Hacı Bektaş
Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy ile Söyleştik 2013
Ahmet KOÇAK
Efendim, Hünkâr Hacı Bektaş Veli Vakfı’nın
kuruluşuyla “Dergâh’ta Birlik” çalışması yeni bir aşamaya yükseldi. Vakıf
konusunu sormadan önce sizden başladığı günden bugüne kadar “Dergâhta Birlik”
çalışmasını değerlendirmenizi rica edebilir miyiz?
Alevi-Bektaşi
toplumu on altıncı asırdan bugüne kadar birkaç defa şiddetli ve önemli darbeler
aldı. Bu darbeler sonucunda da gerçek yapısı parçalandı. Bu parçalanmayı biraz
olsun tamir etmek için tüm Türkiye’yi, Avrupa’yı ve Balkanları dolaşarak orada
bulunan Alevi-Bektaşilerle temas içinde olduk. Görüştüğümüz canların arzusu da tekrar
Dergâh etrafında örgütlenme yönünde oldu. Bu amaçla bize destek vereceklerini
söylediler ve yanımızda olduklarını canı gönülden hissettirdiler.
Bu ziyaretlerimizin
sonucunda 11 Eylül 2011’de Hacıbektaş’ta dedeler, ocakzadeler, babalar,
zakirler ve anaların katılımıyla büyük bir toplantı düzenledik. O toplantıda
hep birlikte bir dizi karar aldık. Bu kararlardan biri, belki de en önemlisi,
bir vakfın kurulmasıydı. Vakıf, 2012 yılının Aralık ayının sonlarında kuruldu.
Bildiğiniz
gibi tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte Hünkâr Hacı Bektaş Veli Vakfı
da kapatılmış ve mal varlığı neredeyse yağmalanmıştır. Bugüne gelindiğinde Dergâh’ın
hiçbir mal varlığının bulunmaması, böyle bir vakfın kurulmasının neden gerekli
olduğunu açıkça göstermektedir.
Bu vakıf,
tarihi vakfımızın devamıdır diyoruz. En son vakıf mütevellisinin başında Cemalettin
Çelebi ve onun ardından Veliyettin Çelebidir. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına
bağlı olarak, bu tarihi vakıf da yok sayıldı. Bu tarihi vakfın idarecileri de
yok sayıldı. Ancak tarihi gelenek, postta oturan kimse onun mütevelli heyetinin
de başkanı olmasıydı. Bu gerçek, günümüze ulaşan Osmanlı kayıtlarından, belgelerinden
ve nüfus kütüklerinden kolayca görülebilir.
Bu temelde,
yeni kurulan vakfı, tarihi vakfın bir devamı olarak görüyoruz. Yeni kurulan
vakıf da bu ilkeye uygun uygulama yapacaktır.
11 Eylül toplantısında alınan diğer tavsiye kararları
doğrultusunda bazı diğer adımlar atıldı mı?
11 Eylül
toplantısının da yapılan görüşmelerde en çok dile getirilen konulardan biri erkânlarımızın
zaman içerisinde yıpranmış olduğu ve komşu inançların etkisi ve baskısı altında
çarpılmalar yaşandığı şikayeti oldu. Biz de bunun farkındaydık. Sonuç
bildirgesinde belirtildiği gibi alınan tavsiye kararları bu ortak görüşü
yansıttı.
Toplantı
sonrasında yapılan ilk çalışmalardan biri cenaze erkânı üzerinde görüşme açmak
oldu. Cenaze erkânı, Alevi-Bektaşi toplumunun gerçekten en fazla bozulmaya
uğramış erkânıydı. Birçok yerde cenazelerin Sünni İslam usulleriyle kaldırıldığını
gördük. Gezdiğimiz yerlerde, cenaze erkânının nasıl yürütüldüğüne dair bilgi ve
belgeler topladık.
Bu bilgi ve
belgeler ışığında araştırmacılar, dedeler, analar bir araya gelerek bir dizi
düzenli toplantı yaptılar. Bu toplantılarda yürütülen ortak çalışmanın ve
yazımın sonucunda bir Alevi-Bektaşi Cenaze Erkânı hazırlandı. Bu erkân hem geniş
toplantılar kanalıyla hizmet sahiplerine ve halkımıza aktarılacak hem de bir
kitapçık olarak basılarak toplumumuza sunulacak.
Tabii bunda
bir zorlama yok, herkes kendi cenazesini istediği gibi kaldırır. Ancak, bize
sık sık sorulan “Biz nasıl yapalım?” sorusuna Dergâh’ın ve çevresinde birleşenlerin
ortak yanıtı bu erkân olacak. Şunun altını özellikle çiziyorum: Hacı Bektaş Veli Dergâhı, bu cenaze erkânının
Alevi-Bektaşi yoluna en uygun erkân olduğu görüşündedir.
Cenaze
Erkânı üzerine çalışma yürütülüp sonuca bağlanırken, Dâr’dan İndirme Erkânı gibi,
Cem Erkânı gibi diğer erkânlar için de bilgi ve belgeler toplandı. Aynı izi
sürerek, yani konunun uzmanlarını ve kâmil insanlarımızı bir araya toplayarak,
bunların içine sızmış yolumuza yabancı unsurları temizleyerek Alevi-Bektaşi
diline ve geleneğine uygun erkânlar sırayla ele alınıp toplumumuza sunulacak.
Hacıbektaş
toplantısından bu yana geçen sürede programımıza aldığımız çalışma hedeflerimiz
arasında en önemli hizmetlerin birisi buydu.
Dergâh’ta Birlik çalışmalarının sonucunda kurulan
vakfın bundan sonra neler yapması hedefleniyor? Diğer çalışma hedefleri
nelerdir?
Bunun dışında
ne yapacağız? Çalışmalarımız bu yapıyı, Alevi-Bektaşi piramit yapısını nasıl güçlendireceğiz
sorusunu yanıtlayacak şekilde planlanacak. Hepinizin bildiği gibi Hacı Bektaş Veli
Dergâhı ve onun etrafında dedeler, onun etrafında talipler şeklindeki
örgütlenme doğal olarak en önemli hedefimiz olacak. Ama bu konu bazen yanlış
anlaşılıyor. Yanlış anlaşılmasın, kendilerine mürşit, pir dergâhı şeklinde
isimler verenler yanda yörede durmayacak. Bizim için onlar çok önemlidir.
