’nın peygamberi gibi
olmaktır. Yola girişin (aşamalarının), genç adayı götürdüğü meleğe dönüşüm
(L’angélomorphose), sonuçları mükemmel bir biçimde saflık-dürüstlük doğuran bir
insanbilimi öngörmektedir. Bu dünyada gerçek ve doğru anlamda (au sens réel et
vrai) sadece iki insan tipi vardır: 1)
Alim Rabbani (İşrakilerin hakim mota’allih’ini karşılar, yani Tanrısal-felsefe
(théosophianique) bilgini): Bu kişi, bilginin doruğuna ulaşmış ve onun ruhu,
mutlak doğruluk ruhunu, deneyimsel olarak özünde gerçekleştirmiştir. 2)
Mota’allim: Yolu ve melek kudretinde gelişmeyi araştıran öğrenci. Kısacası
herşey, sadece mecazi olarak saf ve dürüst bir insanlıktan (agy, s. 97) başkası
değildir.” (Corbin 1982: 147, dipnot 181) Ortadan
kaybolmuş olan Abu Malik, kısa bir süre sonra, “şefkat kapılarının, sonuna
kadar kendisine açılmış olduğunu” öğrencisine haber vermek için, geri gelir.
İkisi birlikte, öğrencinin doğal babasına seyahatı bildirip, “şefkat eşiğine”
doğru yola çıkarlar. Burada
aynı zamanda, büyük değişim; yani, yola giriş töreni başlar. İlk geceyi,
toplantıya katılmış olanların arasında dostça, bilgi ve erdemlerini artıran
sohbetler yaparak geçirirler. Şafak söker sökmez kalkıp, büyük Şeyh’in (pirin)
evine gelirler. Meclis yerini almış; yani, cem tutulmuştur. Pirin törensel bir
öğütünden, bir duadan sonra, giriş ayininin yapılışına biçim veren diyalog
başlar. Doğal doğuma göre verilmiş adının, gerçek adı olmadığı; yeni doğuşa
erecek kişiye yol gösterme işlemi tamamlanır. Bu an içinde, isimsiz biri
olduğu, gence kabul ettirilir ve “yeni doğmuş” ruhani durumuna uygun bir isim
saptanır. Gencin gerçek adı, artık yola giriş adıdır. Bu yeni ad, onun
yaratıcısı, Tanrı’sı olacak. Bu ada, dolayısıyla adı kendisine veren ve artık
ait olduğu pir’e hizmet edecektir (tıpkı Bektaşi ozanı Münire Bacı’nın dediği
gibi “Bir erin oğlu ve yol ehlinin kulu” olacaktır). Doğum gününü (Dies
Natalis) belirleyecek olan isimle alacağı rütbe, yedi gün sonra verilir.
Cemaatin ortasında pirin yeni isim vermesine geçmeden önce, büyük pir (P) ile
kendisine takdim edilen genç talip (T)
adayı arasındaki konuşma metninden bazı parçalar vermek istiyoruz: “P.–
Ey genç adam! Bir Tanrı peygamberi gibi sana gelen bir arkadaş tarafından yeğ
tutuldun ve çok sevildin. Senin adın nedir? T.–
Tanrı kulunun oğlu, küçük bir kul (Ubeydullah ibn Abdullah) P.–
Bu ad senin niteliklerini betimliyor ve biz daha önce ondan bahsedildiğini
duymuştuk... T.–
Ben özgür bir insanım, bir Tanrı kulunun oğluyum. P.–
Öyleyse, kim seni kölelikten azat etti de özgür oldun? T.–
(Kendisini yetiştireni göstererek) Bu bilgin. P.–
Görmüyor musun? O bile bir köledir, sahip değil ki, nasıl seni serbest
bıraksın? T.–
Gerçekten de yapamazdı. P.–
O zaman adın nedir, onu söyle! T.–
(Boş yere yanıt araştırır) P.–
Genç adam! Birşey, bir isme sahip değilse, nasıl tanınacaktır? İsmi olmayan
herşey, yeni doğmuş biri gibidir. T.–
Ben senden doğdum, öyleyse bana isim vermek de sana düşer. P.–
Yedi gün geçince bunu yapacağım… Sana verilen ad senin Tanrı’n, sen onun kulu
olacaksın… (al-Alim… s. 101-102)” (Corbin 1982: 149-150) Bu
alıntıdan sonra, Corbin şu kısa değerlendirmeyi yapıyor: “Bir
karşılaştırma yapılırsa, tarikata giriş ismi alma İran sufizminde 18. yüzyılın
sonlarına kadar sürdürülmüştür. Özellikle, İmam’la inanç ilişkisini açıklayan
bir sıfat ya da isim kullanılırdı. Örneğin Nur Ali Şah (Ali Padişahın ışığı),
Meczub Ali Şah (Ali Padişahın delisi), Mest Ali Şah (Ali Padişahın sarhoşu)
vb.” (Corbin 1982: 149-150, dipnot 183) “Görgü
Cemleri”nde, musahiplik töreninden sonra, yola girmiş taliplere “Donun kutlu
olsun!” da denir. Bu kutlama ve iyi dilek, önce pirinden ve rehberinden gelir.
