Âşık Remzâni |
Alevi-Bektaşi inancında Cem,
Tapınma Kurumları ve Ritüeller İsmail KAYGUSUZ 1.Tapınmanın Genel Tanımı ve
Alevi Tapınma anlayışı a.
Tapınma/İbadet ve Ortodoks ve Heterodoks İslamda (Sünni/Şii ve Alevi inancında)
farklı gelişen tapınma anlayışları b.
Alevi toplu tapınması Cem’in kökeni (Kırklar Meclisi ve Miraç) ve Cemevi c.
Cami ve Cemevi’nin kökeni aynı, ama içinde yapılan tapınma ritüelleri
farklıdır 2. Cem ve Erkanları ya da Tapınma Kurumlarının Dünü ve Bugünü a.
Cem tanımlamaları ve Erkanlarının çeşitliliği üzerine b.
Cemde Görülüp/Sorgulanma Erkanı; manevi temizliğe ulaşma ya da düşkün sayılma c.
İkrar verme/Musahiplik; kurum olarak işlevsel önemi, ritüelleri, kökeni.. d.
Çok kısa olarak musahiplik ritüellerinden de sözedelim: e.
Bugün Cem Erkanlarının inanç ögeleri tabanında sosyo-psikolojik işlevleri
ağırlık kazanmıştır 1.Tapınmanın
Genel Tanımı ve Alevi Tapınma anlayışı a.
Tapınma/İbadet ve Ortodoks ve Heterodoks İslamda (Sünni/Şii ve Alevi Aleviliğin
toplumsallaştırılmış tapınma kurumlarının tümünü içinde barındıran Cem’in
değerlendirilmesine geçmeden önce
tapınma, yani ibadetin ne olduğu üzerinde birkaç söz etmek gerekir. Tapınma
sosyo-psiklojik anlamda, toplumun üst
yapısını oluşturan değerler ve kültür kat(man)larından din ve dinsel inançların
temel ögesidir; bireyin, dinsel inancının Tanrısına yaranması, yani kendisini
iyi bir kul olarak kabul ettirebilmesi için açığa vurduğu davranış ve eylem
biçimlerinin tamamı olarak tanımlanabilir. Bir başka söylemle, inanan ve kendisini ona kul gören bireyle,
Tanrısı arasında bir anlaşma-uzlaşma sağlamak, bir bağ kurmak için eyleme
sokulan davranış biçimlenmelerinin tümüdür tapınma. Birey bunları uygularken,
Tanrıya kendini daha yakın duyumsayarak, kazandığını düşündüğü yücelikle içsel
ya da ruhsal dünyasını doyurduğu gibi, yaşadığı toplumda bir üstkişilik belirlemesi yapar. İslam
bilginlerine göre de, yani dinsel anlamda ibadet, ruhun temizlenmesi için
araçtır. Tapınmanın Arapçası ibada/çoğ.ibadat ile abd/çoğ.ibad ( yani kul-köle)
sözcüklerin türdeş olmasıyla da “tapınılan” “tapınan” ilişkisi kurulur.
Böylece ibadet, ibad (yani, kullar, yaratılmışlar) tarafından
yapılan ritüellerin genel adı oluyor; bu etkinliklerin en açık belirleyicsi de
“dua etme/niyaz etme, yalvarma/yakarma,çağrı” anlamlarına gelen salat
(Ancak bunun yerine, Arapçanın konuşulmadığı ülkeler dışında dışında Farsça karşılığı
namaz, Afganistan’da nmuz kullanılır; W. Montgomery Watt, Muhammed in Medina,
London, 1956, s.304) deyimidir. Salât sözcüğü Kur’an’da tam 85 kez geçtiği
halde, beş vakiti belirleyen hiç bir açıklama yoktur. Sadece fecr (sabah),
maghrib (günbatımı, akşam) ve isha (yatsı) vakitleri için bazı dolaylı
göndermeler ya da söylemler vardır. Peygamberin dünyadan göçüşünden 150-160 yıl
sonra zuhr (öğle) ve asr ikindi) vakitleri eklenerek Abbasi yönetimi
(fıkıhçıları) tarafından beş vakit resmileştirilmiştir. Bu dönemde Abbasi din bilginleri hadisler
ürettikleri ve şeriat yasaları (fıkıh) külliyatı çıkardıkları dönemde üç vakit
duaya öğle ve ikindi eklenerek beş vakit salat olarak son biçim verildi. İbn
Hajar Hadis Külliyatında (4.Vol. s. 238)
anlattığına göre, Abu Darda bir misyoner görev üstlenerek Bağdad’dan, üç vakit
olarak bilinip uygulandığı Medine’ye geldi; beş vaktin nasıl düzenlenerek
oluşturulduğunu Medinelilere gösterdi ve Bagdad’a döndü. Gerekçesi de
Peygamberden iki vakit daha eklenmesini rivayet etmesiydi. Oysa Abu Davut ve
Nissai, Ammara bin Ruveba’nın Muhammed peygamberin ‘sabah ve akşam Tanrıya salat eda eden müminin
cehenneme gitmeyeceğini” söylediği rivayetinden sözederler. Büyük Hadis
toplayıcılarından Buhari ve al_Müslim’de salat ve vakitlerine ilişkin
birbirinden farklı yorumlar bulunmaktadır. (Aktaranlar Richard Bell, The Origin
of İslam, London, 1968, s.142; Mümtaz Ali Taceddin S. Ali, “Three Times Salat
or Du’a”, www.ismaili.net) İslam
şeriatının tapınması bireyseldir; korkulan bir Tanrının zulmünden korunmak,
yalvarıp yakararak bağışlanmak ve ödüllendirilmek ister inananlar. Öyle bir
Tanrıdır ki, iyiliği de kötülüğü de o verir; insana hem kötülük yaptırır, günah
işletir ve hem de işlediği günahtan ötürü cehennem ateşinde yakar! Ancak
kulları, kendisi için vakit namazları, oruç, hac vb. bazı biçimsel davranış ve
hareketler olan ibadetleri yerine getirdiği zaman onu bağışlayacaktır. Kul her
türlü ahlaksızlık, yalancılık, dolandırıcılık yapacak, yoksulu sömürecek, öksüzün-yetimin hakkını
yiyecek ve sonra tövbe edip ibadete başlayınca, hatta iki rekat nafile (yani
fazladan) namaz kılınca Tanrı onun bağışlayıp ödüllendirecektir. Ne kolaylık
değil mi? Günümüz emperyalist ve küresel kapitalist sistemleri hiç kuşkusuz
böylesi Tanrının varlığına-Bir’liğin sahip çıkacak ve sonuna kadar
savunacaktır. Alevilik
tapınmayı bireysellikten çıkarmış, anlamını değiştirmiştir. Yukarıda
kısaca açıklamaya çalıştığımız ibadet anlayışı ve bu türden tapınmalar bekleyen
bir Tanrı inancıyla, Aleviliğin, yakından uzaktan bir ilişkisi yoktur. Alevi canın
Kur’an’ı da Rahman’ı da insandır, tapınması onadır; gördüğüne tapar, hayale
değil. Bunu biz değil
aşıklarımız-ozanlarımız söylüyor: “Kuranidir
sözümüz Rahmanidir
yüzümüz Hakk’ı
görür gözümüz Aldanmayız
hayale” (Türabi) “Mülk
yaratıp dünya düzen ol bahçevan heman benem Halk
içinde dirlik düzen dört kitabı doğru yazan Ağ
üstüne kara düzen ol yazılan Kur’an benem ...
Kafirdürür inanmayan evvel ahir heman benem” (Yunus Emre);
“Her
ne yerde gökte var ademde var Her
ne ki yılda ayda var ademde var Ne
ki elde yüzde var kademde var Bu
sözü fehmetmeyen adem davar” (İmadeddin Nesimi); “Ey
müminler beni ziyaret edin Yüzüm
cemalullah sıfat bendedir Dört
kitabım yahu beni kıraat edin Kur’an
Zebur, Tevrat İncil bendedir” (Edip Harabi);
“Minareye
çıkıp bize bağırma Haberimiz
vardır sağır değiliz Sen
kendini düşün bizi kayırma Allah’la
biz ayrı gayrı degiliz” (İbreti). Doğrudur,
ama bu fiziksel ya da biyolojik birliktelik değil; tanrısal özün insanda saklı
oluşudur. Bu öz İmam Ali’de, Ehlibeyt beşlisinde, İmamlarda büyük velilerde
tecelli ettiği gibi, insan-i Kâmil’de, insanlığa hizmet eden her gerçek
insanda görünüm alanına çıkar...