Amacımız onlarla el ele vermek ve Alevi-Bektaşi toplumunun problemlerini çözümünde
tek olmak, beraber olmak ve yolumuzu güçlendirerek sürdürmektir.
Değer amacımız
ise Dergâhın tarihi binalarının günümüzdeki müze durumunu muhafaza etmek
istiyoruz, ancak devletin bir müzesi şeklinde değil, bize ait bir müze olarak
görmek istiyoruz. Bu inançtan insanların oraya para vererek girmesini
istemiyoruz. O müzede bizim tarihimize yakışmayan mumdan heykellerle yapılmış
sözde “canlandırmalar” ya da tarihimizi çarpıtan yalan yanlış bilgiler içeren
sözde “açıklamalar” görmek istemiyoruz. Tam aksine o müzeye gelenler bizim
gerçek tarihimizi, o tarihimizde nasıl olaylar olduğunu ve o binalarda nasıl bir
yaşam sürdürüldüğünü öğrenebilmeliler.
Bunun
paralelinde Hacıbektaş’a yakışır bir Dergâh, kültür evi ve cemevi işlevlerini
içeren günümüzün ihtiyaçlarının tümüne cevap verebilecek nitelikte bir Dergâh
yapmak amacımız. Orası bir bilim yuvası olmalı, seminerler, sempozyumlar gibi
toplantılar yapılabilmeli. Orada kazan kaynamalı, oraya gelenlerin,
çalışanların tüm gereksinimlerine yanıt getirilebilmeli.
Tabii bunlar
ilk başta aklımıza gelenler. Bilim adamlarıyla, uzmanlarla bir araya gelip toplumumuzun
neye ihtiyacı olduğu tartışılacak. Böylece yeni kurulmasını düşündüğümüz cem ve
kültür dergâhının nasıl bir yapı olacağı ve orada neler yapılacağı hakkında
kararlar verilecek.
En kısa
zamanda buna uygun bir yer almayı hedefliyoruz ve kısa sürede bu arzumuzun gerçekleşeceğini
ümit ediyorum.
Tarihi Hacı Bektaş Dergâhı hâlâ müze olarak
duruyor. Demokratik Alevi hareketi “Dergâhlarımız asıl sahiplerine iade edilsin”
talebini dillendirmeye devam ediyor. Vakıf bu konuda herhangi bir çalışma
yapacak mı? Dergâhlar asıl sahiplerine iade edilsin gibi demokratik bir talepte
bulunacak mı?
Tabii
bulunacak; tabii toplumun da bu hakkı var. Şahkulu Sultan Dergâhı’na 4-5 bin
lira aylık kira ödeniyor ve o binalar tarihi olarak bizim bir vakfımız. İşin
acı tarafı şu, toplumda azınlık vakıflarının iade edilmesi konuşuluyor, ama
azınlık sayılmadığımız gerekçesiyle tarihi Alevi-Bektaşi vakıflarının mal
varlıklarının iadesi gündeme bile getirilmiyor.
Umut ederim
demokratikleşme sürecinde hükümet bu konudaki haksızlığı giderecek adımlar atar. İstanbul’daki başlıca Alevi-Bektaşi
vakıfları ne yazık ki işgal edilmiş durumda. Örneğin, son yıllarda zor bela bir
parçasını kurtarabildiğimiz İstanbul, Haliç’te bulunan Sütlüce Dergâhı’nın
arazisi üzerinde bugün AKP İstanbul örgütünün binaları yükselmektedir. Bugün
Alevi-Bektaşi inancına mensup insanların kurduğu vakıf ve dernek gibi kurumlar bu
tarihi vakıflarımızın mülklerinin sadece bazılarında kira ödeyerek faaliyet gösterebiliyor.
Bizim Vakfımızın
yükselteceği taleplerden biri tabii ki tarihi Hacı Bektaş Veli Vakfının tekrar
gerçek sahiplerine iade edilmesi olacaktır. Ve bu çalışmalarımız
gerçekleştiğinde, 1826’da yapılan o çakma cami de oradan kalkacak ve tarihteki
gerçeği neyse, oradaki dergâhımız tekrar orijinal halini alacaktır. Ve böylece bir
takım insanların, “İşte, orada dergâh var içinde de cami var” diyerek bahane
uydurmaları da önlenmiş olacak. Çünkü o cami bize ait şey değildir. Bizim
ibadethanemiz cemevi ya da meydanevidir ve orada da inancımızı, geleneklerimizi
uygulayacağımız zamanlar gelecektir. En azından, müze olarak gidip serbestçe
dolaşacağımız gün, o camiyi orada görmeyeceğiz.
Vakıflar mevzuat gereği hiçbir ticari faaliyeti
yapamadığı için her vakıf yayın gibi bazı çalışmalarını yürütebilmek için bir
iktisadi işletme kurmak durumunda kalıyor. Bu konuda hangi hazırlıklar yapılıyor?
Vakfın
kuruluşunun tamamlanmasından sonra bir de iktisadi işletme kurulması gerektiği
için bir şirket kurmak gerekti. “Serçeşme” dergisini çıkartmak ve kendi yayınevimizi
bir an önce çalışır hale getirmek istiyoruz. Bu hazırlığın önemli adımları
atıldı, dergimizin ilk sayısı, Pir
himmet ederse, 16 Ağustos törenlerine yetişecek. Ondan sonra da aylık olarak
yayınlanacak.
Ağırlıklı
olarak Alevi-Bektaşi yolu, gelenekleri, erkânlarımız burada yayınlanacak. Bu
dergimiz ayrıca toplumumuzun gözü, kulağı, dili olacak. Onun için de tavsiyem
ve isteğim bu yola inananların bu dergiye katkıda bulunmaları. En azından
yıllık abonelik yaptırmalarıdır.
Bunu
yaparsak sesimizi daha güçlü duyuracağız, düşüncelerimizi kimsenin çarpıtmasına
fırsat vermeden tüm canlara ulaştırabileceğiz, dışımıza karşı da bizi bu dergi
temsil edecek.
Tekrar
ediyorum, tüm taliplerin, canların katkısı dergimizin başarısı için çok önemlidir.