Oniki hizmet sahipleri ve cemdeki tüm canlarla niyazlaşırken, tek tek donlarını
kutlarlar musahiplerin. Bu don değişimi, yeniden doğmak ve bir daha
değişmeyecek olan yeni bir kişilik kazanmaktır. Yeni ad alma, don değişimi
kavramı içinde yol ehline dönüşmek, gerçek talip olmaktır. Ama yukarıda Edib
Harabi örneğinde görüldüğü gibi, “yeniden doğma ve yeni isim alma” kavramlarını
kullanılması da süregelmiştir. Bahriye
binbaşısı Edib Harabi, “On yedi yaşında doğdum anadan / Muhammed Ali Hilmi
Dedebaba’dan” ve “Namım Edib idi Harabi oldum / Erenlerin ayak türabı oldum”
dizelerini, Mansur al-Yaman’ın “Al-Alim wa’l Ghulam” kitabından tam binyüzyıl
sonra yazmıştır. O kitapta, aynı yaşlardaki Salih de pirine, “Ben senden
doğdum, Öyleyse bana bir isim koymak sana düşer” demişti. Arada hiç inanç,
algılama ve uygulama farkı var mıdır? Yine bu kitabın yazılışından yaklaşık iki
yüzyıl sonra, Alamut Nizari İsmaili devletinin kurucusu Hasan Sabbah da 17 yaşında
İsmaili inancına girişini yaparak “yeniden doğacak” ve bütün dereceleri geçerek
en büyük dai olarak insan-ı kâmil makamına yükselecektir. Öyküdeki
Salih’in, yeniden doğuşa erişi, yani ikrar vermek ve yola girmek için pirle
büyük dai ile buluşması, yedinci günün bitiminde gerçekleşir. Cemaatin
ortasında tören tamamlanır. O anı metin bize sadece şu sözlerle anlatıyor: “Şeyh,
öyle şeyler söylemeye başlar ki, onları ne kalem yazabilir ve ne de muhayyile
keşfedebilir. Bu şeyler inançsızlık [kâfirlik] bilincine bağlanabilir. [Edib
Harabi’nin, “İman ü dini küfre / Orda hemen değiştim” dizelerini anımsayalım,
İ.K.]” Ancak
metin, bu büyük sırrı bildirmez. Kitabın ortodoks düşmanlarından birinin eline
düşmesinden korkulmuş olmalıdır. Bu nedenle, “Özel ad verme töreninin” içeriği
hakkında doğrudan bilgi edinmek olasılığı ortadan kalkmıştır. “İmam yoluna bu
kararlı giriş anı”, “kendi özünü (nefsini) bilen, Tanrı’sını bilir özdeyişinin
sırrına erme bilincinin uyanışıdır.” (Corbin 1982: 149-150) Corbin,
aynı sayfalarda verdiği bir dipnotta, yola giriş töreninde büyük Dai’nin
konuştuğu, “kalem yazmayan ve hayal edilemiyen şeyleri”, büyük sırrı, analoji
yöntemiyle açıklamayı deniyor. Vardığı sonuç, musahipliğin tarihsel kökenini
açıkladığı gibi anlattıklarının günümüz Aleviliğinin inanç ve anlayışıyla aynı;
ama artık sır olmadığını da görüyoruz. 16. yüzyılın ilk yarısında yaşamış bir
İsmaili daisi olan Herati (diğer adıyla Heratlı Hayırhah) tarafından yazılmış
bir risaleden (Muhammed Rıza bin Sultan Hüseyin Herati, Kelam-ı Pir,
Çev.W.İvanow; A Yreatise on Ismaili Doctrin, Bombay, 1935) kaynaklanan
bilgileri kısaca Corbin’den özetleyelim. Henry Corbin, başlarda ortodoks İslam
hac rituellerini kısaca tanımladıktan sonra, Corbin’in,