Kaygusuz Abdal’ın dediği gibi, “Eşya-yı mahlûk Halik’ten ayrı degüldir (yani
yaratılmış nesneler-maddeler, yaratıcısıyla birdir; ayrı olamaz...”. Alevilikte
görünmez Tanrıyı memnun ederek onunla anlaşmak ve öte dünyada cehennem
ateşinden kurtulma kaygısı ya da cennetten güzel bir yer kapacak olmanın
sevinci yoktur. b.
Alevi toplu tapınması Cem’in kökeni (Kırklar Meclisi ve Miraç) ve Cemevi Billindiği
gibi Görgü Cemi ya da Cemlerinin bir diğer adı da Kırklar Cemi’dir. Alevi
inanç geleneği, talibin Muhammed-Ali yoluna girmesi olan ikrar verme,
kardaşlık/musahip tutma ve görülme sorulma törenlerini yapıldığı Görgü Cemi’nin
Muhammed’in Miraç’tan döndüğünde Kırklar Cemi’ne kabul edilişine bağlamaktadır. Abdülbaki
Gölpınarlı şu saptamayı yapar: “Bektaşilerde
nasip alan, yani ikrar veren kişinin girdiği törene, bu törenle manevi aleme
ağmak amacıyla ‘Miraç’ derler. Nasip alan kişiyi tören bittiğinde ‘Miracın
kutlu ya da mübarek olsun’ diye kutlarlar. Alevilerin musahib kavline
girişlerinde de ‘Miraçlama’ dedikleri nefes okunur.” Önce
kısaca Miraç’tan söz edelim: Sünni
ve Şii geleneğinde Mirac olayı , biçimi ve sayısı üzerinde çok sayıda rivayet
vardır. Biri Mekke, diğeri Medine’de olmak üzere en az iki kez Muhammed’in
Miraca çıktığından tutunuz da, Peygamberin, “ikisi Mekke’de, 118’i
Medine’de” olmak üzere tam 120 kez Mirac
yaşadığına dair bir hadisten bile sözedilmektedir. Kuran‘ın
XVII. ve LIII. surelerinin sadece iki ayetinde geçen Miraç (yukarı çıkılacak
araç, merdiven anlamında) olayının Alevi-Bektaşiler tarafından yapılan yorumu
Sünni ve Şiilerinkinden çok farklıdır. Cebrail
tanrının kendisine görünmek istediği haberini getirir. Yıldırım gibi hızlı uçan
kanatlı at, Burak’a binerek göğe yükselir. Muhammed kendini Kudüs’de Süleyman
Peygamberin tapınağı (Kuran’da Mescid-ül Aksa adı geçmektedir) üzerinde uçarken
bulur ve nurdan bir merdiven görür. Ve merdivene tırmanarak tanrıyla buluşmaya
çıkar. Yedinci kata çıktığında, Tanrı katına varmadan önüne heybetli bir arslan
çıkar, bu Ali’dir. Kükrer bırakmaz onu. (İmamlardan rivayet edilen Şii Mirac
anlatılarında da Peygamberin çeşitli biçimlerde Ali ile karşılaşması vardır;
ama sadece Anadolu Alevi geleneğinde Ali’yi arslan donunda gördüğü alatılır)
Peygamber arslandan çekinir; mühür yüzüğünü (hatem) ağzına vermesini fısıldar
kulağına Cebrail. İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’nda, “yüzüğünü ağzına verdi, onda
nişan kaldı. Andan (arslan) sakin oldu. Seyyidi (Muhammed) Sidret-ül Münteha’ya
erişti. Dost dosta kavuştu. Doksan bin kelam söylendi...” denilmektedir. Hatayi,
Muhammed’in “genç ve mahbub bir delikanlı” donunda göreceği tanrısına
kavuşmasına izin veren, hatta rehberlik eden arslanı şöyle tanımlar: “Yedinci
felekde Arslan görünen Hatemin
ağzına verip sır eden Gelip
Kırklar ile Cemde bulunan Cümlesine
serdar olan Ali’dir” Başka
bir versiyonda ise, Sidret-ül Münteha’da perdenin arkasından yeşil benli elini
uzatıp “gel habibim, ben bu evreni senin yüzsuyu hürmetine ve senin sevginden
dolayı yarattım” diyen tanrıyı Ali’nin donunda gördüğü anlatılır. Muhammed
Miraç dönüşünde Kırklar sohbetteyken kapılarını çalar. Burada geçtiği anlatılan
konuşmaları ve olayları dinlememiş ve bilmeyen Alevi can yoktur. Ali
çıkarıp yüzüğünü (hatem) geri verince, onun büyüklüğünü tasdik edip: “Ey
ashaplar gerçek Ali’dedir; Ali’ye varın, ondan isteyin dileklerinizi” der.
Kırklar ikrar verip ikişer ikişer musahib tutarak, Ali’ye talip olurlar. Muhammed de Cebrail’in rehberliğiyle Ali ile
musahib olur. Yer gökle, Cebrail Adem peygamberle, Muhammed Ali ile musahiptir
artık. Alevi
inanç söylenceleri arasında çok önemli bir yeri olan bu göksel Kırklar Meclisi
olgusu, Peygamberin İslamı yaymaya ve yaşatmaya çalıştığı 12-13 yıllık Mekke
dönemindeki kendisine bağlı inananlarla yaptığı gizli toplantıların, toplum
bilincinde kutsanıp mitoslaştırılmasıdır. Bunun İlk örneğini 8.yüzyılın
ortalarında İmamların bilginlerinden Muhammed Bakır döneminde yazılmış Ummu’l
Kitab’da Adem yaratılmadan onbinlerce yıl önce
(yaratılış ötesinde) nurdan insan biçimliTanrı’nın organlarını oluşturan
yaratılmamış Ehlibeyt beşlisi dışında
onlara bağlı ve 12 nakib, 28 necib tanımlamasıyla (kırklar) 1000 renkli
Beyazlık denizinde yaşayan, farklı renklerde nurdan ruhsal varlıklar olarak
olarak anlatılır. Tanrı hepsinde de görünüm alanına çıkar; ancak Ehlibeyt
Beşlisi dışında sadece Salman’a tanrısallık bağışlamış ve onu kendine vekil
yapıp Şeytanı altetmiştir. Bu kırk nurdan ruhsal varlıklar Salman, Mikdad, Abu
Zer, Ammar vb. verilen adlar göstermektedir ki bunlar, Peygamber’e ilk inanan gerçek Kırklardan başkası değildir. Mekke’de
ilk İslam topluluğunun tapınma yeri yoktu. İbn Hişam’ın (ö.828) Siyar-ı
Nebi’’sine (s. 159, 190) göre, İslam Peygamberi yaklaşık 13 yıllık Mekke
döneminde, ancak yarısında tamamladığı kadınlı erkekli kırk kişilik
inananlarıyla kendi evinde, Mekke’nin en dar ve gizli sokaklarında bulabildiği
uygun bir mekanda ya da bir mağarada tapınma düzenlemeye başlamıştı. Akşam,
gece ve sabah olarak bildirilen Tanrıya dua etmeyi/tapınmayı, anlaşılıyor ki,
putperest Mekkelilerin ağır baskıları yüzünden, kendilerini güvencede
hissettikleri ya da güvenceye aldıkları zamanlarda akşamdan başlayarak sabaha
kadar toplu tapınma biçiminde yerine getiriyorlardı. İbn
Hişam’ın verdiği bilgiler, 9.yüzyılın ortalarında yazılmış İkhvan-as Safa
Risaleleri tarafından desteklenmektedir. Bilginler
Miraç olgusu ya da mucizesinin tarihi olarak, Muhammed’in peygamberliğinin
6.yılı ya da Hicret’ten 4 yıl önce, yani 618 olması gerektiği –ki 620 diyenler
de bulunmaktadır- üzerinde anlaşırlar.