Umarım sözlerimi ciddiye alırsınız ve yıllık aboneliklerinizi yaparsınız.
Dergi dışında hangi çalışmalar planlanıyor? Yayıncılık
ve yazılı basın dışında, örneğin çocukların eğitimine yönelik çalışmalar da yapılacak
mı?
Çok kapsamlı
çalışmaları hedefliyoruz tabii. İlk başta çocuklar ve gençleri hedef alan çizgi
filmler, çizgi romanlar ve benzeri araçlarla tarihimizdeki gerçekleri, yolumuzu
anlatmayı düşünüyoruz. Ve bunu da çok önemsiyoruz.
Bunun
dışında Alevi-Bektaşi edebiyatının önemli eserleri yine burada basılacak ve
toplumumuza sunulacak. “Pir Dergâhı’ndan Nefesler” çalışması bitmek üzere. Bu
da yine vakfımızın yayınlarında birisi olacak. Bunun dışında Hamdullah Çelebi
savunmasıyla ilgili çalışmalarımız devam ediyor. Onlar da kitap halinde
toplumumuza sunulacak.
Daha sonra
elimizde bulunan fermanlar, icazetler ve diğer elyazması eserler üzerine
uzmanlar tarafından çalışmalar yapılacak. Böyle kapsamlı bir çalışma
ilerledikçe, uzmanların da katkısıyla, neyin basılacağı açıklığa kavuşacaktır.
Bunlardan sonra nereye gideceğiz, hangi çalışmalar nasıl yapılacak açıklığa
kavuşturacaktır. Planlamamız ve amacımız bu yöndedir.
Son
aylarda Türkiye, barış süreci ile başlayan önemli gelişmelere sahne oldu. Öncelikle
“Barış Süreci” hakkındaki düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Hacı
Bektaş Veli, “Yetmiş iki millete bir
nazarla bak” der. Yaşadığı dönemde Hacı Bektaş Veli’nin yerleştiği yer olan
Kapadokya bölgesi Hıristiyanlığın merkezlerinden biridir. Ama Hacı Bektaş Veli
ve ardıllarının düşüncesinde hiçbir zaman, “Gelin, benim inancıma girin”
şeklinde bir ısrar olmamıştır. Onlar Dergâhlarını kurmuşlar ve inançlarını,
geleneklerini yürütmüşler, ama kimseye herhangi bir zorlama yapmamışlardır.
Toplum, onları görerek gelmiş, Dergâh’ta o inanca mensup olmuş, sevmiş,
benimsemiştir.
İnancımıza
göre hükümet ya da devlet eliyle inançlara müdahale etmek ya da bir inancın
yararına diğer inanç toplumlarına baskı uygulamak kabul edilemez. Ayrıca böyle
uygulamaların, günün gerçeklerine de ters olduğu açıktır. Çağdaş demokratik
hukuk normlarına, insan hakları ilkelerine göre kimsenin görüşü zorla-şerle
değiştirilemez, hiçbir toplum zorla asimile edilemez.
Bugün
ilerlemesine umutla baktığımız “barış süreci” öncesinde, toplumlar arası
ilişkilerde çok ağır hatalar işlendi. Gün bunları aşma günüdür, dünü geride
bırakma günüdür, ancak “barış süreci” yürüyor diye, toplumlar arası ilişkilerde
var olan diğer sorunlar unutulmamalıdır.
Daha
önce de söyledik, biz “barış süreci”nden mutlu olduk, sevindik, ama diğer
toplumların sorunlarının da çözüm yaklaşımıyla ele alınması gereklidir. Ne
yazık ki acılı tarihimizin, katliam ve talanların biriktirdiği sorunlara,
Alevilerin, Ermenilerin, Ortodoksların ve diğer Hıristiyanların, Süryanilerin,
Ezidilerin sorunlarına çözüm içeren bir yaklaşım görülmemektedir. Tam tersine,
atılan adımlardan geri dönülmekte ya da göstermelik adımlarla var olan durumu
içinden çıkılmaz hale getirmektedir.
“Çözüm
süreci”ne paralel olarak Türkiye’nin önünde devletin yeniden yapılanması, yani
yeni bir anayasa yapılması sorunu durmaktadır. Anayasa yapımı sürecinde
toplumlar arası ilişkileri düzenleyecek temel ilkeler laiklik ve demokrasi
olmalıdır. Bu iki ilkeden taviz verilmesi ya da bu iki ilkenin çiğnenmesi,
toplumlar arası ilişkilerin düzelmesine değil, daha da bozulmasına yol açar.
Bu
laiklik ve demokrasi konularındaki kaygımızı açıkça dile getiriyoruz. Biz, ne
kimsenin inancına karışıyoruz, ne de kimsenin bizim inancımıza karışmasını
istiyoruz. Biz her inanca saygı duyuyoruz, ama aynı saygının bizim inancımıza
da gösterilmesini bekliyoruz. Devlet zoru ile Alevilere ve devlet Sünniliği
dışındaki inançlara karşı uygulanan her türlü baskı ve asimile etme çabasına
karşıyız.
Dinin devlet işlerinden, devletin de din işlerinden
elini çekmesinden yanayız. Laiklik bu temelde bir anlam kazanır. Bu nedenle
yeni anayasa ile belirlenecek devlette Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir
kuruma yer olmaması gerektiğini ısrarla vurguluyoruz. Devletin,
beğenmediği inançları ve o toplumların tarihini silme çabalarına girişmesine ya
da böyle girişimlere destek olmasına karşıyız. Devletin tek görevi, bir inanç
toplumunun diğerine baskı ve zorbalık yapmasının önüne geçmektir; inançlar-üstü
ve tarafsız olmaktır.
Türkiye’de
laiklik konusunda bir kavram kargaşası yaratılmak istenmektedir. Bazı çevreler,
ısrarla laikliğin dinsizlik demek olduğunu öne sürmektedir. Aynı çevrelerden,
“Ben laik değilim!” sözünü duymaktayız. Bu bir çarpıtmadır, çünkü laiklik
kişisel bir konu değildir, devletin örgütlenmesi ve dinlere-inançlara karşı
tutumu ile ilgili bir ilkedir. Laiklik, bu çevrenin iddia ettiği gibi topluma
devlet eliyle dinsizliği dayatmak demek değildir. Devletin, bir inanç adına
diğer inançları baskı altına almaya bir son vermesi demektir. Devletin dinleri
ve inanç toplumlarını serbest bırakması, ancak aralarındaki ilişkiyi sıkı bir
şekilde denetlemesi demektir. Bu denetim görevinde devletin, inançlar
üstü ve tarafsız olması demektir.
