Âşık Remzâni |
İsmail KAYGUSUZ
Aleviliğin Tanrı İnancı
Aleviliğin Tanrı
İnancı ve Ali Tanrısallığı Halife Osman
(644-656) döneminde gulat ve guluvlar (taşkın/azgın ve aşırılar) adı verilen
Ali tanrısallığı inancıyla başlayıp; bölgesel din, inanç ve felsefi akımlardan
bazı öğelerle birleşerek sürekli yenilenen, değişik adlarla yönetimlerin resmi
dinine (Ortodoks İslam ilkelerine) aykırı ve çoğu kez karşıt gelişen Heterodoks
akımları ayrıntılarıyla bilmemesi olanaksızdır. 12.yüzyılın başlarında yazılmış
Şahristani’nin El Nihal-el Milal’ında anlatılan 100’e yakın heterodoks gruptan
%90’ı insan biçimli Tanrıya inanma (antropomorfist) ve Ali-Ehlibeyt
tanrısallığını temel alan batıni-Alevi kümeleşmelerdir. Özel¬likle İmam Bakır
(ö.740) ve İmam Cafer (ö.765) çevre-sindeki bu proto-Alevi kümeleşmelerin büyük
bir bölümü, insan biçimli Tanrı, Ali-Ehlibeyt tanrısallığı, İnsan-Tanrı birliği
kavramları, düşünce ve inançlarını Kuran’ın batıni (ésotérique) yorumlarından
çıkarmışlardır. İşte kökeni bu erken
heterodoks akımlara dayanan, onların batıni inançlarından kaynaklanan Anadolu
Alevi¬liği(-Bektaşiliği), Ortodoks İslam (Sünni) inancına aykırı bir Tanrı ve
tapınma anlayışına sahiptir. Hacı Bektaş Veli,
“Makalat”ta kendisine bağlı olanların Tanrı anlayışı ve tapınmalarının özünü
gösteriyor: “…Amma, muhiblerin (
sevenlerin) taatı (ibadetleri) münacaattır (yalvarmak, dua etmektir), seyirdir
(Hakka doğru yolculuk), müşahededir (Hakkı gözlemek), arzularına ermektir. Ve
Çalap Tanrıyı bulmaktır. Ve kendulerin yavu kılmaktır (Tanrıyla birleşip
kendini yitirmek)… Ve halleri birüküb bir olmaktır (Tanrıyla bir olmak, tanrılaşmaktır). Bunların dahi hemandır
(Bunlarda dahi ancak bu inanç-ibadet vardır)…Eger muhiblere sorsalarkim,
Tanrıyı nice bildiniz? Pes, muhibler cevap verelerkim: kendü özümüzden bildik
ve hem kendü özümüzü Çalap Tanrıdan bildik (kendi özümüzde Tanrıyı,
Tanrıda da kendimizi bildik,” (agy,
s.32, 36, 73). Sünni tasavvufunda
Tarikat son kapıdır ve o kapıdan öteye geçemezler. Geçen dinden çıkar, Tanrıya
şirk koştuğuna inanılır. Çünkü ötede ‘ben’ yoktur, ‘biz’ vardır; daha da ötede,
yani Hakikat kapısında ‘ben ve biz’ de
yoktur, ‘sen’ diye hitabettikleri ‘O’ vardır ve O’nunla birleşilir Hacı
Bektaş’ın yukarıda söylediklerine Sünni inancı dinsizlik demektedir, çünkü
kendisine aykırıdır. Oysa Alevi inancında Tanrı anlayışı budur. Örneğin Kaygusuz
Abdal’ın Tanrı inancı da maddeci panteizmden başkası değildir. O, vahdet-i
vücud ’dan (vücut birliği) Vahdet-i mevcud ’a (varlık birliği) uzanan çizgi
üzerinde yürümekte: “Evvel ü ahir
menem...Cümleye Mabud (Tanrı) benem, Kabe benem put benem; Alem külli
vücudumdur vücudum, Özüm özüme kıluram sücudum (yani secdeleri, tapınmamı
kendime yaparım). Eşya-yı mahluk Halik’ten ayrı degüldir(yani yaratılmış
nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir; ayrı olamaz, herşey Tanrıdır.)”
diyerek Madde-Tanrı birliği düşüncesine, yani tam anlamıyla Pantheism (pan=pan,
Theos=Qeos’tan, ‘Herşey Tanrıdır’ anlamına gelir) inancına ulaşmaktadır. Kaygusuz’un aşağıda yapıtlarından yaptığımız kısa
karşılaştırmalı alıntılar dikkatli okunduğunda, hiçbir yoruma gerek kalmadan
kısaca vurguladığımız inanç özellikleri rahatlıkla anlaşılacaktır. Hacı Bektaş
Veli’nin söylediklerinin başka sözlerle anlatımı ve genişletilmesidir: “...Hak ile kul
arasındaki hicap (örtü) kulun, kendisidir. Allah zerreden güneşe katreden
ummana kadar her yerde dopdolu...İnsan vücudunun hareket ve cümbüşü Haktır.