“Al-Alim Wa’l Gulam”da anlatılmayan “sırları”, analojilerle açıklamaya
çalışması, Aleviliği-Bektaşiliği incelemediği ve musahipliği bilmediği için,
yeterli değildir. Mustacib’in Huccet’e ulaşıncaya dek geçirdiği derecelerini,
hac tapınma ritüellerine indirgenmesini büyük sır gibi gösteriyor. Oysa
yukarıda belirttiğimiz gibi görgü ceminde ikrar verip, yola giren musahip
çiftlerin miraç yaşadıkları; yani, Tanrı katına çıktıklarına inanılır. Harabi,
“… Anda görünce Hak’la / Peygamberi şaşırdım… Her canibe Enelhak / Mansur gibi
çağırdım” dizelerine, Alevi inancının felsefi tanımlamasını çok güzel
sığdırmıştır.
EdibHarabi’nin, yeniden doğuşa ulaştığı mekânda Tanrı’yı peygamberi bulduğunu
söylemesi, sıradan değildir. Her yöne baksa, gördüğü Tanrı’dır. Ortodoks
İslamın küfür; yani, kâfirlik dediği ve “kalemin yazamıyacağı, hayalin
keşfedemeyeceği” büyük sır budur: İnsana secde etmek, Tanrı’yı insanda görmek.
Bunun en açık bir biçimde tanımlamasını yapan Hacı Bektaş Veli’dir: “Eğer
muhiblere sorsalar kim, Tanrı’yı nice bildiniz? Pes, muhibler cevap vereler
kim, kendü özümüzden bildik ve hem kendü özümüzü Çalap Tanrı’da bildik (kendi
özümüzden Tanrı’yı, Tanrı’dan da kendimizi bildik).” (Bkz. Heyet(Haz.), 1989:
Musahiplikle ilgili çeşitli kısımlar) 3.
Musahipliğin Oluşmasındaki Aşamalar ve Törenler İmam
Cafer-i Sadık Buyruğu’nda: “Allah,
Muhammed, Ali ve onun onbir evladına hakbir demekle, müminler şeriat, tarikat
ve marifet kardeşidirler. Ama Hakkı insanda, insanı Hakda gören; ehl-i Hak ile
insan-ı kâmil nazarında muhabbet eden hakikat kardeşi olur” (Bkz. Heyet(Haz.),
1989: Musahiplikle ilgili çeşitli kısımlar) Daha
önce de söylediğimiz gibi musahip tutmak, ikrar verip Muhammed–Ali yoluna
girmektir. İkinci kez dünyaya gelmek ve yol oğlu olmaktır. Yola girmek için de
talip (istekli) olmak gerekir. Alevi kökenli; yani, anası-babası yol ehli ve
analığı-babalığı (ana-babasının musahip kardeşleri) ile bir pir’e, mürşite
bağlı olan kişi, doğuştan talip sayılır. Ancak, akıl-baliğ olduktan sonra, yol
talipliğine geçebilmesi için, ikrar verip musahip tutması, yaygın deyimle
“kardaşlık olması” gerekir. 3.1
Nasıl Musahip Olunur? Musahiplik
olayının gerçekleştirilmesini dört aşamada görüyoruz. İlk aşama hazırlanma,
eğitim, yetişme-yetiştirilme dönemidir. Bu dönemi, birbirlerini sevmiş ve
kardeşlik olmaya karar vermiş gençlerin, aile ocağından aldığı Alevi inançları
terbiyesine, mürebbi ve rehberin yol-yordama ilişkin eğitiminin eklenmesi
olarak tanımlamak gerekiyor. Elbetteki, toplumun dışından talipliğe kabul
edilmiş kişinin de bu dönemi geçirmesi zorunluğu vardır. Musahipliğin
tüm ekonomik koşulları, ahlak kuralları, yükümlülükleri ve sosyal yaptırımları,
birbirlerinin yaşamsal kefili, kardeşi olacakların kafalarına bir bir kazınır.