Bu
çevrelerin yaklaşımı aslında, “Ben, kendi inancımı sana, zorla veya kandırarak
kabul ettireceğim; kabul etmezsen gerisini sen düşün” demektir. Yurdumuzun
nüfusu çoğunlukla Müslüman olmakla birlikte, farklı mezheplerden ve farklı
dinlerden vatandaşlarımız vardır. Bu yaklaşım, tüm toplumun huzur ve refahı
için bir tehdit oluşturmaktadır.
Biz,
tüm dinlerin ve inanç toplumlarının bir arada huzur ve kardeşlik içinde
yaşamasın için biz, “Biz kimsenin inanç ve düşüncelerine karışmıyoruz. Kimse de
bizim inanç ve düşüncelerimiz karışmasın. Devlet dinler-inançlar karşısında
tarafsız olsun, inanç toplumları arasında huzur ortamını gözetsin” diyoruz.
Bu
nedenle, devlet yapısı içinde yalnız Sünniliğe hizmet eden bir kurumunun olması
bence iki yönden sakıncalıdır: Birincisi, yukarıda anlattığım gibi laik bir
devletin böyle bir kurumu olmaz. Olursa, laiklik sözde kalır, toplumlar
arasında huzur kalmaz, tam tersine inançlar ve dinler baskı altında tutulur.
İkincisi, bu durum Anayasal eşitlik ilkesine aykırıdır; bu toplumda bir kesimin
diğerleri üzerine tahakküm kurması demektir.
Alevi-Bektaşi
anlayışında her şey rızalık ve kul hakkına dayanır. Sünni olmayan vatandaşların
vergilerinin Diyanet İşleri Başkanlığına aktarılması kendilerince nasıl “helal”
sayılıyor, bilemiyoruz. Bu tutum ve davranış bize çok ters geliyor. Bu nedenle
devletin ve yerel yönetimlerin, inanç toplumlarına her hangi bir mali yardım
yapmasına karşıyız.
Buna
karşın devletin zorla el koyduğu dini vakıfların mülklerinin gerçek sahibi olan
inanç topluluklarına iade edilmesi gerektiği açıktır. Din-inanç toplumlarının
kurumlarına zorla dayatılmış sınırlamaların ve yasakların da kaldırılması
gerektiği açıktır. Bunları içermeyen öneriler, sorunları çözmeyeceği gibi daha
ağırlaştıracaktır.
Huzur
içinde, el ele, kardeşçe yaşamak isteniyorsa, ülkemizde her topluma, her inanca
aynı derecede saygı gösterilmesi şarttır. Hem bireyler olarak, hem de toplumlar
olarak karşılıklı sevgi ve saygı içerisinde yaşamayı başarmamız lazım.
Biz
gelecekten umutluyuz, çünkü kendimiz için ne istiyorsak, başkaları için de aynı
şeyi istiyoruz. Kendimizi bilmek bizim temel ilkemizdir. Bir olursak, iri
olursak, diri olursak çözülmez gibi görülen sorunların çözüldüğünü hep birlikte
göreceğiz.
Taksim
Gezi Parkı’ndan çok sayıda Alevi-Bektaşi genç direnişe katıldı. Yüzlerce can
yaralandı, birçok can kaybı oldu. Büyük bir zorbalıkla karşı karşıya kaldılar,
ama farklı ve yaratıcı yöntemler bulunarak direndiler. Bu konuda neler söylemek
istersiniz?
Hacı
Bektaş Veli, “Her şeyin büyüğü bilim ve hilimdir (yumuşaklık). Yolumuz,
ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur. İlimden gidilmeyen yolun
sonu karanlıktır” der. Bunlar bizim yolumuzun temel düsturlarıdır. Bizim,
her gün yaptığımız nefis mücadelemizle, kendimizden ve toplumumuzdan
uzaklaştırmaya çalıştığımız yanlışlar arasında kin, kibir ve gıybet vardır.
Gençlerimizi de bu temelde yetiştirmeye özen gösteririz.
Ne
yazık ki içinde yaşadığımız toplumda bizim anlayışımıza taban tabana zıt
yaklaşımlar vardır. Bazıları, “dindar ve kindar bir gençlik yetiştirmek”
amacını açıkça vurgulanmaktadır. Bugünkü siyasi iktidarın son zamandaki birçok
uygulamalarında bunun etkisini görmek olanaklıdır.
Bizde
karar almadan önce meşveret, danışma-tartışma ve muhabbet,
sorunlara ve insanlara sevgi ile yaklaşan ve rıza almayı hedefleyen görüşme
esastır. İktidar çevrelerinde ise tek adamlık, en iyisini ben bilirimcilik,
dediğim dedimcilik, ben yaptım olduculuk, kendi doğru bildiklerini topluma
dayatmak ve biat etmeyene zor kullanmak anlayışı ağır basmaktadır
İktidar
son dönemde tek yanlı kararlarla, toplumla tartışmadan, rıza almadan bir dizi
büyük projeyi, alelacele uygulamaya koyacağını ilan etmiştir. Bunların çevreye
ve gelecek kuşaklara yapacağı etkiyi düşünmeden, bilim adamlarıyla ve ilgili
taraflarla bir danışma ortamı yaratmadan kazmayı alıp yola dökülmüştür.
Biliniyor, ama bunların bazılarını saymak gerekirse:
· Sadece ülkemizi değil, tüm Ege ve Karadeniz bölgesini ilgilendiren
sonu öngörülmez bir çevre felaketi olacak Kanal İstanbul projesini uygulamaya
koymaya karar vermiştir.
· İstanbul’un ve Trakya’nın su kaynaklarını perişan edecek dev bir
havaalanı, daha projesi bile yapılmadan ihale edilmiştir.
· Galata rıhtımında eski tarihi dokuyu yok edecek ve denizi biraz
daha dolduracak bir Kurvaziyer Limanı inşası ihale edilmiştir.
