Âşık Remzâni |
İsmail KAYGUSUZ
KERBELA OLAYI
ZULME
KARŞI BÜYÜK DİRENİŞİN SİMGESİ KERBELA OLAYI, ÖNCESİ VE SONRASI
Kısa Bir Giriş Sünni
İslam dışında ve kendilerini Caferi diye adlandıran Şiiler ile Alevi-Bektaşiler
İmam Hüseyin ve Kerbela şehitleri için yas ayı kabul ettikleri Muharrem ayında
on ya da oniki gün oruç tutarlar. Her yıl Kurban bayramının ilk gününden
itibarın, üçüncü haftanın son günü başlatılan İslamın bu kesimleri için
Muharrem orucu, aynı zamanda Tanrıya ibadet olarak algılanmaktadır. İmam
Hüseyin’in şehit edildiği gün olan orucun sonunda Şiiler, zincirlerle döverek,
kesici aletlerle yaralayarak kendikendilerine işkence ederler. Bu şekilde
ıztırap çekerek, İmam Hüseyin’in o korkunç ve dayanılmaz acılarına ortak
olduklarına inanırlar. Alevilerde ise hiç su içmedikleri Muharrem orucu,
onikinci gün aşure çorbasının pişirilip dağıtılmasıyla son bulur. O gece Cem
yapılır ve Kerbela olayını anlatan, saz eşliğinde özel makamla okunan
Mersiyeler (ağıtlar) söylenir; şehitler için ağlar, gözyaşı dökerler ve Yezid’e
lanet okurlar Cem’e katılmış olan canlar. Yine Alevi-Bektaşilerin Muharrem
dışında da Görgü Cemleri, ‘Cem Birleme’ adını verdikleri törende, su ya da
şerbet dağıtılırken, İmam Hüseyin ve Kerbela şehitlerini anan övgü ve sevgi
nefesleri söylenerek (tevella), Yezit ve Muaviye’ye lanetler okunarak (teberra)
sona erdirilir.
İslamtarihinde korkunç ve dengesiz bir siyasal olay olan Kerbela kırımı ve İmam
Hasan ile Hüseyin üzerinde, nesnel bakış açısından yaklaşımla yorumlamayı
deneyeceğiz.
1.İmam Hasan ve Muaviye Anlaşması Üzerine
Aliharici İbni Mülcem tarafından şehit edildiğinde (661) ikinci imam Hasan otuz
yedi yaşında bulunuyordu. Al Müctaba (seçkin, seçilmiş) sıfatını taşıyan
Hasan’ın Muaviye’ye boyun eğmesi ve onu İslam halifesi olarak kabullenmesi iki
türlü değerlendirilmektedir: Birinci değerlendirmede Hasan acımasızca
eleştirilerek halifeliği savaşsız Muaviye’ye teslim ettiği için onunla alay
edilmiş. Batılı ve tarafsız (!) görünen
bazı tarihçiler tarafından, kadınlara aşırı düşkün, öngörüsüz, lüks ve
rahat yaşam isteyen biri olarak betimlenmiştir. Hatta J. Wellhausen, “Hasan,
hak ve hukukunu şerefsizce satmıştır”diyerek hakarete kadar vardırmıştır. Avrupa merkezci idealist tarihçiler, İmam Hasan’ı alçaklık ve
korkaklıkla suçlamış; Emevi ve Harici yandaşı, daha sonraları Abbasi dönemi
Sünni tarihçi yazar ve şairlerin anlattıklarını temel almışlardır. Şii tarihçi
ve yazarlar ise bu değerlendirmeyi asla kabul etmezler. Onlar, Küfeli Şiiler ve
orada bulunan ordunun başındaki Ali’nin Medineli ve Mekkeli dostları tarafından seçilen
Hasan’ın halifelikten çekilmesini, alçakça bir zayıflık ve korkaklık değil,
tersine gerçekçi ve şefkat-merhamet dolu bir olay olarak gösteriyorlar. Yaklaşık 40 bin kişilik ordunun başında, babasının
öcünü almak için Haricileri takibeden Hasan, Muaviye’nin başında bulunduğu
Suriye ordusuyla karşılaştı. Kendisine
haber gönderip müzakere isteyen Muaviye, öbür yandan Küfeliler arasına soktuğu gizli adamlarıyla
yaydığı yalan haberler ve dağıttığı rüşvet Hasan’ın ordusunu parçaladı. Çeşitli
kabilelerden oluşan birlikler uyuşmazlığa düştü ve Hasan’ı yüzüstü bıraktılar.
Bir kısmı ona başkaldırdı, bir kısmı
Muaviye ordusuna katıldı.Hatta Hasan’nın çadırını yağmalamaya giriştiler.
Dolayısıyla Hasan yanında kalan bir avuç yandaşı ve yakınlarının kanı
dökülmesin diye halifelikten vazgeçip Medine’ye çekildi. Elbette
ki Hasan, ne bir korkak ve alçak, ne de onursuzca hukukunu satmıştır. Ancak
İmam Hasan; çok kurnaz bir politikacı olduğu kadar, hem silah hem de ekonomik
zenginliği elinde bulunduran egemen sınıfların temsilcisi Muaviye tarafından
rahatlıkla tuzağa düşürülecek kadar zayıf ve deneyimsizdi. Hasan’ın hasmı
öylesine kurnaz ve hilekar politikacıydı ki, Sıffin savaşında Ali’nin
karşısında kaybetmek üzere olduğu anda bile durumu lehine çevirebilmişti. Hasan’ın
durum değerlendirmesi yapmadan, gücünü ve ordusunun sadakatini tam anlamadan,
asıl düşmanını gözden kaçırarak, salt babasının öcünü almak için Haricilerin
üzerine gitmesi doğru değildi. Çevresinin etkisiyle Hasan’ın bu aceleciliği,
Muaviye’nin çok işine yaradı. Muaviye, Küfe’deki Halifelik yönetim çevresindeki
sınıfların tereddütlerini ve Hasan’ın
asıl, bir toplumsal ihtilalle babasını halife yapmış olan aşağı sınıflardan
halklarla, yani Sabailerle ilişkilerinin kopukluğunu gördü. Çıkar gruplarını
rahatlıkla satın aldı. Müzakereler sırasında Hasan’a, kendi durumlarının tıpkı
Ebubekir ile Ali arasındaki halifelik anlaşmazlığına benzediği haberini
göndermişti. Ebubekir'i tutan kabile şeflerinin çokluğu yanında, yönetime daha
layık olsa bile Ali ve yandaşlarının zayıf oluşu, onu evine kapanmaya zorunlu
kılmıştı. Hasan’ın böyle yapmak zorunda olduğunu açık açık söylüyordu. İşte
Hasan, Muaviye’nin bu değerlendirmesinin doğruluğunu görerek, babası gibi evine
ve inancına sığınmak zorunda kalmıştır. 17.yüzyılda yaşamış, 4.İmam
Zeynelabidin’in oğlu Zeyd soyundan gelen Senirkentli Veli Baba,
Menakıbname’sinde anlaşmayı dönemin türkçesiyle şöyle anlatmaktadır: “Hz.
Murtaza’nın şehadetinden sonra bivefa Küfi’lerin (vefasız Küfelilerin)
teşvikiyle Şam üzerine ordu çekmiş ise de, Anbar nahiyesinde Şam askeri
karşıladığından ve zati alisi bu yolda sefk-i dem (kan dökmek) istemediğinden
Muaviye ile beş şart üzerine, Muaviye’nin teklifi vechile hicretin kırkbirinci
senesinde (M.661) hakk-ı hilafetini ana terketmiş. Ve ol şartlardan evvelkisi
şart: Hz. Ali K.V.ye la’n ve şetim (lanet ve küfür) olunmaya. İkincisi: İmam
Hüseyn Muaviye’ye tebaiyyet itmeye ve
biat teklifinden muaf tutula. Üçüncüsü: Şam valisi Muaviye yerine kimseyi
kaimmekam kılmayub (yerine kimseyi tayin etmeyip), andan sonra İmam Hasan
Halife-i Resulullah ola. Hz. Ali taraflısı olan bazı rical (ileri gelenler)
incitilmeye ve hapishanede ise koyverile. Beşincisi: Her sene İmam Hasan
Basra’dan ikiyüz bin guruş ala ( Kuruş, gümüş dirhem karşılığı olabilir! İ.K.)
Zira Şah-ı vilayet (Hz.Ali) şehid oldu. Yirmi iki evlad ve dört nisa’ye
(kadına) sekizyüz guruşluk malı kaldı. Bu sebebten Evlad-ı Ali cümlesi fakıyr
idiler. Lakin Muaviye beş şartın dördünü kabul ittim. Beşincisi La’nı Ali ve
sebbi Ali (Ali’ye lanet ve küfür) olmamak kabil değildir. Meğer ki İmam Hasan
kanğı camide bulunur ise, o camide sebb ve la’nı Ali olunmasın, başka olmak
mümkün değildir, didi. Hah-ı nahah (ister
istemez) tarafeynden kabul ittiler. Badehu (bunun üzerine) dairesi halkıyla
(Hasan) Medine-i Münevvera’ye giderek kuşe-i inzivaya çekilmiş idi.” Hasan’ın
ne denli yalnız kalmış olduğu, bu koşulların ileri sürülmesi ve kabul
edilmesinden anlaşılmaktadır. Sorumluluğunu yüklendiği ailesini açlığa tutsak
kılmamak için, babasına cami mimberlerinden
küfredilmesini bile sineye çekmiştir Hasan. Kuşkusuz sadece Hasan
tarafından değil, ailecek kabul edilmiştir bu onur kırıcı koşullar. Çünkü, Ali ailesinin başka kurtuluş yolu yoktu.
