Âşık Remzâni |
Tayip’in,
Yavuz’la zihin akrabalığı… (I)
“O hâkim Alevi!” Konuşmanın Türkçesi şu; “bu
nasıl hâkim kardeşim; cemaate karşı, bana karşı, hukuksuzluğa karşı… Eee,
rüşvete, irtikâba da yanaşmıyor…” Başbakan, “Aydın Doğan’ın
mahkûm olması lazım” diyor. Fakat belli ki, bakan Bozdağ ne yapsa, hâkimi
etkileyemiyor. Çünkü hâkim onun-bunun
adamı değil hukuk adamı… Diktatör hukuktan, hukuk
adamından ve “hayır” denilmesinden hazzetmiyor. Konuşurken sesi titriyor,
sinirleniyor. Bakan, çok iyi tanıdığı sesin titremesinin neye tekabül ettiğini
bildiği için baklayı çıkarıyor: “Efendim hâkim Alevi!” Diktatörün bir hesabı daha
bozulmuş, fevkalade sinirlenmiştir ama hesabı bozan kişi yine bir Alevidir. Hitler için Yahudi, Yavuz için Kızılbaş, Tayip
için de Alevi, yeryüzünden kazınıp atılması gereken bir aidiyettir… Küplere
biner! Meydanlara çıkar, bağırmaya başlar; “yargıda mezhebi bir yapı vaarr! Bunların
mezhebiii, meşrebiii, beni onlar mahkûm ettii!” GÜÇ,
RÜŞVET PARA Dönem, Fuzuli’nin; “selam verdim rüşvet değildür diye almadılar”
dediği dönemden beş beterdir. Devletin dörtbir tarafından pislik akmaktadır.
Dürüstlük, yurtseverlik, rüşvet ve irtikâba karşı olmak, AKP bünyesinde alerji
yapmaktadır. Ülke yağmalanmaktadır. Bu “han-ı yağma” sürecinde sayıları az bile
olsa Alevi ve yurtsever insanların devlet içindeki varlığı, yalancı-talancı
iktidarın rahatsızlığına neden olmaktadır. Bu rahatsızlık, Tayip’in, Yavuz
aşkına neden olur. Köprülere, bulvarlara, alanlara ismi verilir, Yavuz dönemini
güncellenir, Alevi kıyımı hızlanır! Yavuz’un
Türkmen, Tayip’in Alevi nefreti Hitler Yahudilere soykırım
uygulayan bir faşistse, baba, kardeş, yeğen, katili;
Türkmen’e soykırım uygulayan Yavuz da faşisttir. Kendi Hitlerimizi
ilahlaştırıp, ‘ötekinin’ Hitlerini
şeytanlaştırarak inandırıcı olamayız. Yavuz ‘bizim’ ise, ‘milli’ bir
Hitlerimizin olduğunu kabul etmemiz farzdır… Dahası, kendi Hitlerimizi bütün
yönleriyle tanımamız, Ona özenen, hayranlık duyan başbakanın zihni haritasını
doğru analiz bakımından da elzemdir. İlk
icraatı Türkmen kırımı! İdris-i Bitlisi’nin, “Selimname”
adlı kitaba ve benzer kaynaklara göre, Yavuz Selim, İdris Bitlisi ve diğer Kürt
beylerine; “memleketin sınırını bu inançsızlardan temizlemek için önce komutan
ve idarecilere itaat edilmesi” gereken bir emir gönderir. “Gençler ile
yaşlıların tamamı, teferruatlı olarak kaydedip padişaha bildirilerek,” emir
yerine getirilir. Yavuz, “hepsinin katledilmesini” emreder. “Sultanın Edirne’de
bulunduğu o kış, Rumeli ve Anadolu’da kadın, çocuk ve kadınların ceninlerinden
başka o cemaatten (Alevilerden) hiç kimse hayatta kalmadı.”[1] Çaldıran
bir soykırımdır! Türkmen’e kin besleyen Yavuz,
Osmanlı’nın hükmettiği coğrafyada, Alevileri kıyıma tabi tutmakla yetinmez.