Öyle ki, musahip adayları, daha ikrar verme töreninden geçmeden, birbirlerini
“kardeşlik, bacılık” diye çağırmaya başlamışlardır. Bundan
sonraki üç aşama, yani tercüman kurbanı kesme, pir huzurunda ikrar verme–yola
girme töreni ve dolu içme–lokma yeme, “Görgü cemi” yapılırken peşpeşe
gerçekleştirilir. Musahip olacak gençler bir yıl boyunca ırgatlık-işçilik
yaparak ya da bağını-bahçesini iyi işleyip kaldırdığı ürünü satarak, para
kazanır. Kurbanlık koçun parasının; mürebbisine, rehberine ve pirine vermeleri
gereken hakullahın kendi kazançlarından ödenmesi ilkesi esastır. Ancak adaylar
kazanamıyacak kadar yaşça küçüklerse, bu masrafları ana-babaları; birinin yoksa
diğerininki, ikisinin de yoksa ebeveyn vekilleri üstlenir. Çoğu
kez kurbanlık koçlar, henüz kuzuyken alınıp, beslenerek büyütülmüştür. Evlilik
koşullu musahip tutma, aynı zamanda bir aile kuracak, bir ev çekip çevirecek
duruma gelindiğinin göstergesidir. Musahip olacak çiftler, bir veya iki
kurbanla da meydan açsalar, harcamalar ortaktır. Musahiplikte ortakçılığın
başı, kurbanla başlar. Öyle
sanıyoruz ki – bizim de başımızdan geçtiği gibi – çocuk ve yeni yetme
yaştakiler musahip olurken, koç yerine Cebrail diye adlandırılan horoz tercüman
kurbanı olarak meydana geliyor. Yola girecek musahiplerin kurban aşından “hak
lokmasını”, cemdeki tüm canların yiyerek dua etmeleri, razılık vermiş olmaları
söz konusudur. Dolayısıyla, törenlerin sonunda da yenmiş olsa, yola kabul
edilmenin önemli göstergesidir. Çünkü, kabul edilmeyenin ne dolusu içilir, ne
de lokması yenir. Musahip
olacak çiftler, gönülleri aklanmış, kafaları aydınlanmış olarak,
arılanmış-durulanmış dış görünümleriyle “Görgü cemi”ne girmeye hazırdır.
Rehber, pir huzurunda dara durup, musahip olacaklar hakkında konuşarak onları
tanıtır. Pirden izin ister. Cemi yöneten dede, oniki hizmet sahipleri ve cemde
hazır bulunanlar, musahip adaylarının yola girmeye hazır oldukları yönünde çeşitli
kanıtlarla ikna edilir. Tercüman kurbanı koç ya da Cebrail (horoz) meydana
alınır. Pirin izni ile zakirler sazlarına düzen verip, ozanlardan üç nefes bir
düvazimam çalar, söyler. Nefesler, ikrar verme, musahiplik tutma ve bunların
kutsallığıyla birlikte, yükümlülükleri açıklayıcı içeriklidir. Törenin adı
“Kurban tekbirlemesi” olduğundan, doğal olarak koç ve kurban üzerine de mutlaka
bir nefes ya da düvazimam vardır: Akıl
ermez yaradanın sırrına Muhammed
Ali’ye indi bu kurban Kurban
olam kudretinin nuruna Hasan
Hüseyin’e indi bu kurban Şah
Hatayi’m eder bilir mi her can Kurbanın
üstüne yürüdü erkân Tırnağı
tesbihtir kanı da mercan Oniki
İmama indi bu kurban Dedenin
duasından (kurban gülbankı) sonra, kurbancı baba, kurbanı kesmek için, dışarı
alır. Kurban lokması, musahiplik törenleri ve görgü ceminin diğer hizmetleri
bitinceye kadar pişirilip hazırlanacaktır. Artık
rehber, musahip olacak canları içeri alır ve böylece asıl önemli olan üçüncü
aşamaya gelinmiştir. Musahiplik töreni başlar. Bu töreni, musahip tutma darı
çerçevesinde toparlayıp özetleyelim: Musahiplik darına, Muhammed–Ali yoluna ilk
kez giren, ikrar verecek canlara yol gösteren hizmet sahibi rehberle birlikte
durulur. Rehber, musahip olacak adaylar bekârsa, iki; evlilerse, bacılarla
birlikte dört canın önünde bulunur. Boyunlarına geçirilmiş tîğ-bend ya da
düğümlenmiş mendilden tutup çekmektedir. Bazı bölgelerde, örneğin Dersim
taraflarında tîğ-bend kullanılmaz; rehber, çiftlerin omuzlarına elini koyarak,
yürütür. Rehber, musahip olacak çiftleri, her bakımdan gerektiği gibi
hazırlamıştır. Genellikle “ölmeden önce ölmeyi” simgeleyen, akbezlere
sarılıdır, kefene dolanmışçasına. Ayakları yalınayak, başları açıktır.