Ancak Hasan aile içinde seçilmiş ikinci İmam olarak barışçıl siyasetini ölümüne kadar sürdürmek
zorunda değildi. Eğer Hasan Muaviye ile savaşa girseydi, Kerbela olayıyla
Hüseyin’in taşıdığı büyük tarihsel onur onun olurdu. Ama Ali soyu, ehlibeyt
soyu tümüyle yokolurdu. Çok hırslı ve kindar bir düşman olan Sufyan oğlu
Muaviye, Hasan ve yanındakileri öldürmekle kalmaz, Medine’ye ve Mekke de
saldırır tüm Haşimi sülalesinin sonunu getirirdi. Ali Muaviye için, “sen ve
baban istemiyerek ikiyüzlülükle İslam’a katıldınız. Peygamberin vefatıyla da
eskiye döndünüz cehaletiniz bitimsiz”, dememiş miydi? Cehalet devrinin büyük
kin ve düşmanlığı bitimsiz sürüp gidecekti. Muaviye’nin, yapılan anlaşmada Hasan’a, halifelikten
vazgeçmesi koşuluyla çok cömert
davrandığı görülüyor. Hasan ve
yandaşlarına genel af dahil, ailesinin Medine’de rahatça yaşaması için yüklü
bir mali kaynak sağlamıştı. Bazı kayıtlara göre ise, daha ileride Muaviye’nin ölümü üzerine
halifeliğin Hasan’a devredileceği koşulu bile vardı. Yapılacak olan bir savaşın
kendisine daha pahalıya malolacağını bilen Muaviye bunlara seve seve razı
görünecekti. Halifeliğe ilişkin madde anlaşmada gerçekten varolmalıydı ki,
Hasan buna inanmış ve sekiz yıl boyunca
Medine’de, kendisine gelip Muaviye’ye başkaldırdığı takdirde,
destekleyeceklerini söyleyen heyetlerin önerilerini reddetmiştir. Hiç kuşkusuz
Hasan’ı ve kardeşi Hüseyin’i ayaklanmaya
zorlayan, Ali’nin ölmediğini ve onun tanrısal özünün şimdi kendilerinde tecelli
ettiğini inandıkları için bölük bölük
onlara koşan Sabailerdi. Ayrıca Şii oldukları için Muaviye’nin valileri
aracılığıyla Ali’ye küfrettirerek ağır baskı altında tuttuğu Küfe de
kaynıyordu. M.
Momen, “Muaviye İmparatorluk üzerinde
öyle bir kuvvetli pençe geçirmişti ki, herhangibir başkaldırı
başarısızlığa uğrardı. Üstelik Hasan söz vermiş ve bir anlaşma
imzalamıştı.”diyerek, Hasan’ın ayaklanmamasına gerekçeler sıralıyor.(Agy, s.28)
Bizce Hasan bir isyanı yönetmeye kendini
yetkin göremediği için pasifist siyaset izlemek zorunluğu hissetmişti. Zaten
yapamazdı. Medine’de, anlaşma uyarınca Basra’dan gelen ekonomik yardımı kabul
ettiği için bir çeşit gözaltı yaşıyordu.
661 ile 680 tarihleri arasındaki bu dönem, politikaya karışmamak koşuluyla
verilen bu yardım, onlar için doğrusu
bir zül idi. 19 yıl Ali ailesi bir ekonomik gözaltı olan bu ayıbı yaşadı. Hasan
hep Muaviyen’nin de anlaşmaya uyacağına inanmak istiyordu. Elbette ki uymadı ve
669 yılında, henüz kırkaltı yaşında bulunan Hasan’ı öldürttü. Büyük olasılıkla
Muaviye, Hasan’ın artık isyancılardan
etkilenmeye başladığı ve harekete geçeceğinden kuşkulandığı için onu
zehirleterek ortadan kaldırmıştı. Hasan’dan
sonra imam olarak Ali ailesinin başına getirilen Hüseyin’in on yıllık Medine
yaşamı da farklı geçmedi. Hasan’ın öldürülmesi Ali ailesini iyice sindirmişti.
Muaviye yaşadığı sürece onları bu anlaşmaya uymaya zorladı ve gözaltı sürdü.
Muaviye, camilerde minberden Ali’yi lanetlemeyi bir siyaset kurumu haline
getirmişti. Bu siyasete bilinen ilk
tepki Hucr İbn Adi başkanlığında bir avuç Küfeli Şii’den geldi. Al Kindi
kabilesine mensup Hucr İbn Adi, Sıffin savaşı dahil diğer birçok siyasi
olaylarda Ali’nin yanında bulunmuş ve onun tarafından yetiştirilmişti. 671’de
Muaviye yönetimine karşı başkaldırdı. J. Wellhausen, Ebu Mihnef ve Taberi’den
kaynaklanarak olayı çok geniş biçimde ayrıntılamaktadır. İsyan kolayca bastırıldı ve Hucr, altı
arkadaşıyla birlikte Şam’a götürülerek Muaviye tarafından idam edildi. 2.
Hüseyin ve Kerbela Olayı: Şiilik Ortodoks İslam Olarak Tarihte Yerini Alıyor Caferi
Şiilerin kutsadığı Hucr ve arkadaşları olan yediler, ortodoks Şii değil, Sabai
idiler. Çünkü canlarını uğrunda hiç
çekinmeden verecek kadar Ali’yi taparcasına seviyor ve ona bağlıydılar.
Kutsadıkları varlığın lanetlenmesine dayanamamış isyan etmişlerdi. Muaviye
onlara, Ali’yi inkar ettikleri takdirde canlarının bağışlanacağını söylediği
halde, sevgi ve bağlılıklarından asla ödün vermediler. Muaviye’nin yandaşı olan
Ayşe’nin bile kızıp karşı tavır aldığı
bu olaya, İmam Hüseyin ve Ali ailesinin diğer bireylerinin davranışı yahut
haberli olup olmadıkları hakkında bir bilgi yoktur. 70-80 yıl sonra, Hucr’ün
mensup olduğu Al Kinda kabilesinden Banu
Kinda’nın güçlü partisi, Sabailiğin devamı ve daha gelişmiş kolu olan
Mansurilerle birlikte halife Abdülmelik’e başkaldırmıştır. Baştan
Hucr’ün arkasından gitmekten çekinen kabile üyeleri, Sükun kabilesinden Malik
b. Hübeyre’nin hapse atılmış diğer bazı isyancıları parayla da olsa
kurtarmasından sonra birlikte harekete katıldılar. Ziyad tarafından Şam’a
götürülmüş olan Hucr ve arkadaşlarını kurtarmak için silaha sarılarak yürüyüşe
geçtiler. Siyaset kurnazı Muaviye onları silahla karşılayarak, isyanın büyüyüp
genişlemesine meydan vermedi. Onları parayla karşıladı. Muaviye’nin 100 bin
dirhem (gümüş) göndererek Malik’in
öfkesini yatıştırdığı ve kendisinin haklılığına onu inandırdığını öğreniyoruz. Açıkça görüldüğü
gibi, Muaviye Sükun kabilesi başkanı
Malik b. Hubeyre’yi 100 bin dirheme satın almış ve isyanı bastırmıştı. Bu olay,
kabile aristokrasisinin inanç değil
çıkarlar doğrultusunda hareket ettiklerinin en belirgin örneğidir. İşte
Hüseyin’i Küfe’ye çağırıp, halife olarak başlarına geçirmek isteyenler de
toplumun bu kesimiydi. Muaviye
680 yılında öldü. Şii yazarlara göre, sözde ölüm döşeğinde acı bir vicdan
azabıyla kıvranıp durmuş. Yaptıklarından dolayı ufak bir vicdan azabı duyan
adam, ölmeden önce oğlu Yezid’i ardıl
olarak atayıp zorba bir hanedan
yaratmazdı. Medine valisi Velid b. Akab, İmam Hüseyin’i Yezid’e biat etmeğe
zorlayınca Mekke’ye göçetmişti. M. Momen: “İslam dininin kurallarıyla alay eden
bir sarhoş olan Yezid’in halifelik makamına oturması namussuzca bir tecavüz,
bir gasıptı. Küfe’de halk bir kere daha kaynaşmaya başladı. Artık Medine’ye
Hüseyin’i Küfe’ye gelmeye ve kendilerine liderlik yapmaya zorlayan mektuplar ve
haberler geliyordu”diye yazıyor. Hüseyin’i
çağıran, Küfe’nin nüfus çoğunluğunu oluşturan kozmopolit halkı mıydı? Hiç de öyle görünmüyor. J. Wellhausen’in
açıkladığı gibi, Küfeliler ondan yanlarına gelmesini ve başlarına geçerek Emevi
egemenliğine karşı ayaklanmasını istediler.
Ancak, Hüseyin’e mektup yazanlar her kabileden nüfuz ve itibar sahibi
kimselerdi. Ayrıca sayıca ve nüfuzca önde gelen Yemenliler de bulunmaktaydı.
Kısacası kentin yerli zenginleriyle, Küfe’ye yerleşip varlık sahibi olmuş yabancı kabilelerin başlarıydı. 2.