Osmanlı, Dulkadirli ve Memluk ülkelerinden Doğu’ya, Şah İsmail’in Devlet-i Kızılbaş
ülkesine huruç eden Türkmenlere ve Şah İsmail’e yönelir. Amacı toprak
işgali değil, Türkmen katliamıdır! Kin
ve garezin gerekçesi Gerekçesi ise, farklı inanmaları
ve biat kültürünü reddetmeleridir. Şah İsmail-Yavuz dövüşünün tarihi arka
planında Şah İsmail’in, Osmanlı coğrafyasına dair hiçbir ilhak-işgal niyeti
yoktur. Bu konuda Tarihçilerin ittifakı vardır. İsmail, Yavuz’un babası II.
Bayezıd’a “baba” diye hitap ediyor, Osmanlı ülkesinin bütünlüğüne ve Bayezıd’a
büyük saygı gösteriyor, taliplerini görmek üzere Erzincan’a davet edildiğinde
dahi Bayezıd’tan izin istiyordu. Şehzade Yavuz, (1470-1520)
kendisinden 17 yaş küçük olan İsmail’in (1487-1524) daha bu yaşta, Anadolu,
İran-Safevi, Hazar coğrafyasında yaşayan halklar üzerindeki etkinliğini,
kahraman, dahi, Yol ehli ve şairliğini hazmedemiyor, Anadolu Beyliklerinde
yaşayan Türkmen’in, Şah İsmail aşkını anlamlandıramıyor, deli oluyordu.
Alevi-Türkmen karşıtı olan Muaviye dinli
hocaları Yavuz’u kışkırtıyor, İsmail’i, Osmanlı ülkesi için tehdit gibi gösteriyorlardı. Yavuz
neden Şah İsmail’in ülkesine saldırmışsa, Yavuz’un ruh ikizi Tayip de aynı
nedenle Esad’ın ülkesine saldırmaktadır. Haftaya Salı’ya… Murtaza DEMİR Tayip’in,
Yavuz’la zihin akrabalığı… (II)
“O hâkim Alevi!” RTE ile bakanı arasındaki “O
hâkim Alevi” muhabbeti, beni bir kez daha, İslami muhafazakâr çevrelerin,
taşıyıp çoğaltarak devrettikleri Alevi nefretin nedenlerini düşünmeye götürdü.
Madımak’tan sonraki en büyük iç sarsıntıyı yaşadım, isyan ettim! Ve
gericilikle, mücadele edilmesi ilkesine, bir kez daha inandım. ‘Demek ki,’ dedim, ‘devlete
egemen bir çete, bir yapı’ oluşturan Tayip, Sadullah gibi Yavuz
soylular, oturup gizli-kapaklı bunları konuşuyorlar. Alevileri fişliyor,
‘sakıncalı’ ilan ediyor, devletten dışlıyor, yoksulluğa mahkûm ediyorlar… Yavuz
dönemi de böyle bir dönem değil miydi? 3. köprünün ismi neden Yavuz, neden bu
hayranlık; yeterince açık değil mi? Muhammedi İslam’ı Kerbela’nın
çöllerine gömüp, tekrar “Muaviye dini’ne” dönen, sömürüyü-hırsızlığı,
işbirlikçiliği İslam’la ambalajlayan, esas olarak da paraya tapan bu zihniyet,
sadece ülkemizi değil, İslam coğrafyasının büyük çoğunluğunu zehirliyor.
Halkları sefalete mahkûm ediyor. ‘Para dininin’ müritlerinden
RTE’nin, istikbalini mezhep çatışmasına bağladığı anlaşılıyor. Bunu protesto eden
Alevilerin üzerine kurşunla gidiliyor, katlediyorlar. Tehdit
büyüktür! Aleviler, Erdoğan ve İ. Melih
türü yalan-talan esnafına uzak durdular, oy vermediler… Ve insani hasletleri
nedeniyle bugün olduğu gibi, zulümle karşılaştılar, bedel ödediler… Yavuz kimdir; “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” öz
deyiminin, Tayip iktidarının Alevi karşıtlığının ve Suriye saldırısının arka
planı, benzerlikleri nedir? Şimdi tarihi kılavuz eylemeye devam edelim. Önceki yazımda, Yavuz’la, Tayip’in
zihin akrabası olduklarını yazmış, bu nefretin babadan oğulla-kıza devredilen
iğrenç bir ebeveyn mirası olduğunu izaha çalışmıştım. II. Beyazid, Yavuz’un “Şah
İsmail’in bertaraf edilmesi” ısrarına ve Osmanlıyı tehdit ettiğine inanmıyordu.