· İstanbul’da deniz doldurmaya doymayan iktidar, Anadolu ve Avrupa
yakasında iki devasa deniz doldurma projesini, toplantı ve gösteri yürüyüşleri
için alan yaratmak olarak adlandırmış ve Anayasal bir hak olan toplantı ve
gösteri yürüyüşlerini bu alanlar dışında yasaklayacağını duyurmuştur.
· İstanbul’da halka açık nadir yeşil alanlardan bir olan Çamlıca’da,
eski bir Osmanlı camiinin kötü bir kopyasını kondurmak üzere ağaçlar kesilmeye
ve toprak kazılmaya başlamıştır.
· Yıllar önce kendilerinin “çevre katliamı olur” diye karşı
çıktıkları üçüncü boğaz köprüsü ve çevre yolu geçirmek üzere İstanbul’un
kuzeyindeki ormanları yeşil alanları yok etmeye girişmiştir. Üstelik en yetkili
ağızlardan, bu köprüyü Kızılbaş-Alevi-Bektaşi toplumunun burnunu sürtercesine
Yavuz Sultan Selim olarak isimlendireceklerini tebliğ etmişlerdir.
· Tüm bunlar da yetmemiş gibi İstanbul’da toplumun kendilerine oy
vermemiş kesimlerinin hassasiyet duyduğunu bildikleri Taksim’de bir yıldır
süren sözde “yayalaştırma projesi” ile bölgeyi köstebek yuvasına çevirmiştir.
Atatürk Kültür Merkezi’ni onarmak bahanesiyle yıllardır kapalı tutmaktadırlar.
Taksim’e cami yapmak hep gündem tutulmuştur. Ve bölgenin son yeşil alanı olan
Gezi Parkı’nda eski bir kışlayı yeniden inşa etmek bahanesi ile yeni bir AVM
yapmaya girişeceğini duyurmuştur.
Gezi
Parkı’nın oldu-bittiye getirilip yok edilmeye girişilmesi üzerine yeter deyip,
bunlara karşı çıkan genç, okumuş, ilim ve hilim sahibi, aşına-işine-eşine sahip
gençlerin sözlerini dinlemek yerine, söz söylemelerini bastırmak üzere ağır bir
şiddet uygulanmıştır. Polisin ve adalet sisteminin, iktidarın istediği gibi
dindar ve kindar yaklaşım gösteren, hukuki çerçeveye sığmayan uygulamaları
hepimiz tarafından görülmüştür. Canlara kıyılmıştır, cenazeler engellenmiştir,
namuslu, yalan söylemez din adamlarına bile baskı yapılmıştır. Yazılı ve sözlü
basın da çok kötü bir sınav vermiştir.
Ama
teknolojiyi daha iyi kullanan gençlerin sözleri, sadece Türkiye’de değil, artık
küçülmüş dünyanın, “küresel köyün” dört bir köşesinde yankılanmıştır.
Kürt-Türk, Alevi-Sünni, Müslüman-Hıristiyan-Ateist, farklı cinsel ve siyasal
tercihlerden on binlerce genç el ele vermiş, son derece akıllı, esprili, ama
kararlı ve esnek biçimler içinde istemlerini dile getirmiştir. Yapılan
baskılara karşı yılmadan, içinden geçtiğimiz barış sürecinin hassasiyetlerini
dikkate alan, tanışmaya, kardeşleşmeye, konuşma-görüşmeye, birliğe vurgu yapan
çözümler önermişlerdir. Kendi hatalarından ders çıkarmış, ilk heyecanla
yaptıkları yanlışlarını düzeltmeye çabalamışlar, örneğin ağızlarına yakışmayan
küfürlü sözleri kaldırmışlardır.
Bizim
tarihimizden gelen bir toplumsal ütopyamız vardır, adına “Rızalık Şehri” deriz.
Gençler, parklarda kurdukları kamplarda kısa süre de olsa yaşama geçirdikleri
ütopyanın, bir kere paylaşımcılığı, dayanışmayı ve kardeşleşmeyi yaşayanın asla
unutamayacağı o ütopyanın, bizim düşünce dünyamızda köklü bir yeri olduğunu
mutlaka öğreneceklerdir.
Biz
onlarla gurur duyduk. Onlardan öğrendik. Onlar direnişleriyle ülkemizin genç
nesillerinin üzerine serpilmiş ölü toprağını silkelediler. Dayatmalara karşı
çıkarken, bizim rızamızı almak zorundasınız dediler. Demokrasinin sadece
seçimden seçime oy vermek demek olmadığını, demokrasinin halkın, karar
oluşturma süreçlerine sürekli olarak katılması demek olduğunu hatırlattılar.
Farklı görüşlerin bir arada eşit ve kardeşçe yaşamasının temeli olan laiklik
ilkesine sahip çıktılar.
Umarım
onlar bir daha demokrasi, laiklik, eşitlik, kardeşlik ilkelerinden taviz
vermezler. Bu ilkeleri çiğneyenlerin karşısına dikilmekten de çekinmezler.
AKP,
unuttuğu Alevi Açılımını yeniden gündeme getirdi. Bazı planları olduğunu
açıkladı. Dedeleri eğitmek ve maaşa bağlayarak cemevlerinde görevlendirmek de
bunların içinde. Gelinen sürece ilişkin görüşlerinizi söyler misiniz?
Barış
süreci ve özellikle Gezi Parkı direnişi ardından gelişen siyasi ortamda
başbakanın ağzından hükümetin Alevi Açılımına “bırakıldığı yerden devam”
edileceği sözlerini duyduk. Bu tutum ve sözler bile çok üzücü ve
samimiyetsizdir: Demek ki hükümet isterse Alevi toplumun hak ve istemlerini
olduğu gibi “bırakmakta”, isterse yeniden bıraktığı yerden “devam” etmektedir.
Bu yaklaşımın ülkemizin tarihindeki ağır haksızlıkları gidermekle, devletin
tarafsızlığını, demokrasiyi ve laikliği kurmakla bir ilgisi olamaz. Bu tutum
bile, daha önceleri “Alevi Açılımı” adı altında yapılan çalışmaların ne kadar
kof olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Henüz
ortada belirli bir öneri yok, ancak belli noktalar belirginleşiyor. Hükümet,
Alevi-Bektaşi-Kızılbaş toplumunun duyduğu tepkileri yüksek sesle dile getirdiği
üçüncü köprüye Yavuz adını vermekten geri adım atmayacakmış. Ama bizim
ulularımızın isimlerini de bazı büyük projelere vereceklermiş.