Bellerinde, kemerbest (belbağı) vardır. Rehber, canları eşiğe niyaz ettirir.
İçeri girip, dedenin huzurunda “Hü!” deyip “Mansur darı”na dururlar. Pir,
“niçin geldiniz?” diye sorar. Rehber: “Bugün Mansur gibi darağacını, Nesimi
gibi bıçağı, Fazlı gibi hançeri ihtiyar edip (kabullenip) tabakatı evliyaya
ikrar verip, can verip canan almaya geldik!” der. Pir: “Ey talipler bu bir uzak
yoldur, gelemezsiniz! Gelme gelme, dönme dönme! Gelenin canı, dönenin malı! Bu
yol demirden yay, oddan gömlektir giyemezsiniz, gidiniz!” dedikten sonra, onlar
geri gider; eşiğe varıp, gene gelirler. Bu durum, üç kez tekrarlanır. Yola
girerken pirin musahip olanlara söylediği “gelenin canı, dönenin malı”
yaptırımı ile kurbanlık koyun simgeselliği vurgulanmış olabilirse de bunun
tersi biçiminde belgilenmesi, Aleviliğin temel felsefesine çok daha uygundur.
Kaldı ki, birçok kaynakta “gelenin malı, dönenin canı” biçiminde geçmekte ve
çoğu dedeler böyle uygulamaktadır. Bu bağlamda musahiplik, yola girerken malını
mülkünü, kendine ait olan herşeyini meydana koyup, ortaklığa sunmaktır. Birinci
belgide yol, R. Yürükoğlu’nun söylemiyle “dükkânı kapatıp, anahtarı teslim
ederek, çekip gidilecek yermiş” ortamı gibi sunuluyor. Oysa bir yaşam biçimine
dönüştürülmüş Alevi-Bektaşi yolundan dönen için, “Can pazarı” yaptırımı
konulmuş olması, daha usa yatkın görünüyor. Aynı zamanda bu yaptırım, dönüldüğü
takdirde, Muhammed–Ali ve erler, evliyalardan gelecek “görünmez kaza-belalarla”
yok olunacağı gizli telkiniyle ruhsal gerilim yaratmıştır. Belki
de kasıtlı sokulmuştur, “gelenin başı ya da canı” belgisi. Eğer gerçekten öyle
olsaydı, maldan dedeye ya da dergâha bırakan döner ve yüzyıllar boyunca yapılan
baskı ve zulümle Aleviliğin imi bile kalmazdı. Yine aynı yazarın dediğince,
“zamanın koşullarının gerektirdiği budur; dün de bugün de ‘Gelenin malı ve
dönenin canı’ belgisi, doğru olanıdır.” Kapıdan
her içeri girişte, dar meydanına gelinceye dek dört kapının erenlerine simgesel
olarak selam verir rehber. Üçüncü kez dara çıktığında, “Pir huzuruna bir (iki)
çift koç-kuzulu kurban getirdim. Al, kabul et, Allah eyvallah!” diyen rehber
tîğ-bentten çeker ve hep birlikte dedenin önünde yere kapanırlar. Bu durumda da
ayaklar mühürlü, yani Fatıma darı vaziyeti bozulmadan Fazlı darına
durmuşlardır. Dede eliyle ya da tarik çubuğuyla rehberin omuzuna,
Allah–Muhammed–Ali diyerek, üç kez dokunur ve “Hizmetlerin kabul, yüzün ak
olsun! Pir divanına yazılsın. Oniki İmam katarından didarından ayırmasın, hüü
erenler!” der. Rehber kalkarak tîğ-bendi dedeye verir. Dede, “Fazlı darı”ndaki