Sonunda Beyazid’in İsmail sempatisi, Yavuz’un, babasını zehirlemesinin nedeni
oldu ve baba, kardeş, yeğen katili bir padişah olarak tahta oturunca, ilk
seferini Türkmen Şahı İsmail üzerine yaptı. İsmail, Osmanlıyla savaşmayı
istemiyor, Yavuz’a mektuplar yazarak, “iki kardeşin savaşmasının bir kardeş
katliamı olacağını” söylüyordu. Ve deyim yerindeyse Osmanlı ordusundan
kaçıyordu… Yavuz mektuplarda: İsmail’in kadınlar
gibi korktuğunu; bir sultanın süslü kaftanlar değil zırh giymesi gerektiğini, miğfer
yerine başörtüsü, zırh yerine entari giymesini öğütlüyor, kadın giysileri gönderiyordu.
''Ey
Ismail,” diyordu; “ ülkemin sinirinda görünmekle bana meydan okudun. Haftalarca
yürüdügüm halde ne senden ne de askerinden bir eser görmedim. Ölümüsün sag
misin bilemedim, hile ve aldatmaktan baska bir sey bilmez misin? Sayet
korkuyorsan bir tabip getir ki seni tedavi etsin.”
İsmail ise Yavuz’u savaştan
vazgeçirmeye çalışıyor, şöyle yazıyordu: bu
düşmanlığın başlangıcı ve kökeni ne ile ilgilidir, bilemedim. Cennetlik
babanızın zamanında Alaüdevle üzerine giderken, sizin sınırlarınızdan geçtik.
Ancak aramızda dostluk ve ittifaktan başka bir şey olmadı. Kin ve düşmanlığının
sebebi malum değildir. Eğer hâkimiyet davası için gelmiş isen, ne yapalım ki,
öyle olsun.” Yavuz’un
İsmail nefret! İsmail bunca nefreti
anlayamıyor, Yavuz’un hakaretlerine karşılık; “bu sözleri bir padişah değil, olsa olsa afyon çekmiş sarhoş kâtipler
yazmıştır” diyerek, afyon dolu bir altın kutu gönderiyordu. Yavuz 120 bin kişilik ordusuyla
yol alıyordu. Türkmen, Kayseri-Çaldıran güzergâhını boşaltmış, ekini orağı
yakmış, dağlara çekilmişti. Yavuz, “ortağı İdris-i Bitlisi’nin defter
ettirdiği” binlerce Türkmen’in kanına giriyor, ocakları söndürüyor, kendisini
seferden alıkoymayı teklif eden paşa ve vezirlerini anında idam ettiriyordu. Ve tek neden iblis hocalarından
devşirdiği Alevi nefretiydi. Cuma günü; Yavuz, Şah İsmail’in ülkesine neden saldırmışsa, Tayip de Esad’ın
ülkesine aynı nedenle saldırmaktadır. Kürtlerin örgütlenme ve yaşam
haklarına kasteden ırkçıları, Maraş, Çorum, Sivas ve Gazi’den tanıyorum. Bunun
adı faşizmdir. Esefle kınıyor, Kürt kardeşlerime geçmiş olsun diyorum. Murtaza DEMİR
Gelelim Yavuz, İsmail kavgasına: Alevi öğretisi, İnsanı merkez
alan tavrı, Tayip ve Yavuz benzeri diktatörlerin Alevi’den nefret etmelerinin
nedeni olmuştur. Yavuz’un Şah İsmail saldırısının altında yatan neden de bundan
farklı değildir. Faruk Sümer’e göre; “Anadolu’nun
orta ve Güney bölgelerine mensup Türkmenler, devletlerini Devlet-i Kızılbaş,