Birincisi, 616 yılı Kırkların,
yani ilk İslamların sayısının kırka tamamlandığı tarihtir. Artık Kırklar
Meclisi kurulmuştur. Yukarıda söylendiği gizli yerlerde geceleri cem olup, hem
gizlice ibadetlerini yapıyor hem de gündüz bulabildikleri, çeşitli biçimlerde
sağlayabildikleri günlük yiyecek ve içeceklerini paylaşıyor.(Simgeleşen bir
üzüm danesinin bölüşümünü düşünelim.) Kuşkusuz yarınki yaşamları ve İslamı
yayma hizmetlerinin planları da konuşulup tartışılıyordu. Ayrıca bu tarihten
itibaren İslam peygamberi ve ilk İslam inananları üç yıl boyunca Mekke aristokratlarının
sürgün ettiği Şeb-i Abi Talib adıyla anılan bir vadide ekonomik ambargo altında
açlık sıkıntısı çekerek ve her an ölümcül bir saldırı bekleyerek yaşamaktaydılar. Muhammed’in
Mekke yılları, kendisini ve kabilesinin, İslama ilk inananların, en sıkıntılı
ve baskı gördüğü yıllardır; büyük yoksulluk ve açlık çekiyorlardı. Çünkü, 620
yılı başlarında varlıklı karısı Hatice ve hemen arkasından, Müslüman olmamasına
rağmen, kabile yasalarına göre, kendisini koruma altına almış olan amcası Ebu
Talip de ölmüş bulunuyordu. Yine kabile geleneklerine göre talep ettiği “aman
hakkı”nı Mekke’de hiçbir aileden alamayınca, Taif’e göç etme girişiminde
bulunmuş; ama taş ve sopalarla karşılanmıştı. Muhammed Şeb-i Abi Talip sürgününden, ölen karısı
Hatice’nin akrabalarının verdiği “aman hakkı” ile Mekke’ye geri dönebilmişti. Bu
tarihte sayıyı tamamlayıcı olarak Kırklara karışan kişinin adını merak
etmektesiniz ya, duyunca da Aleviler olarak şaşıracak, inanmıyacaksınız. Onu, inanç geleneğimizdeki Kırklara karıştırmak değil, kapısına bile koymazsınız;
çünkü hemen Ebubekir’in halife seçimi sırasında Ali’ye ve özellikle Fatima’ya
yaptıklarını anımsayacaksınız. Oysa bu sahabi, Ortodoks İslamın en adaletli
halifesi olarak büyük saygınlık sahibidir. Bu kişi Khattab oğlu Ömer idi.
Bildiğiniz gibi Muhammed’i öldürmek niyetiyle evinden çıkan ve Mekke ticaret
aristokrat aileleri arasın gücü ve savaşçılığıyla tanınmış 27/28 yaşlarındaki
Hattab oğlu Ömer, kızkadeşinin direnişinden etkilenerek Peygamberin yanına müslüman olmak için gelir. Ancak
Ömer’in kırkıncı kişi olarak İslama girmiş olması, Muhammedi ve kabilesinin üç
yıllık sosyal ve ekonomik ambargo altına alınmasını engellemez. İkhvan
as-Safa (IV.Risale 16.kısım) bir küçük
paragraf içinde şöyle söylemektedir: “Muhammed ilk kez misyonuna, yani
peygamberliği yayma eylemine Hatice ile başladı, sonra vasisi Ali, dostu
Ebubekir, Malik, Abuzer, Şuayp, Bilal,
Salman, Cubeyr, Basir ve diğerleriyle, bir kadın 39 erkekten oluşan bir
topluluk oluncaya kadar sürdürdü. Peygamber, ya Abu Cehil’in ya da Ömer’in din
değiştirerek İslamın güçlendirilmesi
için Tanrıya yalvardı ve kırk kişi
oldular; o zaman yüce davayı açığa vurdular (izharu d-dava)...” ( Yves Marquet,
La Philosophie Des Ikhwan al-Safa, etudes et documents, Alger, 1973, s.373) İlk
Kırklar arasında adı geçen sahabilerden Ebubekir ile Ömer’in Ummu’l Kitab’ta 12
Nakib ve 28 Necib arasında bulunmamaktadır. Ayrıca Kolayni Al Kâfi’sinde, İmam Bakır’ın Salman,
Mikdad, Abu Zer, Ammar Yesari vb. bazı isimler vererek, diğer sahabilerin din
kurucusu Dede’sine ihanet ettiklerini
söylediğini yazmaktadır. Dahası Ömer bin Khattab, Medine’de ilk Cem’de,
yani ilk toplu tapınmada ikrar verip
Ensar’dan biriyle yol kardeşi (musahip) olmuştu. Peygamber’in düyandan
göçmesiyle, cenazesini bile kaldırmadan ikrarlarından döndü herikisi de. İkhvan
as-Safa Kırklar Meclisini, Ummu’l Kitap gibi yaratılış ötesine götürmüyor, onu
tarihsel nesnelliği içinde ve çok gerçekçi değerlendirmektedir. Bu
Meclisin kuruluş amacı, Mekke ve Medine’deki inançsal, sosyal, ekonomik ve
siyasa işlevler ve ilişkilerin temelinde tüm insanlığı kapsayan evrensel
devlet-toplum tasarımı geliştirmiş bulunuyordu. İmam Cafer Sadık
Buyruğu’na sınıfsız bir toplumun yaşadığı “Rıza Kenti” olarak yansımış bu tasarım, Fransızcaya “Cité Spirituelle” (Ruhsal yada
manevi kent ya da devlet) olarak
çevrilmiş; dinsel inançlardaki “ruhsal
yaşamın, cennette ölümsüzleşen sonsuzluk hedefi üzerine kurulmuş mükemmelliğe-olgunluğa
ulaşması için tüm özellikleriyle cennetin nesnelleşmesi, dünyaya taşınmasıdır
bu tasarım. Dünyayı ve insanlığı bozulmaktan ve bozan kötü nesillerden (baş
hedef Abbasiler olmak üzere tüm baskıcı yönemtimlerden) kurtarmak için ‘din ve
inançlar konuşunda biliçli ve gerçek bilimleri özümsemiş bu alanlarda yetişmiş
eğitimli, deneyim sahibi kardeşlere (İkhvan) gereksinim vardır ve dinler, ancak
karşılıklı konuşup tartışmak ve yardımlaşmakla yüceltilebilir” (Risale I,100,
140; Risale IV, 126) Bu
devlet tasarımının başında zamanın İmamı vardır diğer hiyerarşik organlarından
dört Abdal dört meleği temsil eder ve Hüccet ya da baş Dai makamındaki kişinin
başkanlık ettiği en önemli organ kırklar meclisidir. Sonra dört yüzler ve
onları eğitip yetiştirdiği dört binler gelir... Yesribli
(Medine) hacılar aracılığıyla, “Üç Akabe Biatı” anlaşma ve konuşmaları sonunda,
622 yılında Medine’ye göç etti Muhammed. Kırklar Meclisi, bu baskı ve sıkıntılı
çok gizli çalışmalar gerektiren yıllarda oluşturulmuş ve görev yapmıştır.