musahip canların üzerlerindeki kefeni simgeleyen akbezi kaldırır, şu duayı
okur: “Allah
Allah! Geldiğiniz yoldan, durduğunuz dardan ve çağırdığınız pirden şefaat
göresiniz! Cenabı Hakk, Hünkâr Hacı Bektaş Veli Sultan Allah’a kul, Muhammed’e
ümmet ve Ali’ye talip eyleye! Bu yoldan, bu dardan ve didardan ayırmaya! Ceddi
cemalımız yaramaza, uğursuza ve pirsize duş getirmeye! Şeytanın şerrinden,
gafil gadadan-görünmez beladan koruya! Cenabı Allah hayırlı devlet, hayırlı
evlat, hayırlı rahmet ve bereket ihsan eyleye! Darınız niyazınız kabul ola,
gerçeğe hüüü!” Dede,
tövbe telkinini yaptırıp, bellerini sıvadıktan sonra secdedeki canları
doğrultur, edeb erkâna geçirir. Canlar, dizleri üstüne oturur. Sonra, cemde
hazır bulunanlara dönerek: “Erenler cemine dört (iki) yeni can girdi. Bunlar
artık yol kardeşlerinizdir. Oniki İmamların huzurunda onları candan saklayıp
koruyunuz! Hüü gerçeğe, Allah eyvallah!” dedikten sonra, musahip kardeşleri
yeniden rehbere teslim eder. Rehber, onları meydan halkasında yanına oturtur. Yola
girmiş, ikrar vermiş bu canlar, edeb-erkân durumunda, yani “Nesimi darı”ndadır
şimdi. Artık zakirlerin musahiplik üzerine söyledikleri nefes ve düvazlar
dinlenir. Arkasından yeni yola girmiş canların, tarık altından geçmelerinden
sonra, doluları içilecek ve kestikleri kurban lokmaları yenilecektir. Mélikoff,
konuyla ilgili şunları söylüyor: “Musâhipleri
birleştiren bağlar sosyal niteliklidir: Musâhipler, bütün yaşam boyunca
yardımlaşmalı ve ailelerine yardımcı olmalıdır ... Musâhiplik bağları çok
kuvvetlidir: Musâhiplerin çocukları, bacı ya da kardeş saydıklarından
aralarında evlenemezler. Bu bağ ölüme dek sürer. Bir musâhip evlenmek istediği
zaman, Âhiret kardeşi ona yardımcı olmalıdır. Birlikte, kolkola kız aramaya
çıkacaklardır. ... Musâhip, gelin odasına kadar evlilerin yanında bulunacaktır.
Eğer evli ise eşi, bütün evlenme merasimi boyunca yeni geline yardımcı
olacaktır.” (Mélikoff 1993: 97-98) Aynı
âdete, Ehl-i Hakk Kürtlerde de rastlanır. Yetişkinlik çağına gelen her Ehl-i
Hakk, kendi ailesinden başka bir aile içinden «Âhiret Kardeşi» seçmek
zorundadır ve eşler belli bir merasimden geçerler. «Âhiret Kardeşi», yaşamının
her mühim anında, evlenme ve hatta ölüm anında, kardeşinin yanında olmak
zorundadır.” (Mélikoff 1993: 91-92) 3.2
Musahiplik Dolusu Alma, Lokma Yeme
İlkikrar sitemini çeken, yani tarık çubuğu altından geçen musahipler, son aşamada
pir–mürşit elinden, dolu ya da dem (içki, şarap, şerbet, su) içer. Sonra saki,
yola girenlerin dolusunu dağıtır. Bu dolu, cemdeki tüm canlarla paylaşılır.