ülkelerini Ülke-i Kızılbaş, hükümdarlarını Padişah-ı Kızılbaş tabiri ile
vasıflandırmışlardır.” Unsurların bir bölümü Osmanlı topraklarından kopmuştur
ama büyük bölümü; Teke, Karaman, Dulkadirli, Ramazan, Eretna beyliklerinden
kopan ve katıksız bir Türk Devleti kurmak idealiyle tutuşan, çoğunluğu göçer
karakterli Türkmenlerdir. Değinildiği gibi Yavuz, Safevi
topraklarına girmiş, Şah İsmail’in ordusunu arıyor, arada bir de İsmail’i
aşağılayan, savaşmaya zorlayan mektuplar yazıyordu. Aşağılamalara tahammül
edemeyen İsmail savaşmaya razı olur ve iki ordunun Çaldıran Ovası’nda kapışmalarına
karar verilir. ATEŞLİ
SİLAHLAR BELİRLEYİCİ Şah İsmail'in ordusunun sağ
kolu başarılarını sürdürürken, sol kolun kumandanı Mehmed Han merkeze
ilerliyordu. Osmanlı kumandanı Sinan paşa kaçarmış gibi görününce, üzerine
gelen Mehmet Han’ı top menzilinde tuzağa düşürdü. Anlaşıldığına göre, tam
merkezin karşısına gelindiğinde, Mehmed Han ile kardeşi Kara Han’ın başında
bulunduğu Kızılbaş Türkmen güçleri, merkezdekilerle birlikte top ateşine tutulmuşlardı. Yenilgiyi, Osmanlıcı Şahabeddin
Tekindağ'ın ağzından verelim: "Sinan Paşa... (onları) müthiş
Osmanlı topçusu ile karşı karşıya bırakmış idi. Üzerlerinde büyük küçük
kazanların bulunduğu topları hep birden açtıkları cehennemi ateş üzerine, Şah
Ordusu darmadağın oldu. Başta Mehmed Han olmak üzere, Seyyid Mehmed Kemune,
Hulafe Bek, Emir Abdülbaki, Lala Bey Şamlu, Tekelü Çayan Bek ve pek çok Türkmen
hasır gibi yerlere serildi; savaş Osmanlıları lehine döndü..." “Bununla beraber, bu çarpışmada,
Anadolu emirlerinden Ataş Bey, Niğde beyi Yörgüçoğlu İskender Bey, Beyşehir hâkimi
Karlıoğlu Sinan Bey, Kayseri beyi Üveys Bey, Sultanzade olan Karesi hâkimi
Mehmed Bey yanında bir kısım zeamet sahibi ve tımarlı Sipahinin de şehit
düştüklerini söylemek icap eder.” İsmail vuruşurken yaralanır, musahibi
Mirza Ali atını İsmail’e verir, İsmail savaş meydanından uzaklaşınca Mirza Ali
Şah İsmail sanılarak yakalanıp Yavuz’un huzuruna getirilir. Ali Mirza'ya,
bağışlanacağı sözü verilerek, Şah olduğunu söylemesi istenir. Ali Mirza
yüksekçe bir yere çıkarılarak ‘Şah İsmail'in tutsak olduğunu, savaşın
kaybedildiğini, teslim olmalarını ve bittiğini’ ilan eder. AKP’li
medya komiserleri Sarı Gürz lakabıyla
meşhur Nureddin Hamza, Zenbilli Ali Cemali Efendi, Ahmed ibni Kemal Paşa ve
daha pek çok âlim böyle bir cihadın farz olduğuna, Şah İsmail’e haddinin
bildirilmesi lâzım geldiğine dair fetva verdiler.
Diyanet meşrulaştırma aracı mı?