a Hüseyin Müslim Akil’i Küfe’ye
Gönderiyor Hüseyin
Küfe’den gelen çağrıları değerlendirmek istedi. Yezid’in valileri, hangi
şehirde oturursa otursun onu boyun eğmeğe zorlayacaklardı. Bu nedenle Küfe’ye
gitmeye ve orada şansını denemeye karar verdi. Başka çıkar yolu da yoktu. Ondokuz yıldan beri Medine’de yaşadığı ekonomik
gözaltı Ali ailesini giderek yozlaşmaya itmişti. Zaten Medine zevk,
eğlence ve mizah merkezi halini
almış; buradaki Haşimiler siyasetten ve savaşlardan uzak, Peygamberin
kabilesinden olma ayrıcalığının zevkini çıkarıyorlardı. Tanınmış doğubilimcilerden
Franz Rozenthal’ın dönemin Arap yazarlarından derlediği, mizah-gülmece
yaratıcısı Eş’eb ve torunu Şuayb’ın öykülerinde İmam Hasan ve oğullarının;
Hüseyin’in kızları, Halife Osman’ın iki torunuyla evlenmiş Fatima ve
Sukeyne’nin (Sakine) adları sıkça geçmektedir. Özellikle Sakine’nin eğlenceye
düşkün ve birkaç kaç kez evlenmiş kadın olduğu belirtilmektedir. İmam Hüseyin bu yozlaşmayı ve kendi
ailesinin prestijinin azaldığını görüyor üzülüyordu. Küfe’de istediklerini bulamazsa, büyük olasılıkla son
İran şahı Yezdigerd’in kızı olan karısı
Şehriban’ın ülkesi İran’a geçip, oraya yerleşmeyi düşünüyordu. Hüseyin,
Mekke’den hareket etmeden önce amcasının oğlu Müslim Akil’i gizlice Küfe’ye
gönderdi ve ondan haber beklemeye başladı. Anlaştıkları üzere Müslim önce Sakif
kabilesinden, beş yıl sonra Hüseyin ve Ali ailesinin öcünü almak için Kaysaniya
adıyla büyük Sabai-Alevi hareketini başlatacak olan Muhtar b. Ubeyd’in evine
indi. Bu gösteriyor ki, Hüseyin Küfeli ortodoks Şiilerden çok Ehlibeyti
kutsallaştıran Sabai akımı yandaşlarına güveniyordu. Ancak Küfeli soylular
Müslim Akil’i oradan alıp, Murad kabilesinin önde gelen zenginlerinden Hani bin Urve’nin evine yerleştirdiler. Çok
dikkatli ve gizli propaganda toplantılarıyla, bir ay içinde yirmi bine yakın
Küfeli Şii, Hüseyin’e biad yeminiyle ihtilal ordusuna kayıt yaptırdı. Elbetteki
bunları Şam’daki halife Yezid’in kulağına ulaştırmışlardı casusları. Yezid’in
ilk işi, ılımlı ve harekete gözyuman Küfe valisi Numan b. Beşir’i görevden
alıp, Basra valisi Ubeydullah b. Ziyad’i onun yerine geçirmek oldu. Ubeydullah
daha Basra’dayken Hüseyin’in hedefi hakkında geniş bilgi edinerek gelmişti
Küfe’ye. Buna karşılık, “evinde yabancı saklayan ya da yabancı görüp de haber
vermeyen çarmıha gerilecektir” tehdidi işe yaramamış, Müslim Akil’in saklandığı ev ihbar
edilmemişti. Sonunda Makil adında bir azatlıyla 3000 dirhem vererek, onu Partiye bağışlamak kandırmacasıyla tanınmış
bir Şiinin evine sokmayı başardı. Müslim’e ulaşan Makil, Hüseyin’e biad ederek
onun güvenini kazanıp aralarına girdi. Böylece Hani bin Urve’nin evinde olup
biten herşeyi günü gününe vali Ubeydullah bin Ziyad’a bildirdi. Herşeyi
öğrenen vali, Hani bin Urve’yi konağına
çağırıp , Şii eşrafın önünde dövdü hakaret etti. Sonra idam edip Kasaplar
Pazarında astırdı. Ne kendi kabilesi ve ne de diğer Şiiler onu kurtarma
girişiminde bulunmadı. Ayrıca gelişigüzel birkaç kişi daha yakalanıp kendi
kabilelerinin oturduğu mahallelerde astırıldı. Ertesi gün Müslim Akil yanında bulabildiği
taraftarlarıyla pazar yerinde toplandı, sözde valiye başkaldıracak,
vuruşacaklardı. Bunu duyan Ubeydullah yanlarına geldi. Kendisiyle birlikte
sadece otuz silahlı muhafız vardı. Ayrıca parayla satın aldığı en itibarlı Küfe
Şiileri eşrafından yirmi kişi de yanında
bulunuyordu. Ubeydullah’ın yerine, bizzat bunlar isyancıları dağılmaları için
uyardılar. Müslim Akil’i tek başına bırakıp dağıldılar. Sokaklarda sığınacak ev
arayan Müslim’i, al Kinde kabilesinden dul bir
yaşlı kadın içeri aldı. Ama
kadının oğlu korkusundan kabile başkanına, o da valiye bildirince Müslim Akil
yakalandı ve vali Ubeydullah tarafından
idam edildi. Böylelikle Küfeli Şiiler bir kere daha Ali ailesine ihanet
ettiler. Bu kez, biraz Ubeydullah’ın kılıcının korkusundan, ama daha çok
parasına tamah ederek ihaneti gerçekleştirdiler. 2.
b Hüseyin Bir Daha Dönmemek Üzere Mekke’yi Terkediyor. Kayıtlara
göre İmam Hüseyin Küfe’ye gelmek üzere
Mekke’den ayrıldığı gün (10 Eylül 680),
Müslim Akil öldürülmüştü. Hüseyin’in Mekke’den ayrılmasına, başından gittiği ve
dolayısıyla sorumluluktan kurtulduğu için, en çok sevinen vali İbn Zübeyr oldu.
En yakın akrabalarından Abdullah b. Cafer’in
oğulları kadınları ve çoçuklarıyla birlikte, 54 yaşında bulunan
Hüseyin’le yola çıktılar. Abbasoğullarından kimse katılmadı. Sadece elli silahlı vardı yanında. Gerisi
kadın ve çocuklardan oluşuyordu. Hüseyin Tanim’de, Şam’a giden bir kervanı ele geçirdi. Çünkü develere
ihtiyacı vardı. Bundan sonra Küfe yolunu tutarak Zat, Irk, Vadi Zürrumme’den
geçerek Hacir, Zerud ve Salebiye
üzerinden Zübale’ye ulaştı. Burada Hac
ziyaretinden dönen birkaç Küfeli de ona katıldı. Hüseyin çağrı mektupları ve
imzalı biad yeminleri yanında bulunduğu
için, kafasında Küfe’de sadık Şiilerle (!) yükselteceği büyük isyan hareketini yaşıyor, planlarını yapıyordu. Hüseyin
Salebiye’de Müslim’in acıklı öyküsünü öğrendi. Küfeli Ebu Mihnef’ten kaynaklanan
J. Welhausen “bu haber üzerine, eğer öldürülen Müslim’in, kendilerine
intikam hakkı ve görevi düşen erkek kardeşleri razı olsalardı, Hüseyin seve
seve geri dönecekti” diyor. Bizce
Hüseyin, yukarıdaki açıkladığımız nedenlerden ötürü Medine’den de, Mekke’den de
bir daha geri dönmemek üzere ayrılmıştı. Küfe
valisi Hüseyin’in yola çıktığını çoktan öğrenmiş ve onu Küfe’ye sokmadan
ortadan kaldırmak yollarını arıyordu. Çünkü Şam’daki halife Yezid’in kesin
emriydi bu. Veli Baba Menakıbnamesi’ nde “Muaviye ölürken oğlu Yezid’e vasiyet idip, ‘ben Ali ile
Hasan’ın işini bitürdüm, cümle memaliki sana biat ittirdüm. İmam Hüseyin’in işini
de sen bitür’ diye vasiyyet eyledi”demektedir.
Yezid de halifeliğini elinden kaçırmamak için, acımasızca bu vasiyeti
yerine getirecektir. Ubeydulah
b. Ziyad, önce Kadisiye’den Tamimli
Hür b. Yezid’in kumandasında bin
kişilik öncü birlik gönderdi. Ama asıl, başında Muhammed’in sadık
sahabelerinden Sad b. Ebu Vakkas’ın oğlu Ömer’in bulunduğu 4000 kişilik kuvvet, Kerbala yakınlarında
bekliyordu. Bu kumandana Yezid, Rey valiliği sözü vermişti. Hüseyin’e boyun
eğdirdiği takdirde hemen gönderecekti.
Hür b. Yezid, Küfe valisi Ubeydullah’tan, Hüseyin’e dinlenme olanağı kullanması
ve onun bir kalede veya su kenarında konaklamasına izin vermemesi buyruğunu
almıştı. Kendisini hemen arkasından izleyen bu öncü birlik yüzünden ne Ninive
ne de Gadıriye ve Şefiye’de konaklayabildi. Hüseyin’i bir dost görünüşü
altında herhangibir saldırıda bulunmadan öylesine yakından izliyorlardı ki,
arkasında namaza duruyor. Hatta Hüseyin’in susayan askerlere kendi sularından
verdiği bile anlatılmaktadır. Her
fırsatta Ali ailesini ve yandaşlarını eleştiren, sıkça kusur bulan, onlara
karşı düşmanca tavır koyan Julius
Wellhausen, dönemin siyasi olaylarına her nedense Emevi hayranlığı içinde
bakmaktadır. Burada da “Hüseyin, Hür’ün emrindeki birkaç atlıya saldırması için
yapılan teklife uymadı; savaşı başlatan kişi olmak istemiyordu” diyor. Koca bir birlik, bir silahlı müfrezeydi bu,
birkaç atlı değildi ki! Hüseyin’in,
Küfe’ye yaklaşmasını önlemek için, bin kişilik bir askeri müfrezenin genç
kumandanı Tamimli Hür’e , elli kişilik
silahlı adamıyla saldırması bir kurtuluş mu olacaktı? Tersine kurduğu
dostluk ve gösterdiği sevgi, Hür b. Yezid’in
tek başına da olsa, daha sonra Hüseyin’in yanına geçmesini sağlamıştır.
Onun uğruna şehit olmuştur. 2.
c İmam Hüseyin Kerbela Çölünde Ölümüne
Direniyor Hüseyin
sonunda Fırat’a uzak olmayan susuz bir alanda, ‘kısır, çorak’ anlamına gelen
Akr köyüne yakın bir yerde, Kerbela’da konaklamaya zorlandı. Ömer b. Sad, Hazar
Denizi kıyılarında ayaklanmış Daylamlıları bastırmak için Küfelilerden
oluşturduğu 4 bin kişilik ordusuyla, aldığı emir üzerine Hüseyin ve adamlarını
kuşattı. Görüldüğü gibi, Hüseyin’i çağırıp başlarına geçmesini isteyen, biad
yemini imzalayan Küfe’nin saygın kişileri, şimdi Ömer b. Sad’ın kumandasında
düşman olarak karşısında bulunuyorlardı. Ali ailesini sevdiklerini ve onların
Şiası (yandaşı) olduklarını ileri sürenler,
inançları uğrunda şavaşa girmemişler. Ama, Ömer b. Sad’la Cihad’a, yani fetih savaşlarına katılmaktan
çekinmemişlerdi. Çünkü, bu savaşların ardında ganimet vardı, mal, para, toprak
kazançları vardı. Öyle korkuyla ya da zorlanarak filan katılmış değillerdi bu
orduya... Ömer
b. Sad, Hüseyin’e buraya niçin geldiğini sordurduğu zaman, o da kendisinin
yanında bulunan Küfelilerin davet mektuplarını çıkarıp göstermişti. Ama, şimdi artık burada kalmasına bir gerekçe
bulunmadığını, çekilip gitmesi için izin verilmesini istedi. Taberi’nin
Duhni’den rivayetine göre Hüseyin, Medine’ye geri dönmek ya da sınır boylarında
kafirlere karşı savaşmak, hatta Şam’a Yezid’in yanına gönderilmek istiyordu.