Onsuz eşya deprenmez...Hakkı aramak ayrılığa tanıklık vermek demek olur. Çünkü
Allah bütün yaratılmış eşyada mevcuttur. Hakkı hazır görenler , Haktan gayri iş
işlemezler. Bütün ibadetlerin aslı Hakkı hazır görmektir. Vacip olan, Allah’ı
bulmak için herkesin kendisine yönelmesidir.” Kaygusuz Abdal, Dilguşa (Gönüle
Ferahlık Veren yapıtından) “Yine Resulullah
Sallallahü Aleyhi vesselem buyurdu ki: ‘Külli maksudin mağbudun’ . Bir kişinin
maksudı (yani erişmek istediği meramı, arzusu) ne ise Mabudu (Tanrısı) dahı
oldur dimek olur. Zira özini bir mürşide irişdür. Gözin aç özin bak gör
heman kul mısun, sultan mısun?...” “Pes adem kendüyi bilmek mücerred (soyut) Hakk’ı bilmek
gibidür...Zira ki mahluk (yaratık, yaratılmış), sıfat-ı Hak’dur. Çünki sıfat
rencide olır ise, zatı dahı rencide olur. Çünki Akıl Allahu Taala’nın
terazisidir (Nisa Suresi, ayet 126). Gerekdür ki egri yola gitmeyüz. Hayr u şer
fark ola, Eşya-yı mahluk Halik’den ayrı degüldür (yani yaratılmış
nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir, ayrı olamaz)...Yirde ve gökte her ne
var ise adem(de)dür. İşte yirün gögün ‘Halifesi’ ‘adem’dür. Her ne ki istersen
ademde bulınur.”(Kaygusuz Abdal, Vücudname’sinden) Hacı Bektaş Veli’nin
söylediklerinin başka sözlerle anlatımı ve genişletilmesidir: Alevi inancında Tanrı
dahil, evrende bulunan herşey insanda mevcuttur. Seyyid İmadeddin Nesimi’den
(Ö. 1404) birkaç dize ile bunu vurgulamakta yarar var: Hak teala varlığı
ademdedir Ev anundur ol bu evde
demdedir... Her ne yerde gökte
var ademde var Her ne ne ki yılda
ayda var ademde var Ne ki elde yüzde var
kademde var Bu sözü fehmetmeyen
adem davar Ey Hakk’ı her yerde
aydursun ki var Sende bes Hak var
imiş Hak sende var... Ve aynı yapıtında
Kaygusuz Abdal sürdürmektedir: “Zira insan yirün
ve gögün halifesidür...Zira zahirde ve
batında yirde ve gökde ademden eşref vücud
(en şerefli varlık) yokdur. Adem makbule’l vücud’dur. Ademoğlu yerde ve gökte var olan cümle eşyanın en
güzidesidir. Ademden şirin nesne yokdur. Mazhar-ı zatdur. Sair eşyada bu
kaabiliyet (diğer nesnelerde bu yetenek) bulunmadı...anun için ademin hali cemi
eşyanın üzerine malikdür. Ve hem alemdür. Ve Hakk ile birdür. Cümleye
hükmeyler. Ademin nihayeti yoktur ve kenarı bulunmaz...” Şeyh Bedreddin
(Varidat, s.160-167) bunu tamamlıyor: “İnsan saltık
varlığın (Tanrı’nın) sadık ve parlak bir aynasıdır. Bütün alem kendisini
örgüleyen cüzleriyle birlikte sapasağlam bir insan gibidir. İnsanın asıl şerefi
ilahi isimlere mazhar oluşudur. İnsandaki algıların, biliş ve tasarrufların,
gerek mücerredat (soyut alem) denilen ruhani şeylerde, gerek onların daha
üstlerinde bulunması imkansızdır. Saltık
varlık için bu kamillik ancak insan mertebesinde hasıl olur. İnsan olgun bir
(Tanrı) mazharıdır.” Yine Kaygusuz Abdal
Dilguşa(Gönüle ferahlık veren) yapıtında, “Evvel ü ahir
menem...Cümleye Mabud (Tanrı) benem, Kabe benem put benem; Alem külli
vücudumdur vücudum, ..Hak ile kul arasındaki hicap (örtü) kulun, kendisidir.
Allah zerreden güneşe katreden ummana kadar her yerde dopdolu...İnsan vücudunun
hareket ve cümbüşü Haktır. Onsuz eşya deprenmez...Hakkı aramak ayrılığa
tanıklık vermek demek olur. Çünkü Allah bütün yaratılmış eşyada mevcuttur.