Cemdeki kadın-erkek her can, üçer yudum ya da üçer kadeh alır. Bu,
birlik-beraberlik dolusudur. Dolu, “Kırklar Meclisi”nde ezilip içilen bir üzüm
tanesi şerbetinin simgesidir. İkrar birliğinin, ikrarından dönmemenin ve
Alevi-Bektaşi yoluna girmenin andıdır. Tören, canlarla bütünleşip, toplumla
bütünleşerek benlikten sıyrılma yeminidir. Musahiplik dolusu alındığında, muhabbet faslı başlamıştır. Sakiler, içki kullananlara birbiri ardınca üç kadeh dem sunar. Sıra zakirlere gelir. Onlar da “dem nefesleri” okur, “dem geldi semahı” çalarlar. Üç nefes ve bir düvazimamdan sonra, musahipler semaha kalkar. Nefesler anlamlıdır; yola girenlere öğütler verir, Muhammed–Ali yolunu sevdirir. Dolu içmenin erdeminden, “KırklarMeclisi”nden söz eder.
Nefeslerden birkaç dörtlükle konu daha iyi anlaşılacaktır: Elele
tutup gidelim kardeş Muhammed
Ali’nin yoludur bu yol Cümlemiz
bir vücut olalım kardeş Muhammed
Ali’nin yoludur bu yol Mürşidi
kamilden guş eyle pendi Hıfzeyle
gönlünde hernekim dedi Cem
olup erenler meydane geldi Muhammed
Ali’nin yoludur bu yol Erenler
yoluna gitmek böyledir Babında
Mihrabi kuldur köledir Derdiğinden
cemet erenlere ver Muhammed
Ali’nin yoludur bu yol Güzel
Şahtan bize bir dolu geldi Bir
sen iç sevdiğim bir de bana ver Hünkar
Hacı Bektaş Veli’den geldi Bir
sen iç sevdiğim bir de bana ver Payım
gelir erenleri payından Muhammed
neslinden Ali soyundan Kırkların
içtiği engür suyundan Bir
sen iç sevdiğim bir de bana ver Arkasından
aşçı, kurbancı ve meydancının yardımlarıyla sofralar açılır; musahiplerin
kurban aşı “Hak lokması” gelir. Birlikte yenilen lokmanın da belirli kuralları
vardır; dualar gülbanklar okunur, destursuz lokma yenmez. Önemli olan, tercüman
kurbanı payından, her canın tatmasıdır. O, dualıdır ve rıza lokmasıdır.
Böylelikle toplum onlarla bütünleşmiş, bir can bir vücut olmuşlardır. 4.
Sonuç
İkincikez dünyaya gelme anlayışı içerisinde, artık yol oğlu olmuş musahipler,
toplumlarıyla çözülmez bir inançsal akrabalığın içine girmişler, bir
pir’e–dedeye bağlanmışlardır. Böylelikle, taliplerin oluşturduğu bu “yol
akrabalığı” düzeninde (mürebbi, musahip, rehber, yol talibi, pir) oluşan
komünal yaşamı benimsemiş küçük toplumsal birim, mürşite–dedeye bağlı ve onun
talipleri olan diğer pirlerin–dedelerin çevresiyle genişleyen daireler halinde
daha büyük topluma ulaşır. Sonunda Hacı Bektaş Veli’yi temsil eden büyük
mürşitin (mürşid-i kâmil) tepede bulunduğu bir toplumsal akrabalık düzeni
yaratılır. Tüm kültürel, inançsal ve toplumsal değerleriyle musahiplik, hep
birlikte ortaklaşa üretip, ortaklaşa tüketen; eşitlikçi ve sevgi birliğinde
temellendirilmiş paylaşımcı bir düzenin kurumudur. Kaynaklar
Aytekin,Sefer (Haz.): Hacı Bektaş Veli: Makalat. Ankara 1954. Corbin,
Henry: Temps Cylique et Gnose Ismaelienne. Paris l982. Daftary,
Farhad: The Ismailis, Their History and Doctrines. Cambridge University Press
1992.Engineer, Asghar A.: The Origine and Development of Islam. New Delhi 1980. Hamidullah,
Muhammed; Tuğ, Salih (Çev.): Resulullah Muhammed. İstanbul 1992. Heyet
(Haz.): İmam Caferi Sadık Buyruğu. İstanbul 1989. Mélikoff,
Irène; Alptekin, Turan (Çev.): Uyur İdik Uyardılar: Alevîlik-Bektaşîlik
Araştırmaları. İstanbul 1993.
|