Ama, yine Taberi Tarihi’nde, Abu Mihnef’in “Hüseyin bunlardan hiçbirini
istemediği, yerinden ayrılmak niyetinde olmadığı” görüşüne de yer verilir. Bizce Ömer b. Sad ile istişareleri sırasında,
Hüseyin gerçekten sınır boylarına gitmek isteği göstermiş olmalıdır. Çünkü
buradan onun, İran’a geçmek ve oralarda
güçlenerek ve herşeyi talan edilmiş, toprakları ellerinden alınarak kendi
topraklarında köleleştirilmiş Arap olmayan halkların başında bir ihtilal yapma
niyeti sezilebilir. O topraklara gitmek için de Ömer b. Sad’ın ordusuna
katılarak olmasa bile, koruması altında Irak’tan çıkması gerekiyordu. Böyle bir durumda, Küfelelileri bu kez
gerçekten Hüseyin’e kaptırılacağı korkusu sarmış olmalıdır ki, Ömer b. Sad
hemen arkasından, Ubeydullah’la görüşmüş. Ondan Hüseyin’in, Yezid’in
halifeliğini kabul edip, ona biat etmediği takdirde, bir yere bırakılmaması ve
zor kullanması buyruğunu almıştı. Ayrıca, eğer bunu yapamayacaksa, ordunun
kumandasını derhal, buyruğu getiren Kays kabilesinden Şimr b. Zi Cevşen’e devretmesini istiyordu Küfe
valisi Ubeydullah. Belli ki, babası Sad b. Vakkas İslam Peygamberinin
sahabilerinden ve Ali’nin yakın dostlarından olması dolayısıyla Ömer’e fazla
güvenmiyordu. Ömer b.Sad, başındaki
orduyu yönlendirip Hüseyin’in tarafına geçseydi, tarihin seyri değişebilirdi.
Hemen Küfeyi alıp, Hüseyin adına yükselteceği büyük bir Şii isyanıyla iktidara
yürüyebilirdi. Ömer
b. Sad, Rey valiliğinin elinden gideceği telaşı içerisinde, aynı günün gecesi
boyunca saldırı hazırlıkları yaptı. Fırat tarafından sararak, suyun önünü
kestiler. Hüseyin Yezid’e biad etmeyeceğini kesin bir dille söylemişti. Daha
sonra kampında bulunan yakınlarına,
Yezid’in istediğinin kendisi olduğunu, isteyen herkesin gidebileceğini
içtenlikle açıklamasına rağmen, kimse onu terketmedi. Tek başına da kalsa şehit
oluncaya kadar savaşacaktı. Düşmanlar çadırlarının önündeydi, karşılıklı
konuşmalar yapılıyordu. Hüseyin’le birlikte ailesinden 18 ve yandaşlarından 54
kişi olmak üzere savaşabilecek 72 kişi vardı. Gerisi kadınlar ve çocuklardan
oluşuyordu. Kampın suyu ve yiyeceği tükenmişti. 10
Muharrem Çarşamba günü (10 Ekim 680) şafakla birlikte saldırı başladı. Bu
karşılıklı iki gücün vuruşması değil, bir imha savaşıydı, bir soyun kırımıydı.
Bir yanda 5 bine yakın Şam halifesi Yezid’in ordusu, öbür yanda 72 savaşçı.
Tarihin o ana kadar eşi görülmemiş
dengesizlikte ve kural tanımayan bir çarpışmasıydı. Ortaçağ savaşlarında
mertlik ve yiğitlik başkuraldı. Ama Kerbela’da tam anlamıyla kahpelik,
döneklik, satılmışlık ve acımasızlık yaşanmış. Din, ahlak ve insanlık
kurallarını tamamıyla dışına çıkılmış. Kişisel hırslar, bencillik ve çıkarlar
önde tutulmuştur. Hüseyin’in akrabaları ve sadık adamlarının hepsi de yiğitçe
dövüşerek düştüler. Bazıları omuzlarına kırbaları, tulumları takıp Fırat’tan su
almak için Ömer b.Sad’ın saflarını yararak, bazıları tek başına 15-20 kişiyle
birden çarpışarak şehit oldular. Bu çoğu Küfeli Şii askerleri öylesine mal
ganimet ve para hırsıyla donatmışlardı ki, bir an önce bu bir avuç Kerbela mazlumunu ezip,
Desteba’da Daylemliler üzerine cihad
için yola çıkma acelesi içinndeydiler. İslam dinini yayma adına kutsal cihadı
düşünenler, İslam Peygamberinin torununu katletmenin inanç ve ahlaki
sorumluluğunu akıllarından bile geçirmediler. Askerlerden kumandanlara ve
valisine kadar hepsinin vicdanları körelmiş, insanlıklarını unutmuş, çıkar ve
makamların tutsağı olmuşlardı. İçlerinde insanlığını anımsayan tek kişi
Tamim kabilesinden Hür b. Yezid oldu. Yezid ordusunun öncü
müfrezesi genç kumandanı Hür tek başına
Hüseyin’in tarafına geçti ve yiğitçe vuruşarak şehit oldu.
Hüseyin’inüvey kardeşlerinden Abbas su kırbası
omuzunda, yalın kılıç safları yararak ırmağa ulaşan tek savaşçı olmuştu.
Çadırdaki kadın ve çocukların “suuu, su!”diye inlemeleri, son kalan savaşçı
erkek olarak onu öylesini etkileyip güçlendirmişti ki, yardığı saflardaki
yüzlerce kişi engel olamamış suya ulaşmıştı. Kırbayı doldurup attı omuzuna ve
yine daldı safların arasına. Vuruşmaktan gücü kesilmek üzereydi. Korkularından
yanına yaklaşamayan Yezid askerlerinden birkaçı gücünün kesildiğinin farkına
vararak, arkadan önden saldırıp, iki kolunu birden omuzlarından budadılar.
Kırbayı dişleriyle tutarak çadıra yetiştirmeye çabalıyordu. Üzerine oklar
yağmaya başladı. Kırbayı delip suyu toprağa akıttılar ve Abbas’ın vücudunu
delik deşik ettiler. Buna
rağmen sağ kalan tek yetişkin erkek olan Hüseyin, çadırda inleyen birbuçuk
yaşındaki oğlunu alıp kollarıyla havaya kaldırarak ona olsun acımalarını, bir damla su
vermelerini istedi. Bazı kayıtlara göre, Hüseyin çocuğunu havaya kaldırırken,
Sad İbn Vakkas’ın oğlu Ömer onu gördü. Yanında duran keskin nişancılarından
Harmele’ye “Harmele, Hüseyin’e bir cevap ver!” demesiyle, zalim okçu Hüseyin’in
herkesin görmesi için elinde yükselttiği masumun boğazına nişan alıp bir ok
gönderdi. Çocuğunu, babasının elinde şehit etti. Askerler giderek çemberi daraltmaya ve
kadınların ve çocukların bulunduğu çadıra doğru yaklaşmaya başlamışlardı.
Hüseyin kılıç ve kalkanının alıp son gücüyle saldırdı. Birçoğunu tepeledikten
sonra aldığı 33 kılıç yarası ve 34 darbeyle onu yere yıktılar. Kimsenin
kafasını kesmeğe cesaret edemediğini gören Şimr, hemen kılıcını çekip Hüseyinin
kafasını gövdesinden ayırdı. Askerler gerek Hüseyin’in başsız bedenini ve
gerekse çadırdaki karısı, kızı, oğlu ve yakınlarının karısı çocuklarını
soyup yağmaladılar, çırılçıplak
bıraktılar. Hüseyin’in kesik başını alan Şimr, hasta olduğundan savaşa
katılamıyan oğlu Ali (Zeynelabidin) ve
kadınlarla çocukları çıplak develere bindirip kafile halinde Şam’da haber
bekleyen Yezid’e götürdü. Aynı Şimr’in 656’daki Sıffin savaşında Ali’nin şiası (yandaşı) olarak Muaviye’ye
karşı çarpıştığı bilinmektedir.
2.d Kerbela Olayı Üzerine Şii Görüşünün Eleştirisi Hüseyin,
Irak’a yaklaşırken Küfe’de isyanın çökertildiği, Müslim Akil'in öldürüldüğü
üzerine bir dolu uyarı almıştı. Doğrusu Şii tarihçileri, yolculuk sırasında
konaklama yerlerinden birinde
(Salebiye’de) Küfe’den korkunç haberi aldıktan sonra Hüseyin’in
yanındaki yoldaşlarını toplayıp, kendilerini ölüm ve felaketin beklediğini,
onlara anlatmış olduğunu kaydetmektedir.
Hüseyin, bu noktada Medine’ye geri döner ya da kendisine yapılmış olan
Tayy kabilesinin dağlık bölgedeki kalelerine sığınması önerisini kabul
edebilirdi. Bu hareket yollarını
reddettiği gibi, Küfe’ye ve bir felakete doğru gitmekte ısrarlı olduğu
için kendisini hemen terketmelerini bildirmişti. M.
Momen, bu konularda düşüncelerini
belirttikten sonra, aynı sayfalarda Kerbela olayı ve Hüseyin’in büyük direnci, kendini kurban edişi üzerinde
çağdaş Şii tarihçilerinden S.H. M. Jafri’nin yorumundan, bazı ayrıntılar
geçmektedir. Jafri özetle şunları söylüyor : “Açıktır
ki Hüseyin, karşılaşacağı tehlikelerin tamamıyla farkındaydı. Kafasında İslam
toplumunun bilincinde bir devrime neden olmayı planlamış ve bir stratejiye
sahip bulunuyordu. Ayrıca açık olan bir şey daha vardı; Hüseyin Hicaz’da kolay
yapabileceği bir askeri desteği örgütleme ve
harekete geçirmeye çalışmadı ve ne de mevcut herhangibir fiziksel gücü
kendi çıkarı için kullanmayı denedi…Öyleyse Hüseyin’in kafasında ne vardı?
Neden hala Küfe yönünde gidiyordu? Batılı İslam tarihçiliği, bütün dikkati
Kerbela olayının hemen göze çarpan dışsal görünüşü üzerinde toplamış ve
Hüseyin’in kafasındaki çatışmayı tartışarak içsel tarihi çözümlemeye asla
uğraşmadığını göstermek doğrusu cansıkıcıdır.... Oysa bir bütün olarak Kerbala olaylarını dikkatli bir araştırma ve
analiz, Hüseyin’in başlangıçtan beri, Müslümanların dinsel bilinç ve
anlayışlarında tam bir devrim, bir
ihtilal yaratmayı planladığı gerçeğini
açığa çıkarır. Hüseyin’in davranış ve eylemlerinin hepsi gösteriyor
ki o,
askeri güç ve kudret aracılığıyla kazanılan bir zaferin daima geçici
olduğu gerçeğinin farkındaydı. Çünkü daha güçlü bir iktidar zaman içinde onu
çökertebilir. Fakat acı çekme ve kurban vermeyle kazanılmış yengi ebedidir ve
insan bilinci üzerinde silinmez izler bırakır…” Gerçekte
Jafri’nin düşündüğü gibi, Hüseyin’in
Mekke ve Medine halkından askeri bir örgütlemesini sağlayacak somut koşullar
yoktu. Yezid’in valilerinin ağır baskıları ve
mensup olduğu Haşimi kabilesinin de siyasetten uzak durmaları için
verilen paralarla ekonomik rahatlığa kavuşmuş olmaları bu duruma engeldi.