Bütün ibadetlerin aslı Hakkı hazır görmektir. Vacip olan, Allah’ı bulmak için
herkesin kendisine yönelmesidir” diyor. Alevi inancında Tanrı
dahil, evrende bulunan herşey insanda mevcuttur. Seyyid İmadeddin
Nesimi’den (Ö. 1404) birkaç dize ile bunu vurgulamakta yarar var: Hak teala varlığı
ademdedir Ev anundur ol bu evde
demdedir... Her ne yerde gökte
var ademde var Her ne ne ki yılda
ayda var ademde var Ne ki elde yüzde var
kademde var Bu sözü fehmetmeyen
adem davar Pir Sultan Abdal,
16.yüzyıl Anadolu’suna damgasını vurmuş, Alevi-Kızılbaş siyasetin yetiştirdiği
bir dava ozanıydı. Onun şiirlerinde, kuşkusuz çok iyi eğitim görmüş büyük bilge
Kaygusuz Abdal Sultan’ın Batıni-Alevi derin felsefesini bulmak zordur. Onun
şiirleri yalın ve açıktır.Bunlardan bir tek örneği yeterli buluyoruz: Birlik makamında bir
güzel gördüm Leblerinin şekeri var
kandi var Aşıkı çok imiş aradım
sordum Nice bencileyin
derdimendi var Cemali geliyor
hayalde düşte Canım asumanda
kandilde arşta Uzakta yakında
yeminde pişte (yeminde:sağında, pişte: önde) Her nereye baksam
Ali'm kendi var Gâh bahçeye girer
gülden görünür Gâh mana söyleşir
dilden görünür Gâh gönül evinde
mihman görünür Aşıkına türlü
türlü fendi var ....... Pir Sultan'ım sever
böyle dilberi Bu cümle Cihanın
yekta gevheri Kahrın lutfun çeker
ise gel beri Sevdiğimin nerde bir
menendi var Görüldüğü gibi Pir
Sultan’a göre Tanrı, birlik (vahdet)
makamında oturan ve herkesin aşık olduğu bir dilberdir. Güzel yüzü
hayallerimizde ve düşümüzde dolaşır. Hem gökyüzünün dokuzuncu katı arştadır,
yani çok uzaklarda; hem de yakında, sağda-solda ve önde arkada, yani her nereye
baksak orada görürünür ve bazan Ali’nin kendisi olur. Bahçeye girip güle
dönüşür sevgili; sohbet edip mana söyleşen dil görünür ve gönül evine konuk
olup aşığına tütrlü türlü nazlar yapar. İşte Pir Sultan’ın Tanrısı evrende tek ve
eşi menendi bulunmayan, sonsuz bir aşkla sevdiği bu güzel dilberdir. Pir Sultan Abdal’ın
Tanrı inancını, Alevi-Batıni tasavvufunun Tanrı anlayışı dışında aramak büyük ozanı yadsımak ve onu hiç
yaşamamış varsaymaktır. Pir Sultan’ın
gönülevinde konuk eylediği, özüne ortak olduğu; Ali’sinde gördüğü Hacı
Bektaş Veli’sinde kavuştuğu, Şah’ında ya da Pir’inde zuhur eden “hub cemaline”
aşık olarak secde edip yüz sürdüğü sevgili Tanrısını, “mekandan münezzeh”,
“görünmez, bilinmez” ve korku saçan Ortodoks İslamın soyut Tanrısıyla
karıştırarak savunmaya kalkışanlar, onu bu inancından dolayı aşağılayanlar
kadar hakaret etmektedir. Batıni-Alevi inanç
anlayışında insan, Tanrının yeryüzünde hem vekili, hem mazharı, hem de kendi
parçalarından bütüne ulaşan birliğidir; adı Tanrı, Ali, Muhammed, Ehlibeyt
beşlisinin ya da Allah Muhammed Ali üçlüsünün birliği, Muhammed Hanefi,
Haşim, Muhammed Bakır, Cafer, İsmail,
Salman vb. olsun farketmiyor. Hepsi de birer insandır. Ayrıca Tanrı kurtarıcı görevini verdiği
dostlarında, yani Velilerde-İmamlarda görünüm alanına çıkar
(manifestation). Ali, veliliğin ve
velilerin şahı (Şah-ı Velayet), İmamların atasıdır. Ve Batıni-Alevi inancında
tüm zamanların/dönemlerin velileri, İmamlar ve kurtarıcı yüce kişiler (insan-ı
kamiller) Ali olarak nitelendirilir ve birer Tanrısal mazhardır; tek
aydınlatıcı ışık olan olan Tanrını parçaları ve yansımalarıdır. Her sıradan
inanan da ‘Ali’nin hizmetinde bir Salman olmaya’ çaba gösteririr. Bu bağlamda
Pir Sultan Abdal’ın da dilinden Ali hiç düşmez; yazımızın ilgili bölümlerinde
görüldüğü gibi, Hacı Bektaş da, Şah İsmail de Ali’dir. Kalender Şahı da, Seyyid
Ali Sultanı da Ali olarak nitelemekte. Onun şiirlerinde “seher yelleriyle esen,
dört kitabı yazan Ali’dir ve yezide
batın kılıncını çalan da Murtaza Ali’dir”.
|