Bu
tutum, hükümetin Alevi Açılımındaki samimiyetsizliği bir kez daha ortaya
koymaktadır. Katliamcı sultanlar ile bizim ulularımızı bir araya koyan, birbiri
ile kıyaslayan yaklaşımı tümüyle reddediyoruz. Bizim ulularımızın adlarının
siyasi oyuncak haline getirilmesini de kabul etmeyiz.
Dersim
Katliamında bir rol oynadığı bilinen Sabiha Gökçen isminin, verildiği
havaalanından alınması da bu çerçevede gündeme getirilecekmiş. Burada da siyasi
kurnazlıklar ve çıkar hesapları öne çıkıyor. Dersim katliamı tüm
Kızılbaş-Alevi-Bektaşi toplumu için kanayan yaralardan biridir. Ama bu konunun
basit siyasi çıkarlar uğruna partiler arasında bir ayak topuna çevrilmesi
girişimlerine biz taraf olmayız. Bizim Dersim konusundaki tutumuz da gayet iyi
bilinmektedir.
Hükümetin
bu yeni tutumuna göre Alevi Açılımının ölü doğmuş önerileri bir kez daha
gündeme getirilecekmiş. Örneğin, Alevilere Diyanet İşleri Başkanlığında yer
verilecekmiş; Devlet bütçesinden cemevlerine yardım yapılacakmış; Cemevleri,
tekke ve zaviye sayılmayarak yasak kapsamı dışında tutulacakmış; dedeler bir
üniversitede eğitilecekmiş ve inanç önderi olarak cemevlerine atanacakmış.
Ortada
dolaştırılan bu sözlerin, bu yaklaşımların hiçbiri bizim için kabul edilebilir
değildir. Daha Alevi Açılımı çalışması bitmeden bunu kamuoyu ile paylaşmıştık.
Biz bir öyle bir böyle konuşmayız, tutumuz değişmemiştir.
Kızılbaşlık-Alevilik-Bektaşilik,
bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı kurumu içinde yer alamaz, almaz.
Alevi-Bektaşi toplumu laikliği esas alır. Hem laikliği savunup hem de laiklik
dışı bir kurumda temsil edilmek istemeyiz.
Mevcut
durumda sorunumuz, görüşlerimizin Sünni İslam tarafından meşru görülmesi ya da
Başbakanlığa bağlı bir “genel müdürlük” veya Diyanet’te temsil değil, laik ve
demokratik bir devlet yapısında kültürel ve bireysel düzeyde eşit ve özgür
olmak istediğimizin bir türlü kabul edilmemesidir.
Üzerinde
önemle ve dikkatle durduğumuz konulardan birisi dedelerin-zâkirlerin devlet
tarafından cemevlerine atanması ve maaşa bağlanması konusudur. Bu bizim
toplumumuzun kabul edeceği bir şey değildir. Devletten maaş alan dede, bu devletin
memuru olur, artık iktidarların dümen suyunda gitmek zorundadır. Maaşlı dede,
benim dedem olamaz, ona maaş verenin görevlisi olur. Böylece, Devlet kendi
Alevisini yaratır. Böylece dedelik kurumu biter; dedelik bittiği zaman
Alevilik-Bektaşilik de biter.
Belli
ki yolumuzun gereğini yüzyıllar boyu yerine getiren dedelik, bir maaşa teslim
alınır sanıyorlar. Yanılıyorlar. Hiç şüphesiz Alevi-Bektaşi toplumunun içinden
de bazı bireyler böyle devlet imkânlardan yararlanmak isteyecektir. Bizim
inancımızda böylelerinin, “Yediği haram, yuduğu murdar, tacı delik, kendi
murtad” sayılır. Bizim toplumuz, devlet tarafından atanmış maaşlı dedeyi-zâkiri
ve diğer hizmet sahiplerini asla benimsemez.
Bizim
dedelerimiz ve diğer hizmet sahiplerimiz, Aleviliği-Bektaşiliği her türlü kötü
şartlarda bugüne taşıyan, yol aşkı olan büyüklerimizdir. Yol aşkı olan insan,
cebini maddi olanaklarla doldurmak için değil, ruhunu manevi dünya için
doldurmak için yaşar. Talibin bir anlık mutluluğu, onun için tüm maddiyatların
üstündedir.
Bir
dede görevlerini devletten alacağı maaş karşılığı yaparsa, yaptığı dedelik
değildir. Dedelerin görevi gönülleri tamir etmek ve insanları mutlu etmektir.
Tarih boyunca dedeler maaş almadan, toplumumuzun öğretmeni, doktoru, psikoloğu,
hâkimi, yol göstericisi olmuşlardır.
Bizim
toplumumuzda Hakkullah bir rıza lokmasıdır. Bu sadece bir araçtır, amaç
değildir. Dede, Hakkullah istemez; talip rızalıkla verirse verir, vermezse
dede, “neden vermiyorsun” demez; vermediği için de o talibine başka gözle
bakmaz, çünkü aralarındaki ilişki çok farklıdır, maddiyata dayanmaz.
Dedelik
kurumu bir hizmet kapısıdır; geçim kapısı değildir. Dedeliği geçim kapısı gibi
gören bir dede Alevi-Bektaşi inancına ihanet etmiş olur ve toplum içinde kabul
görmez. Dede ile talibin arasına devletin ördüğü maaş duvarı girerse, dedelik
hizmeti olmaz. Alevi-Bektaşi inancının içi boşaltılmış olur, ardından başka bir
şeyi kalmaz.
Suriye’de süren savaş çerçevesinde
Alevi-Bektaşileri, Kızılbaşları, Nusayrileri hedef alan nefret söylemleri ve
saldırgan eylemler oldu. Alevi toplumu bunlara karşı yeterli tepki gösteremedi.
Örneğin, hükümet yeni yapılacak köprünün adını
Yavuz Sultan Selim koymaya karar vermesi üzerine yürüyüşler yapıldı. Bu
gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Son bir yıllık sıcak gelişmeler
konusundaki fikirleriniz nelerdir?