Olasılıkla Hüseyin’in aristokrat tavrı
da, bu kentlerdeki köleler ve yabancı (mevali) azatlılarla, yani emeğiyle
geçinen aşağı sınıflarla ilişki kurmasına engel oluyordu. Ya da yönetimin baskısından
kuramamıştı. Oysa Ali’nin, Ehlibeytin gerçek destekleyicileri ve kendi ailesini
kutsallaştıran, bu uğurda canlarını vermekten çekinmeyecek olan toplumun bu
kesimleriydi. Hepsi de amansız koğuşturmalar yüzünden yeraltına inmiş Sabai
örgütlenmelerine bağlıydılar. Daha sonraki yıllar üvey kardeşi Muhammed Hanefi
bunu başaracaktı. Hüseyin ise siyasetini, Hicaz dışındaki kabile başkanlarını
kutsal aile ayrıcalığıyla kendisine çekmeye bağlamıştı. Bir de, daha önce
sözünü ettiğimiz İran ve İslam İmparatorluğunun sınır boylarına ulaşmak olabilirdi… Jafri
yorumunu tam bir idealist diyalektik içinde sürdürmektedir: “Eylem
ve karşı eylem (action and reaction) arasındaki mücadele ve çatışmanın doğal
gelişimi şimdi gündemdeydi. Yani, Muhammed’in ilerici İslamcı eylemi
(progressive İslamic action), İslam öncesi putperstlik pratiğinin düşünme
yöntemleri içerisinde Arap tutuculuğunu bastırdı. Fakat otuz yıldan daha az bir
zaman içinde bu Arap tutuculuğu,
Muhammed’in aksiyonunu bir kere daha değiştirmek ve bozmak için, güçlü bir
reaksiyon (karşı eylem) başlamıştı. Yezid’in karakterinde tam iktidar oldu.
İslam şimdi, Hüseyin’in düşüncesinde, eski Arap reaksiyonuna karşı Muhammed’in
aksiyonunu (eylemini) yeniden etkin kılmanın korkunç gereksinimi içindeydi ve
bunun için tam anlamıyla bir sarsıntıya muhtaçtı…Hüseyin’in, İslama ilişkin ilkelere karşı açıkça
reaksiyon gösteren Yezid’i kabul etmesi, Muaviye ile Hasan’ın durumunda olduğu
gibi sadece politik bir düzenleme anlamına gelmeyecekti, aynı zamanda Yezid’in
karakteri ve yaşam yolunu onaylamak olacaktı…Hüseyin, sadece silahlı gücün
İslam eylemi ve bilincini kurtaramıyacağını anladı. Ona göre büyük bir
sarsıntıya, kalbleri ve duyguları sarsmaya gereksinim vardı. Bunun, sadece
acıçekme ve kendini kurban verme sayesinde başarılacağına karar verdi. Bunu anlamak,
özellikle Sokrates ve Jean d’Arc gibi
idealleri için ölümü kucaklayanların kahramanca eylemleri ve
fedakarlıklarını iyi değerlendirenler
için anlamak zor olmayacaktır. Bunların hepsinin üstünde, insanlığın kurtuluşu
için İsa’nın kendini feda etmesi örneği vardır…” Elbetteki
onuru, düşünce ve inançları ve büyük idealler için canını vermiş kişilerden
insanlık çok şey öğrenmiş. Onlar çağlar boyu kendilerinden sonra gelenler için,
erdem, yiğitlik, korkusuzluk ve haksızlığa direnme örnekleri oluşturmuşlardır.
Hüseyin de bu örneklerden biridir. Hüseyin’in büyüklüğü, Yezid’in haksızlığı ve
zalimliğine boyun eğmemek için, bir avuç
yandaşıyla 4-5 bin kişilik silahlı çıkarcı güce Kerbela çölünde ölümüne
direnmesiydi. Jafri’nin yazdığı gibi, Hüseyin ailesini yanına almış, çeşitli
uyarılara rağmen “kalplerde ve duygularda büyük sarsıntı yaratmak ve İslam
İmparatorluğunu sarsmak için” Mekke’den kefene dolanıp çıkmamıştı. Ölüme değil,
kurtuluşa ve –doğrudur- “Muhammed’in aksiyonunu” yeniden yükseltmek için, onun
gibi mücadele vermeye gidiyordu. Üstelik
Jafri’de inanç duyguları iyiden ağır basmış olmalı ki, sonraki satırlarda
Hüseyin’in, babasının kuzenlerinden İbn Abbas’ın, ailesi ve çocuklarını götürmemesi uyarılarını
tutmayışını şöyle açıklıyor : “Karşı güçlerin vahşi doğasının genişlemekte olduğunun farkına varan Hüseyin,
kendisini öldürdükten sonra Umeydoğulları’nın (Emevi yönetiminin) kadınları ve
çocuklarını esir alıp, Kufe’den (Neredeyse Akr köyüne yakın Kerbela’dan, demesi
kalmış. İ.K) Damascus’a (Şam’a) götüreceğini biliyordu. Esir edilmiş Muhammed’in ailesini götürecek bu kervan
Hüseyin’in mesajını halka iletecek, reklamını yapacak ve Müslümanların
kalblerini bu trajedi üzerinde düşündürmeye zorlayacaktı.” Tarihsel
sonuçları bilen çağdaş Şii yazar, Hüseyin’in de kendi başına gelecekleri
aynısıyla bilerek Mekke’den ayrıldığını gerçekmiş gibi anlatması onu
yüceltmiyor. Tersine küçük düşürüyor. Başlarda anlattığı bazı nedenlere
dayandırıp bir sonuca vardıran diyalektiği de ortadan kaldırıyor. Hüseyin’in
kendi alınyazısını bildiği ve buna engel olunanacak her türlü yardım ve
kurtuluş önerilerini reddettiğine inanan Şiiler (ve gelenekçi Alevilerin) anlayışıdır bu. Onlara gore; Muhammed torunu Hasan’ın
ağzından, Hüseyin’in ise boynundan öper ve ağlarmış. Sorulduğunda İslam Peygamberi,
Hasan’ı ağzından zehir içirerek, Hüseyn’i boynunu keserek şehit edeceklerini
söylermiş. Dahası Kerbela’da melekler ve
cinler ordularını çekip, Hüseyin’e yardıma gelmişler, ama o kabul etmemiş.
Örneğin yukarıda 13 no.lu dipnotta sözünü ettiğimiz Hatayi’nin Kerbela şiirinde şu dizeleri de
görebiliyoruz: İmdadına
geldi cıfir-i cinni Başında
var idi yüzbin ecinni Emreyle
Hüseyin koymayak cannı Ne
yaman kastetti kafir mervanı Emredin
adem donuna girelim Görünerek
karşısına duralım… Hüseyin’in
İsa’ya benzetilerek, dünya insanlığının kurtuluşu için kendisini ve ailesini
kurban etti yargısı da fazlaca idealist yaklaşımdır. Elbetteki, İsa Peygamber de insanlığı kurtarmak amacıyla
isteyerek çarmıhta ölüme gitmemiştir. Ancak her ikisi de hak bildiği, doğruluğuna
inandığı yaşam biçimini oluşturan inancını sürüdürememektense, ölmeyi
yeğledikleri gerçektir. İsa’nın direnci, çarmıhtaki dayanılmaz büyük
ızdırabıdır. Hüseyin ise en yakınlarının, gözleri önünde tek tek hunharca şehit edilmelerinin verdiği büyük
manevi acıyla birlikte, son nefesine kadar vuruşarak da direnmiş olmasıdır. 2.
e İmam Hüseyin Zalimlerin Zulmüne Karşı Ölümüne Direnmenin Simgesidir, Ağlama
ve Dövünme
Duvarı Değildir Hüseyin’in
Kerbela’ya kadar yolcuğunu uzatması, ailesini ve kendisini ölüme değil, tersine
kurtuluş umudunu yakalaması içindi. Bu umut Hicaz ve Irak topraklarından
uzaklaşmaya bağlıydı. Hüseyin’in bu yolla kurtuluşu, Emevi yönetimi altında
ezilen, her türlü maddi ve manevi baskıyla sömürülen halkların da zamana yayılı
(belirli bir zaman içinde) kurtuluşu olabilirdi. Yoksa Hüseyin, Tamimli Hür b. Yezid’in başında
bulunduğu öncü kuvvetlere saldırsaydı yine aynı felaket yaşanacaktı. Küfeli
askeri birliğin başındaki Ömer b.Sad’la, dolayısıyla Küfe valisi Ubeydullah ve
Emevi Halifesi Yezid b. Muaviye ile görüşmelerin tam sekiz gün sürmesi,
kurtuluş için Hüseyin’in bir çeşit
gönüllü sürgünde ısrarından olmalıdır. Ancak yönetim onun gizli niyetlerinden
kuşkulandığı için Kerbela’dan uzaklaşmasına izin vermemiş ve ‘Yezid’e biatı’ dayatmıştır.