Başlarında 20–22 yaşlarındaki Ali’nin bulunduğu, hem Peygamber’i koruyan
(Ali’nin, Peygamber’in evini basarak öldürmeye gelenlere, onun yatağında yatıp,
hayatını ortaya koyarak karşı durduğunu anımsayalım), hem çeşitli yollarla
abluka altındaki Müslümanlara yiyecek içecek sağlayan ve Yesriblilerle
ilişkileri geliştiren; etkinliklerini ve toplantılarını gizli yürüten bir
örgüttü. Muhammed’in miraç dönüşünde ilk kez bu meclise uğrayıp, yaşamış olduğu
göksel visionu onlara anlatması ve onlardan Tanrı’yı gördüğünü herkese
yaymalarını istemesi de misyonun bir parçasıdır. Bunların arasından oniki
kişinin tebliğci olarak Hicret olayından önce Medine’ye gönderilip, onlara
İslamı öğrettikleri, orada bir Müslümanlar kolonisi kurdukları biliniyor. Kırklar
Meclisi, etkinliklerini ve toplantılarını gizli yürüterek Yesriblilerle
ilişkileri geliştirmişti. Mekke gibi zengin ticaret toplumunun, kutsal
inançları ve tüm değerler sistemini altüst eden İslam dininin ilk mensupları,
elbetteki gizli bir örgüt gibi çalışacaktı. Bu bağlamda araştırmacı ve
tarihçilerin, olayın bu yönünü görmek istemeyip, Kırklar Meclisi’ni ya toptan
yadsımaları, ya da hayali “göksel meclis” gibi değerlendirmelerini doğrusu
yadırgıyoruz. Bu gizli meclis, özellikle Mekke ticaret aristokrasisi dışındaki
yoksul kabile mensuplarını, Bedevileri ve yerli-yabancı emekçi köleleri İslama
çekebilmeleri için, yeni ve eşitlikçi, paylaşımcı bir sistemi öngören inanç ve
toplu tapınma kuralları yaratmışlardır. Bu bir avuç insan, din kurucusunun önderliği
ve kendilerini güvencede tutacak bir hizmet dağılımında, gizlice toplanıp,
tapınıyor; konuşup, tartışıyor ve kendi kendilerini eğitiyorlardı. Öbür
yandan Hicret (göç) etmeye karar verdikleri, Yesrib (Medine) tarımla uğraşan
bir kabileler konfederasyonuydu ve toprağı ortak kullanıyorlardı. Ayrıca bazı
kabileler Musevi olduğu gibi aralarında yaşayan Hırıstiyanlar da bulunuyordu.
Bu nedenlerden dolayı, sığınma durumunda kalacakları bu topluma uygun değerler
de geliştirmeliydiler. Böylece “Kırklar” söylencelerinde günümüze kadar
ulaşan (simgesel) bir üzüm tanesini
kırka bölmek ya da ezip şerbet yaparak, kırk kişinin tatmasını sağlayacak bir
bölüşümcülük ve birine neşter vurulunca hepsinde aynı acıyı duyuracak, kan
çıkartacak kardeşlik ortamı oluştu bu mecliste. İçlerinde
Zerdüştlüğü–Mazdekizmi, Maniheizmi, Musevilik ve Hıristiyanlığı çok iyi bilen,
bu dinlerin bir kısmına girip çıkmış Selman-ı Farisi gibi bir bilge öğretmen ve
annesi Bizanslı bir köle olan Musab b. Umeyr gibi bir başka tebliğci öğretmen
de vardı. Bu sonuncusu, Peygamber’den önce Medine’ye gidip, orada bir İslam
cemaatı kurarak ortamı hazırlayanların başında geliyordu. Demek ki, ancak
Kırklar Meclisi’ni gökten yere indirip, tarihsel nesnelliğe kavuşturduğumuzda,
görgü cemi ve musahiplikle köken ilişkisi, akılcı bir taban bulur. (
Bu dönem karanlık içinde bırakılmış, aydınlatılmış değildir; Ali’nin ve
Salman’ın Kur’an yorum ve çeviri çalışmaları ortalarda yoktur. Her inen ayeti ilk okuyup öğrettiği
kişilerden olan Ali ile Salman’ın –ki onun bazı ayetlerin anlaşılır
kılınmasında Peygambere yardım ettiği de bilinir, bunun için kendisine yersel
Cebrail adı verilmiştir- onları yazıp kitaplaştırmadığı düşünülebilir mi?
Yukarıda adını verdiğimiz İmam Bakır döneminde kaleme alınmış Ummu’l Kitab’da
İmam Ali’ye atfedilen Kitabu’l-ikhbarat (Haberler/Hadisler Kitabı) (f. 162)
yazarı verilmeyen Kitabi ma Ahli Beyt (Bizim Ehlibeyt Kitabımız) (f. 7) Ve yine
yazarı belirsiz Kitabhayi nihani (Gizli Kitablar) (f. 206) isimli kitap adları
geçmektedir. Ayrıca Şiilerce için çok değerli olan El Kolayni’de anlatıldığı üzere, İmam’dan
İmam’a devredilen emanetler sandığında bir Ali Kur’an’ı ve gelecekten haber
verdiği söylenilen bir Fatima mushafı vardı. Adı verilen kitapların hiçbiri
zamanımıza ulaşamamıştır. Muhammed’in
ölümüyle birlikte dağıtılan meclisin yeraltında oluşturulup çalıştığı ve batıni
inancın geliştiği; ilk kırklar Meclisi tapınmaları yapılabildiğince
sürdürüldüğü anlaşılıyor. Ali tanrısallığında bayraklaşan bir toplumsal ihtilal sonucunda Ali’nin başa
getirilmiş olması, rastlantı değildi. c.
Cami ve Cemevi’nin kökeni aynı, ama içinde yapılan tapınma ritüelleri
farklıdır Muhammed
peygamber 622 yılında Medine’ye göçedince,
tapınmalarını yapmak ve her türlü toplumsal ve güvenlik sorunlarını konuşmak
için geniş bir avlu yaptırdı. Tapınma
sırasında, yani dua ederken yüzler Kudüs yönüne çevriliyordu. Muhammed
Mekke’den gelen müslümanlarla (muhacir), bir yıl önce Kırklar arasından nakip
olarak gönderdiği 12 kişinin Medine’de
İslama çevirdiği yerlileri (ensar)
burada kardeşleştirdi. Tapınma törenlerinin
bir parçası olarak, ortak çalışıp, kazancı ortaklaşa kullanmak ve
bölüşümcülük temelinde ömür boyu ailecek sürdürülen yol ve inanç kardeşliğiydi bu. Ortodoks tarihçilerin
“Muahat Akdi” (Kardeşlik Anlaşması) adını verdikleri bu tören, Alevi toplu
tapınması Görgü Cemi’nin en önemli kurumu Müsahipliğin temelidir ve kesintisiz
aynı ilkeler bağlamında “ikrar verme, yola girme, yolkardeşi olma”
ritüelleriyle günümüze değin sürmüştür. Bu ilk toplanma, “cem”olma yerinin adı
cami değil, mescid (secde edilen, ibadet yapılan yer) idi. Alevilerin tapınma yeri olan Cemevi/Meydanevi, bu ilk
Kuba mescidinin işlevlerini sürdürmektedir. (İbn
İsak vb. gibi 9.yy. Siyar yazarlarının geniş hayal güçleriyle yarattıkları ve
Arap dilinin ilk edebiyat örneklerinden olan Miraç öykülerinde anlatılan Beş
Vakit namazın öyküsü varyantlarının bir
gerçekliği yoktur; sözde elli vakitmiş de Musa Peygamberin uyarısı üzerine
Muhammed Tanrıya yalvararak 5’e indirmesini sağlamış. Üstelik 13.yy. Latince’ye
çevrilmiş bir Miraç kitabında Musa’nın delaletiyle 500’den 50 ve sonra 5 vakite
indirildiği yazılıdır.) a.