AKP'li belediye 102 camiyi
nasıl ticarethane ve turizm tesisine çevirdi, (Odatv, 11.02.2014). İstanbul Fatih'te 2005'e kadar
imar planlarında yer alan 102 eski cami ve mescidin yeri, son planda
ticarethane, park ve turizm tesisi olarak gösterilince dava açıldı. İstanbul Çevre Kültür ve Tarihi
Eserleri Koruma Derneği ile Saadet Partisi Fatih Belediyesi Meclis üyesi Tevfik
Dağ'ın yargıya taşıdığı 1/1000'lik imar planı, Fatih Belediyesi ve Büyükşehir
Belediyesi tarafından hazırlandı. Fatih Belediyesi planı 9 Mayıs 2012'de
onayladı. YERİ
DEĞİŞTİRİLDİ VE DARALTILDI Bugün gazetesinin haberine
göre, Yeni planda, 2005'teki imar planında yer alan 102 tarihi mescit ve
caminin isminin olmadığı görüldü. Yerleri ticarethane, konut ve turizm tesisi
olarak gösterildi. Vatan Caddesi'ndeki Simkeş Mescidi'nin yeri hem değiştirildi
hem de daraltıldı. Asıl yeri 'ticaret alanı' diye işaretlendi. 12 Tarihi Saraçhane Camii'nin
yeri 2005'e kadar İmar Planları'nda cami olarak yer aldı. 2012 planında ise
parsel ticarethane olarak değiştirildi. Tarihi caminin yerinde şimdi bir otel
bulunuyor. Odatv.com Karşı Gazete, 17. Şubat, sayfa 4, Hüseyin
Hayatsever’in haberi… Müftüleri ‘para’ladılar… Cami ve ibadet binaları altında
ticari faaliyet gösteren, müftülük kiracısı durumundaki ticari işletmelerin
gelirlerinin müftülüğe, onarıma vb. harcanacağına dair karar… Cebeci stadının cami ve AVM,
Opera Meydanının Cami ve AVM, Çamlıca Tepesinin Cami ve AVM… O dönemin âlimlerinden olan
Mehmet Ebussuud Efendi Süleyman’a şu cevabı vermiştir; “bu durumda köleye ölünceye kadar işkence yapılması uygundur.” Bu
ifade, şeraite göre kendisine bir cinayet izninin verilmesi demektir, ancak bir
fetva niteliği taşımamaktadır. Başbakan Yardımcısı Emrullah
İşler, son 4 yılda Diyanet İşleri Başkanlığında Kur'an Kursu öğreticisi,
imam-hatip ve müezzin-kayyım olarak yaklaşık 40 bin personelin göreve
başladığını açıkladı. Başbakan Yardımcısı Emrullah
İşler CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun soru önergesini yanıtladı.
İşler, Başkanlık teşkilatına yapılan atamaların Kamu Görevlerine İlk Defa
Atanacaklar İçin Yapılacak Sınavlar Hakkında Genel Yönetmelik hükümleri
uyarınca; ÖSYM Başkanlığı tarafından yapılan “Kamu Personeli Seçme Sınavı”na katılarak başarılı olan adayların KPSS
puanı ve tercihi esas alınarak ilgili mevzuat hükümleri doğrultusunda
gerçekleştirildiğini” söyledi. 40
BİN PERSONEL GÖREVE BAŞLADI İşler, son 4 yılda Diyanet
İşleri Başkanlığında Kur'an Kursu öğreticisi, imam-hatip ve müezzin-kayyım
olarak yaklaşık 40 bin personelin göreve başladığını belirterek, “Her devlet kurumunda olduğu gibi
Başkanlığımızda da gerekli şartları taşıyan personelin diğer kurumlara geçmesi
ancak mevzuat çerçevesinde gerçekleşmektedir. Personelin
muvafakat talepleri diğer kurumlarda olduğu gibi Diyanet İşleri Başkanlığında
da kurum ihtiyaçları ile personelin eğitim, sağlık, kariyer, ailevi vs.