Bölgemizde Suriye,
Irak, İran ve Mısır ülkelerindeki gelişmeler çok üzücü ve düşündürücüdür. Bizim
toplumumuza karşı özellikle Suriye’deki iç savaşın tarafları üzerinden
yürütülen Alevi düşmanlığı çok etkili oldu. Orada yaşanan iç savaşı bir Alevi-Sünni
çatışması olarak görmek ve göstermek isteyenler var. Bu temelde bir çatışmayı
Türkiye’de yaratmak isteyenler var. Bunlar hem benim hem de toplumumuzun büyük
korkularıdır.
Reyhanlı’da
ki bomba patlaması bu çerçevede ortaya çıktı, ağır bir katliam yaşandı. Ben
bizzat oraya giderek olayın sonrasını gördüm, Sünni ve Alevi insanlarımızla
görüştüm. Reyhanlı’daki Sünni kardeşlerimiz olaydan çok tedirgindi. Onlar da
kesinlikle böyle bir çatışma istemediklerini, yeterince önlem almayan hükümetin
tutumuna güvensizlik duyduklarını hissettim.
Bölgedeki Aleviler
de bu konuda çok hassaslar ve kaynaşmışlar, el ele tutmuşlar. Tabii böyle bir çatışma
olmasını Alevi-Bektaşiler istemez. Bizim inanç yolumuz, özünde can incitmeye karşıdır. Fakat şu
noktaya dikkat çekmek istiyorum: İyi bir lider, idare ettiği toplumu
kaynaştırır, ama iyi olmayan bir lider de ayrıştırır toplumu. Toplumu parçalara
bölerek idare etmeye kalkar, ama böylece tüm toplumu zayıflatır. Bu düşünce
tarzı kaçınılmaz olarak ülkemize büyük zararlar getirecektir. Umarız hükümet ve
çevresi aklına başına alır ve birleştirici yönde çalışırlar.
Bu konu da
bir noktaya daha değinmek gerek. Bunu, altını çizerek söylüyorum, bize karşı
yapılan nefret söylemlerine ve aleni saldırgan eylemlere karşı yeterince tepki
gösteremedik. Bunun temel nedeni Alevi-Bektaşi demokratik örgütlerinin el ele
vermemesidir.
Üçüncü
köprüye Yavuz Sultan Selim adı verilmesi üzerine yeterince tepki gösteremedik;
Gezi Parkı’nda da gösteremedik; Reyhanlı patlamasında da gösteremedik.
Şunu da üzülerek
söylemek gerek: Devletin bize vermek yükümlülüğünde olduğu eğitim, sağlık gibi
hizmetlerden de bir toplum olarak yeterince yararlanamıyoruz. Bu alanlarda da bizi
yok saydıklarını düşünüyorum. Demokratik Alevi-Bektaşi hareketi bu konularda da
yeterince tepki göstermiyor.
Bugünkü
hükümetin Alevi-Bektaşi toplumuna bir milimetrelik hizmeti bile dokunmadı,
biliyorsunuz. Biz umudumuzu yitirmiyor ve eşitlik istemimizin gerçekleşmesini
bekliyoruz. Ama demokratik örgütlerimizin aralarında bir türlü el ele
verememeleri, bu örgütlerin kendi iç bütünlüklerini kuramamaları, bazı
yöneticilerin inancımızla bağdaşmayan tutum ve davranışları nedeniyle
örgütlerin zayıf düşmüş olması, bu istemlerimizi güçlü bir şekilde
haykırmamıza, sesimizi geniş çevrelere duyurmamıza ve sonuç almamıza engel
oluşturuyor.
Gezi Parkı’ndaki olaylar ve çevresinde
gelişen direnişte çok sayıda Alevi-Bektaşi genç diğerleriyle el ele verdi.
Dahası, benim en çık kıymet verdiğim bir şey yaptılar, kendi düşüncelerine ters
olan çevrelerden yahut inançtan gençlerle el ele verdiler. Ve onların böyle el
ele vermeleri, ortak bir dil konuşmaları gerçekten takdir edilmesi gereken
yöndür. Bunu hayretler içerisinde izledim ve fark ettim ki gerekli işleri
yaparken aralarındaki sanki kendiliğinden bir birlik oluştu. Her gencin söz
hakkı vardı, her genç de sırtını yükün altına sokmaktan kaçınmıyordu. İşler
paylaşılıyor ve ortaklaşa başarılıyordu.
Gözümüzün
önünde yaşanan bu olgular gerçekten muazzam kazanımlardır. Bence buradan
Alevi-Bektaşi örgütlerinin çıkarması gereken çok ders vardır. Bizden farklı
düşünen canlarla el ele tutuşabilmeyi öğrenmek, söz söyleme hakkını baskı altına
almadan görüşlerin açıkça tartışılması, ama gerekli işleri hep birlikte
çalışarak başarmayı bu gençlerin verdiği örnekten öğrenmemiz gerekiyor.
Tüm
Alevi-Bektaşi demokratik örgütleri bir olsaydık, bir çatı örgütü altında el ele
vermiş olsaydı şüphesiz çok daha büyük sesler getirtiriz.
Tam da bu dönemde anayasa tartışmaları büyük önem
ve acillik kazandı. Alevi-Bektaşi toplumunun demokratik örgütleri birlik içinde
hareket ederek toplumumuzun istemlerini güçlü bir sesle dile getirmede yetersiz
kaldı. Bu örgütlere ve yöneticilerine ne söylemek istersiniz?
Önümüzdeki
günlerdeki, ülkemizin geleceği açısından en önemli konulardan biri yeni bir
Anayasa yapılması olacak. Anayasa konusunda yeterli bir çalışma yapamadık. O ya
da bu örgütümüz birkaç broşür, vb., gönderdi, ama tüm örgütlerimiz bir araya
gelerek büyük çaplı bir çaba gösterilmedi. Tüm Alevi-Bektaşilerin ortak
isteklerini, Anayasada yer alması gereken olmazsa olmazlarımızı ve biz de
içinde olmak üzere tüm inanç toplumları için istediklerimizi Anayasayı
hazırlayan kuruma güçlü bir şekilde iletemedik. Böyle bir birlik oluşturamadığımız
için güçsüz kalıyoruz, çalışmalar ne yazık ki güdük kalıyor, kısa kalıyor.