Cem tanımlamaları ve Erkanlarının çeşitliliği üzerine Cem,
sözcük olarak, “toplantı, biraraya gelmiş insan topluluğu-cemaat, meclis”
anlamlarına gelir. Ancak yüklendiği inançsal ve toplumsal işlevler bağlamında
derin içerikli bir kavramdır. Cemler, Cemevi ya da Meydanevi’nde yapılır ve
aynı zamanda yapıldığı toplumsal birimin (mezra, köy, mahalle, kasaba vs.) ve
bireylerinin (özel) sorunlarının konuşulup çözümler üretildiği, yönetimine
müdahale edilip değiştirilmesine, düzeltilmesine karar verildiği kadın erkek yetişkinler
topluluğu olarak bir Halk Meclisi’dir.Toplanılan yer alamına gelen Ortodoks
İslamın Cami’si de aynı kökten olmasına rağmen farklı bir işlev ve işlerlik
kazanmıştır. Cemler
aynı zamanda, topluma ve bireylerine karşı
haksızlık yapmış, suç işlemiş kişilerin yargılandığı adalet mahkemeleri
ve jüri topluluğudur. Yine Cem, tarih, felsefe, edebiyat, müzik, dans ve diğer
yaşamsal bilgilerin öğretildiği ve öğrenildiği bir öğretmenler ve öğrenciler
topluluğu olduğu kadar; ortak kazan kaynatılarak, ayrıca getirilen
niyazların-lokmaların birleştirilip eşit üleştirilerek yenilip içildiği ve
müzik ve dans sanatlarının icra edildiği bir coşku ve muhabbet meclisidir. Bunlar
abartma değildir; Alevi-Bektaşi cemlerine
sosyo-ekonomik açıdan ve bilimsel yaklaşıp çağdaş gözle bakarsanız bunlardan daha da
fazlasını görürsünüz. Düşününüz ki, bütün bunlar Cem erkanlarının çeşitliliği
içinde ritüel uygulamalar olarak gerçekleşmekte ve Alevi-Bektaşi Cem toplu
tapınmalarının birer parçasıdır. Ortodoks İslamın değişmez kalıplara sokulmuş
tapınma eylemleriyle hiçbir biçimsel yakınlığı yoktur. İmam Cafer Buyruğu’nda Cem’in
özellikleri şöyle vurgulanır: “Cem’de
büyük küçük, güzel çirkin bir olur ve
dahi Cem cennettir; müminleri (erkekler) melek, müslümleri (bacılar) huridir.
Yedikleri cennet taamı, içtikleri cennet şarabı, giydikleri cennet
esvabıdır...Pirlerin mürşidlerin evleri Makkeleridir. Onları ziyaret edenler
binbir kere hacı ve gazi olurlar; günahlarından kurtulup masum ve pak
olurlar...” Uzun
söze ve açıklamaya gerek var mı? Cennet dünyaya taşınıyor ve erişilmezlikten
kurtarılıyor. Görgü Cemine katıldınız mı cennete gitmiş oluyorsunuz. Bununla da
kalınmıyor; Cem’i yürüten ve yolu-yordamı öğretenlerin, yani
pirlerin-mürşitlerin evini de bir kere ziyaret edince binbir kez hacı
olursunuz. Mekke gitmek gitmek anlamsız bulunuyor; çünkü onların oturduğu
yerleşim yeri Mekke kadar kutsaldır. Cem,
Cemevi ve Alevi inanç kültürü birbirinden ayrı düşünülemez. Cemevi Alevi inanç
ve kültürünün okuludur. Bu okulun çevresinde kurulmuş (ve kurulmuş olması
gereken) Alevi-Bektaşi dernekleri, demokratik kitle örgütleri, vakıflar,
birlikler vb. bu büyük inanç ve kültür miraslarının sağlıklı yaşaması,
yozlaşmaması ve unutulmamasına hizmet ederler ve etmelidir. Alevilik
, içinden çıkmış olduğu İslamiyeti batıni/tevil yorumlarıyla şeriat karmaşası
ve doğmalarından arındırıp, akılcı bir anlaşılırlık içinde, birçok inanç ve
felsefeleri de özümseyerek, toplumsal kurumlar biçiminde geliştirip yaşama
geçirmiştir. Bu kurumlar Alevi-Bektaşi toplumunun sosyal, ekonomik, adli ve
ahlaki gereksinimlerini eşitlik ve paylaşımcı ilkeler çerçevesinde karşılayabilen
bir içyönetim ve yaşam düzeni oluşturmuştur. Aleviler, şeriat temelli egemen
yönetimlerin tüm baskı ve zulümlerine, resmi din dayatmalarına, işte bu, nesnel dünyayaya yönelik tapınma kurumlarıyla
yarattıkları düzen sayesinde göğüs gererek varoluşlarını sürdürebilmiştir.
Dışarıdan dayatılan güçler ne denli zorba ve kanlı olmuşsa da, Alevi inancını
ve Alevice yaşam biçimini yokedememiştir. Bu tapınma ya da ibadet kurumları
tümü Cem Erkanları’dır. Bize
göre Cemler iki ana bölümde incelenmelidir: I.
Görgü Cemi/Ayn-i Cem ya da Cemleri; ikrar verme-musahiplik cemi,
görülüp-surulma cemi, düşkün kaldırma ve yaşamsonu dardan indirme cemleri, bir
diğer deyişle bu erkanların uygulandığı cemlerin genel adı Görgü Cemi’dir, II.
Muhabbet Cemleri/Eğitim –öğretim amaçlı temsili cemler (Abdal Musa Kurban Cemi,
Hızır Cemi, Koldan Kopan erkanı/gençleri yetiştirme, Oniki Hizmet görme temsili
eğitim cemi... b.
Cemde Görülüp/Sorgulanma Erkanı; manevi temizliğe ulaşma ya da düşkün sayılma “Görgü
ve ayn” sözcükleri eş anlamlı ve “göz ve görmek”le ilgilidir. “Ayin” sözcüğünün ses benzerliğiyle birlikte
taşıdığı anlam ağır bastığından ötürü “Ayin-i Cem” kavramı kendini kabul
ettirmiş, Bu yüzden Cemler sadece dinsel bağlamda değerlendirilmiş. Oysa “Görgü
Cemi” ya da “Ayn-i Cem”ler gerek biçim ve içerik, gerekse uygulamalar açısından
bütünsel bakıldığında, tümüyle “dinsel
törenlerin” uygulandığı toplantılar anlamı çıkarılamaz. Görgü Cemi dar anlamda
taliplerin toplanarak Dede ile görüşmesi ve Dede’nin taliplerinin halini
hatırını sorması, sorunlarıyla ilgilenemesi; toplumsal görüşme konumunda
Tarikat kapısının uygulanımıdır
Yaşanmakta olan nesnel dünya ve sorunlarıyla ilgilidir, dinlerin temeli
olan öte dünyayla değil. Bu uygulanımın en güzel tanımını Hatayi şu dizelerle
veriyor: “
Eğer yolumuzdan haber sorarsan Murtaza
Ali’dir pirimiz bizim Göregeldiğimiz
sürer gideriz Kırklar’dan
ayrılmış sürümüz bizim ... Cennet
cehennnem korkusun çekmeyiz Burda
sorulmuştır sorgumuz bizim Kazancımız
meydana getiririz Eksiğimiz
var ise bitirürüz Aşna
meşrep evinde otururuz...( yani huyunu-husunu tanıdığımız
dostlarla birarada bulunuruz İ.K.)” Meydan
açılmadan Görgü Cemi başlamaz. Yani, Oniki hizmet sahibi canlar tek tek dar’dan
geçip ritüellerini tamamlar; dualarını alıp hizmetlerinin başına geçmesiyle
Meydan açılır ve Görgü Cemi başlamış olur.. Bu Cem’e girmeye musahip olmuş
canlarla , genellikle o günlerde musahib olacak adaylar hak kazanmıştır. Canlar,
Pir’in “desturu” ile Cemevi’ne çağrılır. Hizmet sahiplerinden Peyik, Dede’nin lokmasını
taliplerine dağıtırken bu çağrıyı yapar. Akşam ortalık karardıktan sonra çağrılı talipler, Hak Meydanı, Ali Meydanı ya
da Kırklar Meydanı dedikleri Pir huzuruna çıkmak için Cemevi’ne gelmeye başlar.
Hiçkimse eli boş gelmez. Maddi durumunun elverdiğince çeşitli türden yiyecekler
getirir. Bunlara “lokma veya niyaz” adı verilir. (İsmaili Aleviliğinde Dai’ler
Cemaat hanedeki canlara İmam’dan (lokma yerine) getirdikleri ve “niyaz”
dedikleri suyu sunarlar) Her can
getirdiği yiyecekleri, postta oturan Dede’den duasını aldıktan sonra ilgili
hizmet sahibi “Sofracı ya da Lokmacı Baba”ya teslim eder. Birer
tapınma kurumu ya da ritüeller topluluğu olan Cem erkanlarının herbiri
başlıbaşına bir söyleşi, konferans konusudur. Biz burada hepsini anlatmak ve
değerlendirmek durumunda olduğumuz için çok kısa özet olarak vermeye
çalışacağız. Bu nedenle çerçeve içerisinde sadece Görgü Cem’indeki
‘Boyverme/Başokutma ya da Görülüp-Sorulma’ ile Musahiplik uygulamasına kısaca
değineceğiz: Genellikle
Görgü’ye her keresinde iki musahib, eşleriyle/bacılarla birlikte dört can
olarak dar meydanına çıkar. Ayaklar yalınayak, başlar açıktır; bacılar neçek
indirir, yani başörtülerini, yazmalarını omuzlarına düşürürler. Bellerine
kemerbest bağlamış, ayakları mühürlü (sağ ayağın baş parmağı solunkinin
üzerinde) Pir huzurunda, yani Ali Meydanında Mansur Darı’na dururlar.