Oysa Hüseyin, hangi görünümde gerekçeler gösterilirse gösterilsin, bunun nasıl
bir gurursuz ve aşağılanmış bir tutsak yaşam olduğunu biliyordu. Kardeşi
Hasan’nın, halifeliğini kabul ederek Muaviye ile yaptığı anlaşmayla yaşadığı 19
yıllık Medine esaretine, kesinlikle bir daha
geri dönemezdi. Manevi ölümü değil, direnerek ölümü, nesnel yokoluşu
tercih etti. İnsanın, toplum yararına
yarattığı düşünce, inanç ve haklı dava
uğruna ölümü, onun manevi olarak sonsuza kadar yaşamasını getirmiştir. Hüseyin
de, zalimlerin zulmüne ve haksızlığa karşı ölümüne direncin simgesi olarak hep
yaşamış, bayraklaşmıştır. Onun yaşaması, Kerbela kırımıyla birlikte ortodoks İslam olarak tarihte yerini almış
bulunan Şiiliğin, her Muharrem ayında ‘Kerbala Tragediası’ gibi sunuşu ve
Şiilerin karalara bürünüp, zincirler ve kesici aletlerle vücutlarına acı verme
törenleriyle olmamıştır; o ağlama-sızlama ve dövünmeyle simgelenen cansız duvar
değildir. O, mücadelede, sabır ve direnişte hep yeniden can bulmuştur. Hüseyin’in 14 yüzyıldır yaşaması; öcünü almak adına ilk
isyan ateşini yakarak, onun direnişi ve haksızlığa başkaldırısını kendilerine
bayrak yapan, 684’lerde Sabai-Kaysani’lerle başlayıp, 15 ve 16. yüzyıllardaki
Kızılbaş direnişlerine kadar süren yüzden fazla ihtilalci Alevi siyasetleriyle
gerçekleşmiştir. Emevi
yönetimleriyle işbirliği yaptıkları kadar, Abbasi yönetimine büyük vezirler ve
valiler vermiş Ortodoks Şiiliğin ve Şiilerin Ali evladına, Ehlibeyte sevgisi ve
bağlılığı hiçbir zaman Alevilerinki kadar olmamıştır. Çağlar boyu
sürdürdükleri, Muharrem ayında Kerbela Şehitlerine ağlama, yas tutma ve
dövünmeler, (Küfeli) Şiilerin Hüseyin’e ihanetleri ve Yezid ordusuna katılıp
onlara silah çekme günahlarını
bağışlatmak içindir. Deyim yerindeyse, tövbe etme ve Hüseyin’den af dileme
törenleridir. Bu törenler, Küfeli ihanetçi Şiilerin Hüseyin’i şehit
etmelerinden sonra kurdukları Tavvabin (Tövbeciler, tövbe edenler) geleneğinin
sürdürülmesidir. Aşağıda anlatacağımız gibi, bu kişileri harekete geçirmiş olan
sadece suçluluk duygusuydu. Emevi yönetimine baş kaldırarak sürdürdükleri
mücadeleyi, Kerbela’da Hüseyin’in tarafına geçerek sürdürselerdi, tarihin seyri
değişebilirdi. 3.
Küfede Tavvabin (Tövbe edenler) Örgütlenmesi ve Suçluluğun Bedelini Ödeme
Çabaları Hüseyin’in
ölümünden kısa bir süre sonra, ihanetlerinin korkunç sonuçları karşısında
Küfelilerin vicdanları rahatsız oldu. Tanrının yaptıkları bu ihaneti bağışlaması için, “Tavvabin” örgütünü
kurarak, Hüseyin’in öcünü almaya ve kendilerini bu uğurda feda etmeye andiçtiler.
Yaşları altmışın altında olmayan kişilerden oluşan bu örgüt 100 kişiyle
kurulmuştu. Başlarında Huzaa kabilesine mensup, Peygamberin eski sahabilerinden
Süleyman b. Surad bulunuyordu. Bu kişi daha önce de Hüseyin’i Küfe’ye çağıran
Şiilerin başındaydı. Bunun yanısıra Tavvabun veya Tavvabin (Tövbe edenler) adı
verilen bu Şii örgütünün oluşturduğu birliğin başında Fezare, Ezd, Bekr ve
Becile kabilelerinden dört başkan daha vardı. Yezid’in ölümüne kadar gizli
kalan örgüt, Süleyman’ın toplantılarda sık sık yaptığı aşağıdaki konuşmayla,
giderek genişliyordu: “Altından
buzağı yapıp ona taptıktan sonra eski İsraillilerin yaptığı şeyi siz de yapın!
Musa onlara ‘büyük günaha girdiniz, şimdi bu günahı ölümle silin’ dediğinde
onlar, ancak bu suretle suçlarından kurtulacaklarını anladıkları için,
boyunlarını bıçağa uzatmışlardı. Şu halde siz de öyle yapın. Kendinizi ölüme
adayın, kılıçlarınızı ve mızraklarınızı bileyin; kendinize savaş araçları ve at
hazırlayın! Allahın yanında af aramanın yegane çaresi, sonunda mahvolsak bile
kendimizi mücadeleye atmaktır. Ölülerin durumu, işlediğimiz suç yüzünden
işkence gören biz yaşayanlardan daha iyidir. ” Hepsi
tam anlamıyla örgütün üyesi olmamakla birlikte, söylentiye göre 16 000 kişi
savaşmak üzere yola çıkma sözü vermişlerdi. Ayrıca Medain ve Basra kentleriyle
de ilişki kurulmuş bulunuyordu. Amaç
Hüseyin’in öcünü almaktı. Gerek İslam İmparatorluğunda ve gerekse Küfe’deki
siyasi değişiklikler dolayısıyla harekete geçme zamanı gelmişti. İlk hedefin,
önce Küfe’yi ele geçirmek ve Ubeydullah’a boyun eğip, Ömer b. Sad’ın ordusuna
katkıda bulunarak, Hüseyin’in katli suçuna
ortak olan eşrafın kovulması isteniyordu. Süleyman ise buna karşı çıkmış ve
asıl hedefe, yani Emevi yönetimine ve şimdi yeni Halife Mervan adına Elcezire
bölgesinde savaş durumunda bulunan Ubeydullah b. Ziyad’a karşı onları
yönlendirmişti. Böylelikle diğer kentlerdeki Şiilerle birlikte Küfe eşrafının
da desteğini alacaklarını umuyordu. 15 Kasım 684’de, İbn Ziyad’a karşı savaşmak
üzere Küfe yakınlarında Nuhayle’de toplanma kararı alındı. Toplanma
gününde 16 bine karşı,ancak 4000 kişi
biraraya geldi. Birkaç gün sonra, her kabileden Araplar ve bazı Kurra (Kuran
okuyanlar) ehlinden oluşan atlı ve iyi donatılmış bu birlik Kerbela’ya vardı.
Tavvabin birliğinde yabancı köleler ve azatlılar, yani mevali yoktu. Bu isyancı silahlı birlik tamamıyla
Ortodoks Şiilerden oluşturulmuştu. Kerbela’da Hüseyin’in mezarının çevresinde
bir gün boyunca geceli gündüzlü ağlayıp sızlayarak, hem kendisine karşı suçlu
olduklarını itiraf ettiler hem de öç almaya and içtiler. 19-20 Kasım 684, ilk
Kerbela şehitlerini anma ve ilk matem törenlerinin yapıldığı tarih olmalıdır.
Buradaki kalabalığın, aynı dönemdeki
Hacı olmak için Kabe’yi tavaf edenlerden çok daha fazla olduğu
bildirilmektedir. Buna dayanarak,
J.Wellhausen’in İranlıların değil,
Küfeli Tövbecilerin (Tavvabin) Kerbela Şehitleri kültünü yarattıklarını
söylemesi bizce de doğrudur. Ancak
İranlı Şiiler, bu matem geleneğini trajik bir biçimde yüzyıllardır sürdürürken,
Küfelilerin ihanet suçluluğuna da ortak olduklarını hiç düşünmediler mi acaba? Süleyman’ın
başında bulunduğu Tavvabin Şii ordusu, Fırat kıyısı boyunca hareket ederek
Karkısiye’ye, oradan da Habur ırmağı üzerinden Resulayn’de karargah kurdu.
Burada dinlenme halindeyken,
Ubeydullah’ın 30 bin kişilik beş Suriye birliğinden ikisi tarafından 4 Ocak
685’te ansızın bir saldırıyla kuşatılıp darmadağın edildi. Yiğitçe
çarpışan Tövbecilerin çok büyük bir
kısmı öldürüldü. Sağ kalanlar geri çekilirken, zamanında kendilerine
katılamıyan Medain ve Basralı Şiilerle karşılaştılar. Ama artık iş işten
geçmişti. Toparlanıp savaşı sürdüremediler. Bu
kişileri harekete geçirmiş olan sadece suçluluk duygusuydu. Bu çabayı
Kerbela’da Hüseyin’in tarafına geçerek sürdürselerdi, kuşkusuz tarihin seyri
değişecekti. Artık yapıp yapacakları tek şey gözyaşı dökmekti. Böylece, büyük
yas içinde karşılıklı ağlaşıp dağıldılar. Bu uğurda ölenler ise ihanet
suçluluğunun bedelini ödemiş oldu. 1.
Kaysaniler (Sabai-Kaysaniyya-Muhtariyya) Hüseyin’in Öcünü Alıyor Yezid’in
ölümünden sonra, Küfe’de farklı kabile partilerinin başkanları, yani yüksek
Küfe eşrafı (kabileler aristokrasisi) 683 yılında toplanarak, Hicaz’da
halifeliğini ilan etmiş olan Abdullah
İbn Zubeyr’in yönetimini tanımaya karar vermiş. Ondan kendi şehirlerini
yönetecek bir temsilcisini göndermesini rica etmişlerdi. Böylece Irak İbn
Zubeyr’in yönetimi altına girmişti.
Ancak temsilcilerle birlikte oraya, Ali’nin Hanife kabilesine mensup Havle
adındaki kadından olan üçüncü oğlu Muhammed İbn al-Hanafiya adına Şiiler
arasında propagandayı ilerletmiş olan Mukhtar as-Saqaft (Sakafi) da gelmiş
bulunuyordu. 684’de bir Cuma günü Küfe sokaklarında “Size zafer ve kurtuluş
müjdeliyorum. Bu iş Süleyman’ın başaracağı bir iş değildir!”diye bağırmaya
başladı. Ancak Kerbela Şehitleri uğruna harekete geçmiş olan Tövbeciler örgütü,
Mukhtar’la birleşmeyi reddetmişlerdi. Buna
rağmen, farklı bir sosyal nitelikte bulunan Şii Tavvabin hareketinin de öcünü almak Mukhtar’a düştü.