durumları birlikte dikkate alınarak değerlendirilmektedir” dedi. Başbakan Yardımcısı İşler, 2010-2013
yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığında göreve başlayan personelden
üniversitelerin ilahiyat fakültelerine öğretim elemanı; Milli Eğitim
Bakanlığına pedagojik formasyon almaları sebebiyle din kültürü ve ahlak bilgisi
ve meslek dersleri öğretmeni ve yükseköğrenim gördükleri alanlarla ilgili
olarak diğer kurumlara naklen geçen personel sayısının 305 olduğunu kaydetti. DİB’NIN
SON 4 YILA AİT BÜTÇE ÖDENEK MİKTARLARI İşler, Diyanet İşleri
Başkanlığının son 4 yıla ait bütçe ödenek miktarları hakkında bilgi verdi. Buna
göre 2010’da 2 milyar 650 milyon, 2011’de 3 milyar 179, 2012’de 4, 2013’te 4,5
milyar TL oldu. 1374
CAMİDE HEM KADRO HEM DE GÖREVLİ BULUNMAMAKTA Halen ülke genelinde il ve
ilçelerde toplam 3 bin 368 camide imam-hatip ve müezzin-kayyım kadrosu münhal
bulunmakta olduğunu belirten İşler, “1374
camide ise hem kadro hem de görevli bulunmamaktadır. Ayrıca çalışan personelin
emeklilik, ölüm, istifa gibi sebeplerden dolayı bulundukları kadroları
boşaltmaları, din görevlisine olan ihtiyacı artırmaktadır. İl
ve ilçe merkezlerinden halkımızın yoğun olarak bulunduğu merkezi camilerde
istihdam edilmek üzere müezzin-kayyım kadroları ile özelikle kadrosu olmayan
camilere verilmek üzere imam-hatip kadrosuna ihtiyaç duyulmaktadır” dedi. Odatv.com Ülkelerini seviyor, Bu ideal
için savaşıyor, ölüyor, “öteki” ilan ediliyor, yakılıyorlar! Bu dünyanın ve bu ülkenin
ortalama vicdanı, başörtüsü takıyor diye bir kadına saldırmaz ama Mesela bu ülkede bir kesim
insan; “camiye gitmiyor, namaz kılmıyor” diye nefretin odağı, objesi
haline gelebilir… Bu insan “namaz kılmıyor, Hacca gitmiyor,
çocuğunu din dersi aldırmak istemiyor” diye dışlanabilir, eza-cefa
görebilir, odacılığa-kapıcılığa hatta işsizliğe, yoksulluğa mahkûm edilebilir,
hatta ülkemin Başbakan tarafından meydan meydan gezerek, hedef gösterebilir… Hatta şunlar bile olabilir; Bu ülkenin orta yerinde,
güpegündüz, yüzlerce-binlerce polis ve jandarmanın gözleri önünde Hatta bu ülkede bu insanların
sesi çıkmaz, çağrıları görülmez, sesleri duyulmaz. Hatta bu insanların yerine
dahi, “başörtülüyüm, o yüzden yüzüme-gözüme işediler” diyenler
bağırır, onların sesine itibar edilir. Analiz - 16 Ocak 2014 11:54 "Hayrettin Hoca’nın açtığı
kapıdan girince karşımıza devletin ekonomik iktidarının hüküm sürdüğü çok geniş
bir alan çıkıyor." Büyük rüşvet, kara para
aklama ve yolsuzluk operasyonu ile 100 milyar dolarlık yolsuzluk ve kara para
soruşturmasının ardından Hükümet'in Emniyet'teki tasfiyeler ve yargıya müdahale
eylemleriyle ülkede oluşan krizin temelinde Hayrettin Karaman'ın fetvasının
olabileceğini yazan Zaman'dan Mümtaz'er Türköne, "Fetva amacından