Rehber Dar’da bulunan canların sağına
geçip Meydan’a niyaz/secde ettikten sonra şunları (gülbenk) söyler: “Allah
Erenler! Bu canlar; Muhammed-Ali divanında, erenler meydanında, Pirin huzurunda
elimiz erde, yüzümüz yerde, özümüz dar’da; erenlerin Dar-ı Mansur’unda canımız
kurban, tenimiz tercüman diyorlar. Bu fakirlerin elinden, dilinden
ağrınmış-incinmiş can karındaş varsa
dile gelsin, bile gelsin! Haklı hakkını dilesin. Bu canlar ‘haklıdan ve Hak’tan
gelen hakkıma razıyım’ derler, Allah Eyvallah!” Postta oturan Dede onlara ilk
hayırlıyı, yani duayı verdikten sonra dar’daki talipleri sorgulamayı ve
telkinlerini sürdürür: “Eyvallah
kapısındasınız; döktüğünüz varsa doldurun, ağlattığınız varsa güldürün,
yıktığınız varsa kaldırın! Doğru gez, dost gönlünü incitme. Pirine mürşidine
teslim-i rıza ol! Söyledikleriniz meydanın, sakladığınız sizin olsun! Dil
verdik konuşasınız, el verdik tutasınız, göz verdik göresiniz! El gövdenin
kaşındığı yeri bilir; doldurun döktüklerinizi, güldürün ağlattıklarınızı...” Zaten
görülmek-sorulmak, kusur ve kabahatlarından, kötülüklerden arınmak-paklanmak
için gelen bu talipler, Cem’e gelmeden
önce, herhangibir kimseye haksızlık etmiş, incitmiş ya da malına canına zarar-ziyan vermişse onu
ziyaret edip ceremesini ödemiş, onunla barışmış, helallık-rızalık almıştır. Hak
Meydanı’nda, Muhammed-Ali divanında duracağı Görgü Dar’ında yalan
söylenemeyeceği, içinde bir kemlik- kötülük saklanamıyacağını bilir ve inanır. “Yer
gök tanığımızdır; ne kimseye gözün üstünde kaşın var dedik, ne kimsenin gülünü
soldurduk. Hakkım var diyen alsın hakkını. Varımızla yoğumuzla Hak
meydanındayız...” benzeri bir gülbenkle (gül-bang: gül sesi) karşılarlar. Dede, “Canlar,
erenler bacılar!, diye seslenir, bu canlar Hak Meydanı’nda dar’dalar; Mansur gibi
asılmakta, Nesimi gibi yüzülmekte ve ‘Fazlı gibi hançer yüreğimizde’
demektedirler. Bu Meydan’a başkoydular, hakkı olan hakkını istesin. Onların
kusurlarını-kabahatlarını, günahlarını bilip de bildirmeyen, görüp de
göstermeyenin dedine derman bulunmasın! Dile gelin canlar dile.Bu taliplerden
razımısınız? Allah Eyvallah!” Cem’deki
canların hepsi birbirine eşit ve yol bacısı-kardeşidir. Cem’de ana-baba,
karı-koca, kanbağılı bacı-kardeş ayrıcalığı yoktur. Kardeş kardeşin, oğul
babanın ve baba oğulun, kadın kocasının ya da koca karısının yanlışlarını kusur
ve kabahatlarını Meydan’a dökebilir. Kendisine yapılan bir haksızlığın bedelini
isteyebilir. Dede böyle bir durumda, tanıklarıyla birlikte onları da dar’a çekerek dinler, yüzleştirir. Dede yargıç
örneği sorgulama yaparken, Cem’de bulunan tüm canlar, erler ve bacılar eşit oy
sahibi bir adalet heyeti/jüri durumundadır ve son yargıyı bu Cem erenleri
verir. Saklanmış
bir yüz kızartıcı suçu ya kendisi itiraf eder ya da oradaki canlardan biri
ortaya korsa dar’daki kişi düşkün sayılır; eğer verilecek düşkünlük cezasını
çekmek istemez ya da dayanamazsa Cem’den kovulur. Ağır cürüm ya da zina vs.gibi
toplumca kınanan bağışlanamıyacak suçlar işlemiş, haksız yere eşini boşamış ve
nikahlı kadın kaçırmış kimseler zaten düşkündür; yedi yıl boyunca Cem’e
alınmadığı gibi toplumdan da tamamıyla dışlanmışlardır. Yasal cezalarını
çektikten sonra da Cem’e alınmak için Dede’nin verdiği ve Cem erenlerin
onayladığı Düşkünlük cezasını çekmesi gerekir. Bu kişilerin musahipleri de
düşkün sayılır, yol kardeşi olarak görevini yapmadığı ve musahibinin
yaptıklarına engel olmadığı için. Ancak musahibine karşı yol erkanının
öngördüğü görevlerini yerine getirerek kendisini uyarmalarına rağmen engel
olamadığını Rehberi aracılığıyla Dede’ye bildirerek, bir kurban kesip özünü
dar’a çeker ve görülmek arzusunu belirtir. Pir huzurunda durduğu Mansur
dar’ında kendisi temize çıkartan bu canın isteği kabul edilirse, ölmüş
varsayılan musahibinin yerine onun boyunda bir sırık/değnek parçası simgesel olarak
kefenleyip bir mezara gömmesi ve yeniden musahip tutması gerekmektedir. Dar’dakilerden
biri ya da birkaçı, bazı canlara karşı kabahatlı, haksız bulunursa, onlar
tarafından bağışlansa ya da zararları karşılansa bile, cemaatın keseceği
cezayı ödemek zorundadır; maddi durumuna
göre ondan Cemde hazır bulunanlar için bir kurban kesmesi, sofra açması, lokma
dökmesi vb.taleplerini yerine getirirler. Bu cemaatın “edep-erkan duruş” hakkı,
yani görülen canların ayakta dar’da kaldıkları sürece onların da dizüzerinde
oturarak dar çekmelerinin karşılığıdır. Eğer
Cemaat toplu halde, “ biz Şah’a kadar razıyız, Hak da razı olsun!” diye üç kez
seslenirse, Dede dualarını vererk dar’daki canları indirir. Talibin görülmesi
sitemden (tarık altından) geçirilerek tamamlanır. Görgü dar’ından indirilerek
önünde, yere yüzüste uzanmış musahib
çiftleri Dede, sırtlarına vurduğu erkan çubuğu ya da pençe altından geçirir.
Talibin dar’da çektiklerini ve verdiği ikrarı/sözleri unutmaması için bir çeşit
sitemdir, kutsal sayılan simgesel bir ceza uygulamasıdır bu. Görgüden geçen
talipler manevi temizliğe ulaşmış ve tüm
saflığıyla gönül huzuru içinde Hak lokması yemege hak kazanmıştır. Dün
bunlar aynen uyugulanıyordu, ya bugün? Şimdi
soralım: Kısaca özetlemeye çalıştığımız Görgü Cemi kurulsa, bu kurallar
çerçevesinde görülüp sorulacak talip var mı
dersiniz? Hangimiz –eğer varsa- musahibimizi ve eşlerimizi yanımıza
alıp, Hak Meydanı’na çıkarak Pirin ve Cemaatın huzurunda özümüzü dar’a çeker;
yaptığımız yanlışları, işlediğimiz kabahatları, yalanları ve kötülükleri
meydana döküp hesabını verebiliriz? Veremeyiz. Ama, babalarımız, dedelerimiz ve
atalarımız verebililiyordu ve onca yasaklayıcı baskı ve zulümlere karşın, kar
kapıyı kesince, gecenin karanlığında doğanın güvencesine sığınarak kış mevsimi
boyunca Cem’lerini gizlice eksiksiz
yapıyor, toplu tapınmalarını kesintisiz uyguluyorlardı. Dedelerimizden
biri bu dünyaya geri gelse, yolumuzun erkanlarına göre topumuzu “düşkün” sayıp, hepimizi “düşkünlük
dar”ından geçirmek isteyecektir. Haklıdır, çünkü gerçekten elli yıl öncesine
kadar yaşanan Aleviliğe göre, bugün Aleviler “toplumsal düşkünlük” içindedir. BirAlevi
inançlı patron bir büyük iş adamı başı açık, belinde kemerbest, yalınayak
ayakları mühürlü Mansur dar’ına duracak ve: “Ben
bu büyük varlığı, bu sınırsız sermayeyi işçimin, çalışanlarımın emeklerinin
artık değeriyle elde ettim. Onların emeklerinin tam karşılığını vermedim.