Sakif kabilesinden olduğu için Muhtar as-Sakafi adıyla anılan bu kişi yüksek
bir aileye mensuptu. Babası, Büveyh Nuhayle’nin yanında İranlılara karşı İslam
ordusuna kumanda etmiş ve bu savaşta ölmüştü. Halife Ömer’in oğlu Abdullah
eniştesi oluyordu. Kendisi ise büyük nüfuz sahibi ve önemli bir kişi olan
Ensar’dan Numan b.Beşir’in kızıyla
evliydi. Küfe’de bir evi ve yakınında, içinde 100 İranlı kölenin
(mevali) kişinin çalıştığı Hutarniye çiftliği vardı. Muaviye’nin ölümünden
sonra, bu mevlaları (köleleri) ile Küfe’ye gelip Müslim Akil’i evinde konuk
etmiş ve ayaklanmaya katılmış ve Ubeydullah’tan çok kötü bir dayak yemiş olduğu
söylenir. Bu yüzden, onu erinde gecinde parça parça ederek, Hüseyin’in öcünü
alacağı üzerine yemin etmiş. J.Wellhausen,
Muhtar’ın geçmişinin karanlık içinde olduğunu söylerken, olasıdır ki
Şehristani’nin Muhtar için söylediği, “Şii ve Kaysani olmak için Al Zubeyr’in
partisine girmeden önce Harici olarak siyasete başladı” sözlerini kasteddiyor
anlaşılıyor. Ama kendisi kullanmadığına göre, bu birbiriyle çelişen
nitelemelerin, belki onu kötülemek için söylendiğini düşünüyor olmalıydı. 1.
a Muhtar as-Sakafi Muhammed al-Hanefi Adına Sabaileri Eşitlik Düşüncesinde
Birleştiriyor Kuşkusuz
bunların hareketi yükseltmede çok büyük önemi vardı. Muhammed al-Hanefi ile
görüşüp ondan, “Tanrı, Ali oğullarını kim düşmanlarından kurtarırsa ondan razı
olacağı” icazetini almış ve hatta İbrahim b. Al-Eşter gibi Şii eşraftan bazılarına,
kendisine itaat etmesi için mektup bile yazdırmıştı. Al-Hanefi,
babası ve ailesini tanrısallaştıran ve Ali’nin kendisinde zuhur ettiğine,
kurtarıcı (Mehdi) olduğuna inanan Sabaileri kendine destek yaptı. Mekke ve
Medine’de yaşadıkları yıllarda Hasan ve Hüseyin’in yapmadığını yapmış,
Heterodoks İslam inancına sarılmış aşağı tabakadan emeği ile geçinen halkı
ardına almıştı. Şehristani gibi Sünni-Şafii İslam heresiografları, Muhtar’ın Muhammed
al-Hanefi'yi isyan için kandırdığı ve baştan çıkardığını söylüyorlarsa da, bu
doğru olamaz. Sakafi kabilesinden olan Muhtar’ın toprak sahibi olduğu ve çiftliğinde
köleleştirilmiş savaş tutsaklarını çalıştırdığını söylemiştik. Kendisi altmış
yaşın üstündeydi ve birçok savaşlara katılmış, önderlik girişimlerinde
bulunmuş. Ancak pek başarılı olamamıştı. Ama, Muhammed al-Hanefi’yle
görüştükten sonra çok farklı bir stratejiyle harekete geçiyor. Muhammed
al-Hanefi, Abdullah İbn Saba’nın gizli Ali kültünü daha geliştirdiği
anlaşılıyor. Ayrıca Ali’nin azatlısı, kendisinin de öğrencisi olduğu söylenen
Kaysan’a atfen onlara ‘Kaysaniyye’ adının verilmesi de, al-Hanefi’nin Muhtar’a
kimlerle hareketi götürebileceğini önerdiğinin göstergesidir. Muhtar
as-Sakafi, Ali’nin çok yakın arkadaşı (Alevi inancındaki kırklardan biri sayılan) Malik al-Eşter’in
oğlu İbrahim’i de yanına alınca 685’in 18 Ekim’inde Küfe’de Hüseyin’in öcünü
alma parolasıyla başkaldırdı. Üç gün içinde Küfe eşrafı teslim oldu ve
Muhtar’ın egemenliğini kabul ettiler. Vali
İbn Muti kaçıp saklandı. Muhtar vali konağına yerleşerek eşraftan, Muhammed
al-Hanife adına “Tanrının kelamı, peygamberin sünneti ve Kutsal Ailenin öcünü
alma, kafirlerle savaş, zayıfları koruma” üzerine biat aldı. Hazineden aldığı 9 milyon dirhemle
savaşçılarını ödüllendirdi. Yaklaşık 9000 savaşçıya 200 ila 500 dirhem dağıttı.
Öç için başkaldırmış olan Muhtar, hemen hemen kansız ele geçirdiği Küfe’de
heyecanı yatıştırarak, düşman partiler barıştırma çabasına girdi. Adaleti
sağladı. Aynı yıl içinde İbn Zübeyr, Muhammed al-Hanife’yi Kabe’de kuşatarak,
kendisine biat etmediği taktirde öldürmekle tehdit etmişti. Yardım istemesi
üzerine Muhtar, 4000 kişilik lobutlu birliklerle gelerek onu kurtardı ve
böylelikle Mekke’yi de elegeçirmiş oldu. Bu arada Küfe’den Muhammed
al-Hanefi’ye getirdiği para askerler arasında paylaştırıldı. Muhtar’ın
az önce kısaca değinildiği gibi, başına geçtiği, isyana götürdüğü apayrı bir
toplumsal kesimdi. Büyük çoğunluğu Arap olmayan, Mevali dedikleri yabancılardı. Bunlar Küfe
halkının yarısından fazlasını oluşturuyor, zenaat ve ticaretle uğraşıyorlardı.
Hatta Arap savaşçıları (askeri aristokrasi) halkın yiyecek işini bunlara
bırakmıştı. Bunların çoğu köken ve dil bakımından İranlıydı. Savaş tutsağı olarak Küfe’ye
getirilmiş, burada İslamı kabul ettikten sonra azat edilmişler ve mevla adıyla Arap kabileleri arasına kabul edilmiş.
Görünüşte köle değillerdi, ama efendilerine sıkı sıkıya bağlı, onların
himayesine muhtaç ve kendilerine hizmet etmekle yükümlüydüler. Muhtar
Mevali’nin yüreğindeki azatlı kölelilikten kurtulup, Arapların sahip oldukları
haklara sahip olmak, onlarla eşit olmak duygularını körüklemiş. Kendi eski
dinlerinden ödünç alınmış inanç ögeleriyle beslenmiş Kaysanilik bayrağı
altında, Hüseyin’in öcünü alırken, asıl kendilerini ülkelerinden etmiş,
topraklarından koparıp köleleştirmiş Arap efendilerinden büyük hınçlarını
çıkaracaklardı. Muhtar’ı iktidara götürürken kendilerinin de Araplara eşit ve
özgür bir yaşama kavuşabilme umut ve sevinci yaşıyorlardı. Silah olarak sadece
topuz (lobut) kullanan Muhtar’ın azatlı köle
askerleri, kendileriyle yanyana değil karşı karşıya bile savaş yapmayı
hor gören Arapları, kendileriyle eşit
saymasından ötürü ona çok sıkı bağlanmışlardı. Üstelik Muhtar’ın “zayıfları
koruma siyaseti” bu azatlı köleleri ilgilendiriyordu. Böylece Muhtar aristokrat
bir Arap olduğu halde, ezilen horlanan sınıflara önderlik yapan , Abdullah İbn
Saba’dan sonra ikinci kişi olma onuru taşır. Hem de bu sınıfların hak ve
özgürlüklerini kazanması ve korunması üzerine siyaset yaparak. Muhtar’ın
bencillik ve yükselme tutkularına, Şii kitleleri ve yabancı azatlı
köleleri alet ettiği ve Hüseyin’in öcünü
almayı bahane ederek onları kullandığı savları doğru olamaz. Dozy, A. Müller ve
J. Wellhausen gibi Avrupalı İslam tarihçilerinin temelde birleştikleri bu sav,
isyancı halk önderlerini sevmedikleri ve dinsel heterodoksizme karşı
olduklarındandır. Ayrıca tarihsel olaylara din ve idealizm açısından bakmış
olmaları onları bu türden yargılara götürüyor. Bu
tarihçiler, Muhtar’ın başkaldırdığı Küfe’de, savaşlar yaptığı Hicaz’da
Suriye’de, kısacası İslam İmparatorluğunun heryerinde kendilerini efendi sayan
Arapların nüfusu kadar, Pers, Kürt, Türk, Nubialı-Afrikalı yabancı kölelerin
nasıl insanlık dışı koşullarda yaşadıklarını sanki bilmiyorlardı! Ortodoks
İslam yönetiminin ezdiği, hor gördüğü ve Arap kent eşrafı ya da büyük toprak
sahiplerine uşaklık ettirdiği bu ezilen kitlelerin insanca yaşamalarını
sağlayacak sınıfsal çıkarlarını kendi çıkarlarında birleştiren önderlere,
geçmişi ne olursa olsun sadece saygı duyulur. Bu çıkar birleşimi egoizmle
tanımlanamaz. Bizzat J.Wellhausen’in kendisinin “Taberi tarihinde Ebu Mihnef’in
Muhtar hareketi hakkındaki rivayetlerinin hepsi de, önce Muhtarın tarafında
olmuş sonra da ondan ayrılmış olanlardan alınmıştır”diyerek itiraf ettiği
halde, bu önemli toplumsal mücadeleye ilişkin bilgileri, Taberi’den farklı
değerlendirmemektedirler. Muhtar,
iki yıl boyunca Hicaz’da, Suriye’de, Irak’ta İbrahim Eşter’le birlikte yaptığı
savaşlarda, karşısına çıkan orduları yenerek bölgeye tamamıyla hakim olmuştu.
Kaysani hareketi batılı ve Sünni tarihçilerin yazdığı gibi bir Şii hareketi
değil, temelde yabancı kölelerin, azatlıların, yani ezilen halkların,
efendilere-sahiplerine karşı yaptıkları sınıf savaşımıydı. Ali inancı
örtüsüne bürünmüş oğlu Muhammed
al-Hanefi’de somutlaştırılan bir Alevi (Heterodoks İslam) halk hareketidir.
Mücedelenin güdüsü, Hüseyin’in öcünü almaktı. J.Wellhausen genişçe
fakat çok karışık bir biçimde ele aldığı
hareketi anlatırken bir yerde
sanki bir Emevi tarihçisiymişçesine söylemler kullanarak şöyle yazıyor: “Esir
düşen Hüseyin’in katillerinin idamıyla başlayan hareket, kaçanların
izlenmesiyle de sürüp gitti. Kerbela’nın baş suçluları, güya Medine’deki
korkuluk İbnül Hanefiye’nin emriyle, birer birer saklandıkları yerden
çıkarıldılar. Uşaklar ve azatlılar iz süren köpekler gibi eski efendilerini
arayıp buluyorler, kadınlar kocalarını eleveriyorlardı. Sadece Şemir b. Zi
Cevşen değil, Ömer bin Sad ve diğer bir
çok Kureyşli canlarından oluyordu. Eşraftan kaçabilenlerin çoğu Basra’ya,
Mus’ab’ın yanına gittiler.” Bu
büyük toplumsal başkaldırı hareketi, Mekke’deki Şii halifeye bağlı Sünni ve Şii
eşrafın, büyük toprak sahipleri ve Arap kabile başkanlarının desteklediği Basra
valisi Mus’ab tarafından, 687’de yine Küfe’de boğuldu. İbrahim b.Eşter’in ordusu Suriye’de bulunduğu bir dönemde, Mus’ab
ordusuyla Küfe’yi kuşattı. İbrahim’le haberleşmesine de engel olarak Muhtar’ı
içkaleye sıkıştırdı. Muhtar 4 ay direndi. Açlık ve susuzluk başgösterince bir
yarma hareketi yapmak istediyse de başaranadı.