saptırılmış, istismar edilmiş olabilir." dedi. İlgili fetvayı, "Devletten
ihale alanların, gönülsüz bile olsalar hayır kurumlarına -metazoru- bağış
yapmalarına hocamız cevaz veriyor." ifadeleriyle aktaran Türköne, Karaman'ın
fetvasının nasıl her kapıyı açan bir maymuncuğa dönüştüğünü çarpıcı bilgiler
paylaşarak açıkladı. İşte, Türköne'nin o analizi: Hayrettin Hoca, rüşvete fetva
vermiş oldu mu? Mesele gerçekten mühim; öyle ki
bugün Türkiye’nin içinden geçtiği krizin tam zembereğinde Hayrettin Karaman
Hoca’nın söz konusu fetvası duruyor. Fetva amacından saptırılmış, istismar
edilmiş olabilir. Öyle ise önce Hoca’nın, sonra
da fıkıh âlimlerinin bu fetvayı gözden geçirmesi gerekir. Din İşleri Yüksek
Kurulu bu kadar mühim bir mevzuya bigane kalmamalı. Hayrettin Karaman’a sorulan
sual ve verdiği fetva, 27 Aralık 2013 tarihli Yeni Şafak’ta, kendi köşesinde
mevcut. Devletten ihale alanların, gönülsüz bile olsalar hayır kurumlarına
-metazoru- bağış yapmalarına hocamız cevaz veriyor. Ben bu fetvanın, yolsuzluğa
ve rüşvete kılıf arayanların önüne çok geniş bir meşruiyet alanı açtığını
düşünüyorum. İslam hukukçuları şu suallere
cevap vermeli: Bir ihalenin veya hakedişin bir hayır kurumuna bağış
şartına bağlanması, ödenen parayı rüşvet olmaktan çıkartır mı? Muhtemelen vatandaşlar da
cevaba bağlı olarak şu soruyu soracaktır: Devlete mahsus yetkiler (ihale verme
gibi) kullanılarak temin edilen bağışlarla (veya rüşvetle) inşa edilen
camilerde namaz kılınır mı, eğitim kurumlarında din öğrenilir mi? Kolayca çözülecek gibi görünen
bir sorun; ama mesele maalesef bu kadar basit değil. Hayrettin Hoca’nın açtığı
kapıdan girince karşımıza devletin ekonomik iktidarının hüküm sürdüğü çok geniş
bir alan çıkıyor. Fıkıh âlimi bu alanı tanımadan muhakeme ve mukayese
yürütmemeli. Kamu gücünü istismar ederek
çıkar sağlamak sadece rüşvetten ibaret değil. İltimas, irtikap, zimmet,
hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, dolanlı iflas,
resmî ihale ve alımlara fesat karıştırma, vergi kaçakçılığı, hayalî ihracat,
gümrük kaçakçılığı gibi suçlar, tıpkı rüşvet gibi devlete ait bir yetkiyi
suistimal ederek işlenebilir. Amacınız hayır işlemek olunca, suçun niteliği
değişir mi? Doğrudan devlet rantının ülke ekonomisinin hemen hemen yarısını
kaplayan geniş alanına adım atmış oluyoruz. Devlet rant yaratıyor ve birileri
siyaset üzerinden bu ranta kestirme yollar arıyor. Hoca’nın fetvası tam burada
her kapıyı açan bir maymuncuğa dönüşüyor. Devlet rantından bağış yapılabilir
mi? Devlet dört aracı kullanarak,
egemenlik hakkı gereği rakipsiz bir ekonomik güç kullanır: Para
basmak, vergi toplamak, hizmet ve mal alıp satmak, kamuya ait (madenler, su
kaynakları gibi) kaynakları tasarruf etmek. Kocaman finans sektörü,
devletin mübadele aracı olarak para basma ayrıcalığı üzerinden işlemektedir.