Muhammed Ali divanında, Hak Meydanı’ndayım.
Boynum kıldan incedir Pirimin
huzurunda; malımla canımla meydandayım, haklı hakkını istesin. İşçilerim, tüm çalışanlarım da gelip hakkını
istesin, ben görülüp sorulmak, Hak-Muhammed Ali yolunu sürdürmek istiyorum!
Verilecek her türlü cezaya razıyım, Allah Eyvallah” mı diyecek? Demez. Çünkü
bir talip Pir huzuruna çıktımı; bunlar sorulur ve hak sahipleri hakkını ister.
Oysa resmi din konumundaki ortodoks İslam, yani Sünnilik, “bu serveti sana
veren Cenab-ı Allahtır; senin kısmetin
levh-i kalemde alnına yazmıştır...”diyor. O zaman bu kişilerden taliplik
de Dedelik de bekleyemezsiniz; o yerini bulmuş, öz çıkarlarına uygun olan resmi
inancın yanındadır, yine çıkarları gereği, kendisine “büyük Alevi iş adamı, Alevi patron, tanınmış
Alevi büyüğü” denilmesine de bir itirazı olmaz. Hatta bu doğrultuda Alevi toplumunun önderliğine de soyunur... Bunlar ozanın dediği gibi, asla
“Kırkların Cemi’nde dar’e düş ol”amazlar. Dar’a düşmek, nara (ateşe) düşmek
olur bunlar için, yapamazlar. Görgü
cemleri ortamı, Alevilerin yaşam düzeni ve biçimini belirlemiştir. Aleviliğin
“eline, beline ve diline sahip ol” ahlak kuralından da önemli ilkesi “malı
mala, canı cana katmak”tır, yani sevginin sonsuzluğunda bütünleşerek,
malı-mülkü birleştirip ortaklaşa kullanmak ve eşitlik (koşulları) içinde
yaşamak! Bu
kısa açıklamalar gösteriyor ki, Görgü cemlerinin en temel ibadetlerinden olan
sadece Boyverme/Görülme değil,
Müsahiblik ritüellerinin ya da kurumunun da günümüz sosyo-ekonomik ve siyasal
koşullarında, öngördüğü toplumsal, ekonomik ve ahlaki zorunlu yaptırımlarıyla
uygulanması olası değildir. Görgü Cemleri, sosyo-ekonomik düzeyi eşit toplumsal
yapıya sahip birimlerin (örneğin kabile, mezra, köy ve küçük kasaba
vb.toplulukların) toplu ibadetidir, keskin ekonomik çelişkilerin varolduğu
sınıflı toplumların değil. c.
İkrar verme/Musahiplik; kurum olarak işlevsel önemi, ritüelleri, kökeni... Gerçekte
Alevi-Bektaşi inanç toplumunun bütün özlemi, Mekke döneminde ve Medine
sözleşmesi koşullarındaki Kırklar Cemi’nden aldığı simgesel ‘bir üzüm danesinin
bile bölüşülmesi’ ortakçı ve eşitlikçi ilkesi ve Kırklardan birine vurulan
neşterle hepsinden kan gelmesinin gösterdiği birlik/kardeşlik anlayışının
yaşandığı, insanlığın kurtuluşu olan sınıfsız toplumun yaratılmasıdır. Bunun
özlemini, Görgü Cemlerinde simgeleştirdikleri bu tapınma kurumlarıyla
yaşadıkları yerleşim birimlerinde yetiştirebildiklerince,
yapabildiklerince gidermeye
çalışmışlardır. Öyle fazla yoruma ve
açıklamaya gerek duymadan İmam Cafer Buyruğu’ndan iki küçük paragraf geçelim: “Sufinin
müsahib olması erkanı kadimdir... İmdi malum oldur ki, her kişi kendi akran ve
emsali ve münasibiyle musahip olmak erkandır...Her can musahip ola, ne maldan
ne candan ve ne de haldan birbiriyle gizlisi saklısı olmaya ki, iki
cihanda yüzleri ak ve sözleri saf
ola...Bir talib musahibinden malını men eylese münafıktır, hayırları kabul
olmaz! Musahip musahibinin evine teklif ile varmak ve malını teklif ile yimek
erkan değildir...Musahib musahibin kardeşidir. Musahib ehli arasında birlik
gerek, ikilik gerekmez.ben sen demeyi ortadan kaldırıp, bir dilden ötüp ve dört
kapıda kamil ola...” “Ölmeden
önce ölünüz, yani sizler hırsınızı, nefsinizi öldürün, mahşer olmadan
hesabınızı görünüz; ama nasıl olmalı dersen; yani Yani musahip tutup, onunla
sırat-ı mustakim ( doğru yol, hak yolu)
üzere yola gidip, malı mala canı cana katıp birbirine teslim olup, yılda
bir kere Peygamber vekili, Cebrail hak vekili Pir’in yamacına geçtiğinde,
kabirde-mahşerde olacak sualleri, Pir ona sual ede!...” Düşününüz
ki, kanbağı kardeşlikten daha üstün tutulan “yol kardeşliği, musahiplik” ve aynı Pir’in, Dede’nin talibi olarak bir
yerleşim biriminin tüm bireyleri, yol
akrabalığı çerçevesinde birbirine
bağlanmıştır. Musahiplik kurumundaki inanç yaptırımları, toplumun maddi
yapısına uyarlanarak eşitlikçi, ortakçı ve paylaşımcı bir düzenin
oluşturulmasında ilk önemli adım olduğu gibi, sürekli uygulanımı düzeni
sağlamlaştırmıştır. Musahipler arasında mal-can-sevgi birliği, bölünmezliği ve
uyuşum vardır.Bu ömür boyu uyuşum sürekliliğinin temeli, her bakımdan eşit
düzeyde bir akranla musahip olunurken
ilk ikrar verildiğinde, yani yola girildiğinde ya da yola kabul
edildiğinde atılıyor. d.
Çok kısa olarak musahiplik ritüellerinden de sözedelim: Musahiplik
törenini musahip tutma darı çerçevesinde toparlayıp özetlersek: Musahiplik
darına, Muhammed–Ali yoluna ilk kez giren, ikrar verecek canlara yol gösteren
hizmet sahibi rehberle birlikte durulur. Rehber, musahip olacak adaylar
bekârsa, iki; evlilerse, bacılarla birlikte dört canın önünde bulunur.
Boyunlarına geçirilmiş tîğ-bend ya da düğümlenmiş mendilden tutup çekmektedir.
Bazı bölgelerde, tîğ-bend kullanılmaz; rehber, çiftlerin omuzlarına elini
koyarak, yürütür. Rehber ya da mürebbi musahip olacak çiftleri, her bakımdan
gerektiği gibi hazırlamıştır. Genellikle “ölmeden önce ölmeyi” simgeleyen,
akbezlere sarılıdır, kefene dolanmışçasına. Ayakları yalınayak, başları
açıktır. Bellerinde, kemerbest (belbağı) vardır. Rehber, canları eşiğe niyaz
ettirir. İçeri girip, dedenin huzurunda “Hü!” deyip “Mansur darı”na dururlar.