Son çare olarak, 19 adamıyla yaptığı çıkış hareketinde 67 yaşındayken öldürüldü. 6-8 bin
arasında azatlı köle öldürüldü. Karısı
da idam edildi. Mus’ab, Mevali’den öç almak isteyen Küfe asillerine izin verdi.
Bu yüzden oluk gibi yabancı azatlı köle kanı akıtıldı. Oysa Muhtar, Küfe’yi ele
geçirdiğinde kölelerin Küfeli efendilerine karşı giriştikleri böyle bir
katliamı önlemişti. “Baskı
altındaki halk tabakalarıyla bağlantı kurunca, diyor J.Wellhausen, Şia milli
Arap zeminini terketti. Bağlantının harcı islamdı. Ama, bu eski islam değil,
yepyeni başka bir dindi. Bu Muhtar’ın da içinde bulunduğu karanlık ve sapık
inanç, maruf (tanınan) adıyla Sabaiyye’den neşet etmekteydi (doğmaktaydı).
Bunlar şimdi, Şia’nın Sünniliğe karşı daha reddedici bir tavır takınmaya ve
Sünnilik ile farklarını kesin olarak belirtmeye zorlanması nedeniyle, geniş
çevrelerde üstünlük kazanan bir yön tutturdular. Sabaiyye’e Kaysaniyye de
denir. Kaysan mevali’nin başıydı. Eğer aynı zamanda o Sabailerin de başı idiyse, bundan
Sabailerin de Mevali olduğu anlamı çıkar.”
Sabaileri incelerken üzerinde genişçe durduğumuz gibi, ilk kez Abdullah
İbn Saba Ali yandaşlığını, Ali inancı-tanrısallığı olarak ezilen yabancı,
köleleştirilmiş halklara mevaliye ve yoksul Araplar arasına taşımıştır. Kaysan
da, Ali’nin mevlası olması dolayısıyla
Abdullah ibn Saba’nın arkadaşı ve Sabai önderlerindendi. Abdullah İbn
Saba ve arkadaşları öldürülmeleri sırasında Kaysan Muhammed al-Hanefi’nin de
mevlası olarak onun aralarında yaşadığı
Hanifa kabilesinde saklanmış olabilir. Burada Sayyid al-Himyari ve Kusayrinin
anlattıklarından hareket ederek bir gerçeği daha ortaya çıkarmak olası
görünüyor: Muhammed al-Hanefi dördüncü İmam olarak, Hüseyin’in ölümünden sonra,
“hak ve adaleti zafere ulaştırmak için”
ortaya çıkışı ya da Muhtar tarafından ortaya çıkarılışı, bir diriliş, yani
ölümden hayata dönüş gibi değerlendirilmekteydi. İbn
al-Hanefi, bu ölü yıllarını(!) da Ridwa dağında yeşillikler içerisinde, bir
arslanla panterin eşliğinde, bal ve su akan iki kaynaktan beslenerek
geçirmişti. Kuran’da (LV, 50, 66)
cenneti ve İncil’de (II,7) İsa’yı anlatan ayetler anımsatan bu inançsal
betimlemeler, İbn al-Hanefi’nin olasılıkla Ali’nin ölümünden sonra, 25 yıl
boyunca ölmüş olduğunu etrafa yayan kabilesi tarafından Medine yakınındaki
Ridwa dağında saklandığını göstermektedir. Wellhausen’in Taberi’ye dayanarak söylediği
gibi bunların inancı ‘ayrı din’ değildi. Heteredoks İslam, yani proto
Alevilikti. Mevalinin eski dinlerinden alınan inanç ögeleriyle ‘İslam harcı’
yoğurulup sunulmuştu. Muhtar
as-Sakafi, Sabailiğe-Kaysaniliğe Eski İnançlardan Ögeler sokarak Felsefi derinlik kazandırmıştır. Ama asıl
Muhtar’ın Kaysaniliğe getirdiği ve Şehristani’nin “asla kabul edilemez” dediği; iradei cüziyye,
yani özgür insan iradesinin, iradei külliye, yani herşeyi tanrı istemine
bağlıyan tanrısal iradeyi değiştireceği, onun yerine geçeceği (akılcı) inanç ve
düşüncesidir. Ona göre, özgür insan iradesi kendisi hakkında kararları vermeğe
hakkı vardır: Tanrının baştan yapılmasını arzu ettiği ya da buyurmuş olduğu
şeylerin ansızın tersini yapılmasını istemesi, yani istediği zaman istediği
şeyi yapması sayılan iradeyi küllüye kabul edilemez. O zaman Tanrı, farklı
koşullarda verdiği buyrukların hepsini, karşılıklı olarak kaldırmış demektir.
İnsanlar bu yükümlülükleri yapmayabilir. Kendi iradesine göre yargıya
varmalıdır. İnsan iradesi herşeyin üstündedir…
[1] Julius
Wellhausen, Çev. Fikret Işıltan,İslamiyetin İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet
Partileri, Ankara-1989, s. 157 [2] Moojan Momen, An
Introduction to Shi’i Islam, Yale University Press-1985, s.26-27. [3] Veli Baba
Menakıbname’si, Haz. Doç.Dr. Bedri Noyan, İstanbul-1993, s.82. [4] Emevilerin bu
siyasetlerini fethettikleri, yayıldıkları ülkelerin en küçük birimlerine kadar
götürdüklerini, 10.yy. Arap gezgini İbn Fadlan’dan öğreniyoruz: “Kharizm
ülkesinde Ardakuva adında bir köy var. Burada oturanlara Kardaliya
denilmektedir. Dilleri tıpkı kurbağa viyaklamasına benzemekte. Her namazın
sonunda inananların emiri Ali bin Abi Talib’e lanet etmektedirler.” (İbn
Fadlan, Fransızca Çeviri: Marius Canard, Voyage Chez Les Bulgares de la Volga
(Volga Bulgarları Arasında Gezi) Paris-1983, s.14) [5] Julius
Wellhausen,Agy, s.91-98 [6] Julius
Wellhausen,Agy, s.28. [7] Franz Rozenthal,
Türkçesi: Prof. Dr. Ahmet Arslan, Erken İslam’da Mizah, İstanbul-1997,
s.35,162-164; 48,92,107,204; 113-118, 132, 152, 172 vd.182. [8] J. Wellhausen,
agy, s.104. [9] Veli Baba
Menakıbnamesi, agy, s.81. [10] J.Welhausen,
agy. s. 106 [11] ..to al-Hurr
at-Tamimi, the young commander of a
military detachment numbering one thousand, to intercept Husayn’s party as it approached Kufa: M.
Momen, agy.s.29. [12] J.Welhausen,
agy. s.107. [13] Tamimli Hür
b.Yezid, isim benzerliğinden dolayı genellikle Emevi halifesi Yezid’in oğlu
olarak bilinir. Babasına karşı çıkmış, onu lanetlemiş ve
Hüseyin’e geçmiş bir oğul olarak adı Kerbela şehitleri arasında saygıyla
anılır. Kızılbaş Safevi Devletinin
kurucusu Şah İsmail Hatayi de 46 dörtlük içinde anlattığı Kerbela olayında çok
sayıda dörtlük içinde Hür’ü övmekte ve
Yezid'in oğlu olarak tanımlamaktadır(Nejat Birdoğan, Şah İsmail Hatai,
İstanbul, 1991, s.55-61) Olasıdır ki o bu yanlışı kasıtlı yapmıştır. Yezid diye
nitelendirilen Osmanlı Padişahının, yani Kızılbaş düşmanının oğlu da babasına
lanet edebilir bilincini yayacak bir propaganda sezilebilir bu şiirde: Ol Yezid’in bir
evladı var idi Gayetden pehlivan
ismi Har idi... İsmi Har idi değişti
Hür oldu Gayetten sevdiler ol
pehlivanı... Babası oğlana gayet
kakıdı Oğlan babasına lanet
okudu Kerbela çölünde
erişti zata Öptü secd’eyledi
tuttu demanı [14] M. Tevfik Oytan, Bektaşiliğin İçyüzü Cilt 1, İstanbul-1960, s.246. [15] J.Welhausen,
agy, s.114, dipnt.40. [16] M.Momen, agy.s.
31-32. [17]…would publicise
Husayn’s message and would force the Muslims’ hearts to ponder on the tragedy: M.
Momen, agy, s.32)” [18] Böyle
düşünenlere sormak gerel:İyiliklerin-kötülüklerin ve merhametin-zulmün Tanrıdan
geldiği biçimindeki kaderci anlayışla Kerbela olayına bakılırsa, Yezid
aracılığıyla Hüseyin’e zulmü, ezayı ve cefayı bizzat Tanrının kendisi yapmış
olmuyor mu? O zaman Muaviye ve Yezit’le birlikte tarih boyu tüm baskıcı ve
katil yöneticiler aklanmış olmaz mı? İlginç değil midir? Mevlana Celaleddin de
Rum ülkesini (Anadolu’u) yakıp yıkan, halka zulmeden Mogolları, Tanrının
günahkar kullarını cezalandırmak için kendisinin gönderdiğini yazmaktadır.) [19] J.Wellhausen,
agy. s.116-118) [20] Agy, s.119. [21]M.Momen, agy,
s.35; J.Wellhausen, agy, s.123). [22] J.Welhausen,
agy.s.121-122; Shahristani, Al Milal, (Fr.) s.262. [23] J. Wellhausen,
agy, s.116-150. [24] J. Wellhausen,
agy, s. 136-137 [25] J.Wellhausen,
agy, s.131,142. [26] Taberi Tarihi,
2,s.623, 14. 651, 2 ve 12 den aktaran Julius Wellhausen, agy, s.147. [27] Shahristani, Al
Milal.s.264-265; J.Welhausen, agy.s.152-153.
|