Buradaki
çağrım, tüm örgütlerimize, hem Avrupa'daki hem yurt içindeki örgüt yöneticilerimizedir:
Aranızda ne olursa olsun hiçbir şey Alevi-Bektaşi toplumunun geleceği kadar
önemli değildir. Kişisel sorunlarınızı, kırgınlıklarınızı bir kenara koyarak
bir an önce el ele verip Anayasa çalışması tamamlanmadan bu konuda
isteklerimizi, dileklerimizi güçlü bir şekilde belirtmek ve savunmak zorundayız.
Bunu önemle
ifade etmek istiyorum, altını kalın kalın çizerek söylüyorum: Tüm örgütlerimiz, hem Avrupa’daki hem
Türkiye'deki örgütlerimiz birleşin, el ele verin. O zaman ne kadar güçlü
olduğumuz ortaya çıkacaktır ve hiç kimse bizimle oynayamayacaktır.
Hacı Bektaş Veli anma törenleri her yıl düzenli
olarak yapılıyor. Bu törenlerin geçmişine biraz değinelim. Ardından yeni
kurulan Vakfı bu konuda neler yapacağı konusundaki düşüncelerinizi öğrenmek
istiyoruz.
Anma
törenlerinin tarihine bakarsak, uzun bir aradan sonra ilk resmi tören 1964’te yapıldı.
Hacıbektaş Turizm Tanıtma Derneği’ni kuran amcam Ali Celalettin Ulusoy resmi
tören yapılması düşüncesini ilk defa uygulamaya soktu.
O gün, yani
Birinci Hacı Bektaş Veli Anma Törenlerinde ben de hazır bulundum. O zaman yurt
dışında öğrenciydim ve tatil için burada bulunuyordum. O günkü atmosfer, benim
gördüğüm törenler içinde hiçbir törende bir daha olmadı. Çok büyük bir manevi
birlik ve beraberlik olduğunu gördüm. Hep beraber, küçük büyük, yaşlı genç,
erkek kadın el ele verildi, herkes hanesini açtı, misafirleri ağırladılar,
gelenlere sahip çıktılar. Böyle muazzam bir birlik vardı.
Ondan
sonraki törenlerde yurt dışında olduğum için o dönemin sonraki törenlerini çok
görmüş sayılmam. 1980’den beş, altı sene önce yurda döndüm. O zaman anma
etkinliklerinin ad değiştirdiğini, siyasal tarafın daha ağır olduğunu gördüm,
ama bu durum halk tarafından çok da benimsenmedi. Yani törenlere gelenler azalmaya
başladı. 12 Eylül 1980’den sonra törenleri devlet yaptı ve daha sonra da bu
sorumluluk belediyeye devredildi. Günümüzde de bu törenleri resmi olarak belediye
düzenlemekte.
Ama bu
resmi törenler ailemizi tamamen dışlamış durumdadır. Birçok kez demokratik örgüt
yöneticimiz törende benim de konuşmamı istediği halde belediye başkanımız bunu
hoş görmemekte ve şeye izin vermemekte. Çok da önemsediğim yok bunu, ama gerçek
bu: Bu törenlerin temeli bizim aile tarafından atıldı, ama şimdi ailemiz
dışlanmış durumda.
Pekiyi de,
buna karşılık ne oluyor? Bir tarafta resmi tören yapılırken bizim aile evlerimizde
geleneklerimize uygun törenlerimiz devam ediyor. Cemler, muhabbetler yapılıyor.
Bunlara katılanlar zaten inancımızı yaşayanlardır. Gelenlerin büyük çoğunluğu ailemizin
evlerine mihman oluyor ve susuzluklarını orada gideriyor.
Önümüzdeki dönemde
ne olacak? Tabii vakfımız bizim yürüttüğümüz törenlerin sürdürülmesinde daha
ileri boyutlara ulaşmasında aktif bir rol oynayacaktır. Asla tek başına yapmaya
yönelmeyecektir, diğer örgütlerimizle el ele yürüyecektir. Belki birlikte bir
üst kurul oluşturulur ve bu törenler bizim inancımıza uygun, bize yakışan şekilde
yapılır.
Ama bir şey
açıktır: Resmi kurumların, devletin, belediyenin buradan elini çekmesi lazım. İsterlerse,
yükümlülükleri olan halka yardımcı olma, hizmet sunma görevlerini layıkıyla
yerine getirirler, ama kendilerini Alevi-Bektaşi toplumunun en önemli
törenlerinden birisinin tek düzenleyicisi ve karar vericisi olarak görmekten
vaz geçmelidirler.
Bu inanç
toplumunun kendi kurumları böyle bir örgütlenmeyi başaracak yetkinliktedir.
Bizi dışlayan yaklaşımlar aslında daha iyi törenler yapmak çabası değildir.
Bizim istediğimiz gibi tören yapmamızı engellemeyi, inancımıza müdahale etmeyi
amaçlamaktadır. Bu süre gidemez. Böyle yapıldığı sürece biz de o törenlere
katılmayız.
Son olarak söylemek istediğiniz başka bir şey var
mı efendim?
Son olarak
tüm Alevi-Bektaşi-Kızılbaş toplumuna, tüm canlara söylemek istediğim şey,
Dergâh’ta Birlik fikrini ve bu fikir çevresindeki örgütlenme çabalarımızı
ciddiye almalarını rica ediyorum. Hacı Bektaş Dergâhı etrafındaki örgütlenmeye
katılmalarını ve güçlendirmelerini rica ediyorum.
Tüm
demokratik örgütlerimizden el ele vermelerini, tek çatı altında toparlanmalarını,
toplumumuzun istemlerini daha güçlü olarak ve birlikte seslendirmelerini rica
ediyorum. Gerçekten Alevi-Bektaşi yolunu seviyor ve benimsiyorlarsa
eteklerindeki taşı döküp el ele vermelerini gerekli görüyorum ve arzu ediyorum.
Bu umutlarım
ne kadar gerçekleşir, ne ölçüde başarılı oluruz bilemem, ama gidilmesi gereken
yolun bu olduğunu eminim.
- Makaleler -
|