Pir, “niçin geldiniz?” diye sorar. Rehber: “Bugün Mansur gibi darağacını,
Nesimi gibi bıçağı, Fazlı gibi hançeri ihtiyar edip (kabullenip) tabakatı
evliyaya ikrar verip, can verip canan almaya geldik!” der. Pir: “Ey talipler bu
bir uzak yoldur, gelemezsiniz! Gelme gelme, dönme dönme! Gelenin malı, dönenin
canı! Bu yol demirden yay, oddan gömlektir giyemezsiniz, gidiniz!” dedikten
sonra, onlar geri gider; eşiğe varıp, gene gelirler. Bu durum, üç kez
tekrarlanır. Yola
girerken bazan pirin musahip olanlara söylediği “gelenin malı, dönenin canı”
yaptırımı ile kurbanlık koyun simgeselliği vurgulanır. Bu bağlamda musahiplik, yola girerken canıyla birlikte
malını mülkünü, kendine ait olan herşeyini meydana koyup, ortaklığa sunmaktır. Kapıdan
her içeri girişte, dar meydanına gelinceye dek dört kapının erenlerine simgesel
olarak selam verir rehber. Üçüncü kez dara çıktığında, “Pir huzuruna bir (iki)
çift koç-kuzulu kurban getirdim. Al, kabul et, Allah eyvallah!” diyen rehber
tîğ-bentten çeker ve hep birlikte dedenin önünde yere kapanırlar. Bu durumda da
ayaklar mühürlü, yani Fatıma darı vaziyeti bozulmadan Fazlı darına
durmuşlardır. Dede, yüzüstü yar durumda, yani eşleriyle “Fazlı darı”ndaki
musahip canların üzerlerine örtülü kefeni simgeleyen akbezi kaldırır, şu duayı
okur: “Allah
Allah! Geldiğiniz yoldan, durduğunuz dardan ve çağırdığınız pirden şefaat
göresiniz! Cenabı Hakk, Hünkâr Hacı Bektaş Veli Sultan Allah’a kul, Muhammed’e
ümmet ve Ali’ye talip eyleye! Bu yoldan, bu dardan ve didardan ayırmaya! Ceddi
cemalımız yaramaza, uğursuza ve pirsize duş getirmeye! Şeytanın şerrinden, gafil
gadadan-görünmez beladan koruya! Cenabı Allah hayırlı devlet, hayırlı evlat,
hayırlı rahmet ve bereket ihsan eyleye! Darınız niyazınız kabul ola, gerçeğe
hüüü! Mümine ya Ali !” Dede,
tövbe telkinini yaptırıp, bellerini sıvadıktan sonra secdedeki canları
doğrultur, edeb erkâna geçirir. Böylece yola girmiş, ikrar vermiş bu canlar,
edeb-erkân durumunda, yani “Nesimi darı”ndadır şimdi. Artık zakirlerin
musahiplik üzerine söyledikleri nefes ve düvazlar dinlenir. Arkasından yeni
yola girmiş canların, tarık altından geçmelerinden sonra, doluları içilecek ve
kestikleri kurban lokmaları yenilecektir. Bu ritüeller tüm sosyal ve ekonomik
içerikleriyle dün uygulanıyordu, ya bugün? e.
Bugün Cem Erkanlarının inanç ögeleri tabanında sosyo-psikolojik işlevleri
ağırlık kazanmıştır Yukarıda
da söylediğimiz üzere, müsahipliğin
inanç bağlamında tasarlanmış toplumsal
ve ekonomik yaptırımlarının
yerine getirilmesi günümüz koşullarında
olası görülmüyor. Tüm kültürel, inançsal ve toplumsal değerleriyle
musahiplik, hep birlikte ortaklaşa üretip, ortaklaşa tüketen; eşitlikçi ve
sevgi birliğinde temellendirilmiş paylaşımcı bir düzenin kurumudur. Diğer bir
deyimle musahiplik sınıflı toplumlarda, sınıflararası çelişki ve uçurumların
derinleşmiş olduğu toplumlarda tüm değerleriyle uygulamaya konulamaz, hayata
geçirilemez. Bu
kısa açıklamalar gösteriyor ki, müsahiblik kurumunun da günümüz sosyo-ekonomik
ve siyasal koşullarında, öngördüğü toplumsal, ekonomik ve ahlaki zorunlukları
birleştirmiş yaptırımlarıyla uygulanması
olası değildir. Özellikle, malvarlığını ve kazancı “yol kardeşiyle” paylaşma ve
ortaklaşama kullanma yaptırımının uygulanması ya da gerçekleştirilmesi, burjuva
kapitalizminde ve günümüz küresel kapitalistleşme süreci koşullarında kuşkusuz
olanaksızdır. Yaşanmakta olan sosyo-ekonomik düzen; özel mülkiyeti, bireysel
mal edinme-servet sahibi olma ve sınırsız kazanç tutkusunu körükleyerek, Alevi
toplumunun tarihsel eşitlikçi ve insan sevgisine dayalı “ben”likten uzak
paylaşımcı ortak bilincini yokolma sınırına getirmiştir. Bugün zaten Cem
Erkanlarının adli ve ekonomik işlevleri kendiliğinden simgesel işlerliğe
dönüşüp ahlaki boyutta ilerliyor, inanç ögeleri tabanında sosyo-psikolojik
işlevleri ağırlık kazanmıştır. Sosyo-ekonomik yapının belirlediği sınıfsal katmanlarda kaçınılmaz
olarak yeralmış Alevi-Bektaşi inançlı tüm toplum kesimleri, inançlarının bir
tapınma kurumu olan musahipliğin en azından birlik beraberlik, yardımlaşma,
insanseverlik, alçakgönüllülük, kimseye zararvermeme, herkesi eşit görme, kardeşçe davranış vb. moral değerlerini önde
tutmayı unutmamalıdır. Bu tapınma kurumunun gerçek anlamını çok iyi öğrenip,
sıkça anımsayarak-anımsatarak, sadece sosyo-psikolojik bağlamda da olsa
musahipliğin uygulanması, toplumsal sağlığımız için çok önemli ve yüksek değerde
bir kazançtır. Bir
üçüncüsü Alevilikte Düşkünlük ve düşkün olanı cezalandırma ve düşkünlüğü
kaldırma ritüellerinin günümüzde eskisi gibi uygulanamıyacağıdır. Onun kapsamının da daraltılması zorunluktur.
Topluma veya bireylere karşı, yüzkızartıcı ya da ağır suçlar işlemiş, çeşitli nedenlerden ötürü
eşinden boşanmış taliplerin “düşkünlük
darı çektirilmesi” ya da kısa ve uzun süreli, “yola alınmaması, toplumdan
soyutlanması” gibi bir çeşit
maddi-manevi işkenceden geçirilmesi biçiminde cezalandırmalar uygulanamaz..
Çağdaş laik ve demokratik bir devletin ceza yasalarının işlevlerini Cem
erkanları herhangibir biçimde üstlenmemelidir. Hiç kuşkusuz simgesel ve moral
yaptırımlar, sitemler sürdürümeli. Zaten Cemlerde görülüp sorulma, yani senede
bir kere “boyverme ya da başokutma” “Hak-Muhammed-Ali” birlik meydanının
kutsallığında inançsal ve ahlaki olarak
kusurdan-kabahattan aklanıp paklanma, bir sonraki yıla dönük caydırıcılıktır.
Alevi-Bektaşi inanç toplumu, İslam dinini kendisi gibi algılayıp ve kendisinin tapınma
biçimlerini uygulamadığı için dinsiz sayan, müslüman değil kafir
gören-dolayısıyla katlini vacip sayan-
baskıcı Şeriat devletlerinin adalet sistemlerine, yani kadısına-kudatına
güvenmediği için kendi adalet düzenlerini yaratmışlardır. Çağdaş toplumda artık
dinsel inançlar bağlamında suçluyu cezalandırma ya da herhangibir suça ceza
kesme benzeri adaleti yerine getirme kural ve kavramlara yer yoktur. Ama
kuşkusuzdur ki, Alevi-Bektaşi canlar
“döktüğünü doldurmuş, yıktığını yapmış, ağlattığını güldürmüş,
ağrıttığından-incittiğinden razılık almış, kendi nefsi dahil herkesle barışık” olarak Cem’ine girmek ve
tüm tapınma ritüellerini yerine getirmekle yükümlüdür.
|