Siyasetin birçok kişi için asıl cazip tarafı, devletin bu ekonomik gücünü
kontrol etmek ve böylece özel çıkarlar sağlamaktır. Devlet iktidarını
kullanarak, devlet marifetiyle oluşan bir ekonomik değer üzerinden para kazanma
çabasına “rant kollama” adı verilir. Cep telefonu ve elektrik üretim
lisanslarından, barajlarda toplanan suyun bize satılmasına kadar çok geniş bir
alandır bu. “Rant kollama”nın aşamaları vardır. Ruhsatlar, izinler, teşvikler,
gümrük kotaları ile devlet doğrudan bir ekonomik değer yaratır. Yaratılan bu
değerler sonra birilerinin cebine gider. Adil ve eşit rekabet yok ise, iktidara
yakın olanlar büyük gelirler elde ederler. Birileri düzenli olarak siyasî
ilişkiler üzerinden bu rantları ele geçirir. Siyasetçi bu gücü yozlaştırarak,
iktidarını perçinleme yolları bulabilir. Üçüncü köprü ve havaalanı ihalesi ile,
şayet savcılık bir türlü soruşturmadığı Sabah-ATV satışı arasında bir ilişki
kurmuşsa, karşımızda büyük çaplı ve organize bir “rant kollama” ve siyasetin
finansmanı sorunu çıkmaktadır. Doğru olan, kamunun yarattığı
rantı vergilendirip hazineye dahil etmek veya eşit rekabet koşulları ile
ekonomiye kazandırmaktır. Erdoğan Bayraktar istifa açıklamasında “kent rantı”
için neden kanun çıkmadığını sorgularken, bu “kayıp vergi”ye işaret etmişti.
Kısaca bağış için her türlü devlet rantından alınan para, milletin cebine
girmesi gereken bir paradır. İhaleyi alan müteahhit de zaten bu bağışı
maliyetine eklemektedir. Ucu Beytülmal’e dokunduğuna göre bağış parası “rüşvet”
faslına girmektedir. MUAVİYE
DİNLİLER… İnanan insan dini ve manevi
değerleri kişisel çıkarı adına kullanmaz. İnanmayan insan da kullanmaz, çünkü
inanmayanın da etik, demokratik, insani değerleri ve ilkeleri vardır. Öyle ya
da böyle, değerleri kullananlar değerleri olmayanlardır… Sahtekârlar,
maskeliler ve abdestli kapitalistlerdir, Muaviye dinlilerdir… Tek değerleri
paradır! Bağıran
adamın değerleri var mı? Yahu adamı deli etme, daha dün
sen değil miydin “ne istedilerse verdim” diyen? Neyi verdin, kimin malını kime
verdin, karşılığında ne aldın? Muhalif gazeteci-yazarların tutuklanmasını mı;
Hrant’ın katlini mi; Roboski katliamının örtülmesini mi; Sivas Katliamının
zamanaşımını mı? Gezi Parkı eylemcilerinin kurşunlanmasını mı? 4 yıl 5 yıl
sorgusuz tutsak edilen, yuvaları dağılan, şerefleri ve onurlarıyla oynandığı
için intihar eden subaylara iftira senaryoları yazılmasını mı? Sen kral ya da padişah mısın
ki, herhangi bir yapı, oluşum veya cemaate istediğini verebiliyorsun? Lamı cimi
yok buna “suçüstü” denir, “cürmümeşhut” yani… Anladın mı? Bu bir itiraftır;
devleti bir keyfilik içinde, usulsüz ve hukuk dışı yöntemlerle yönettin ve bunu
da itiraf ettin! Bütün tasarrufların yasa dışı! Hala da ısrar ediyorsun; yasa
dışılığı, hukuk dışılığı, ahlak dışılığı önce meşrulaştırıyor, sonra
yasalaştırıyorsun! HUKUKU,
AHLAKI, DEVLETİ ÇÖKERTTİN! Çocukluğumda inanmak, inançlı
olmak değerli bir edinim idi. Siyasetin diliyle “mütedeyyin” insanlar iç
dünyamda dürüstlük ve güvenilirlik çağrışımı yapar, saygı uyandırırlardı. Bu
kanı boş da değildi… Dindar insan güveninizi genellikle boşa çıkartmaz, pişman
etmezdi. Değerlerin dip yaptığı bir
süreçten geçiyoruz. Özellikle dinin, siyasallaşmaya evrildiği 1980’lerden
itibaren geldiği yer içler acısı… Kim ki, “ben dindarım” diyor, çalarken
“selamünaleyküm” diyor, ala-ü vala ile reklamlarla Hacca gidiyor, bütün tv
kanallarının cami kapılarında beklediği camilerde namaz kılıyor, bilin ki, Yaradan’a
değil paraya tapıyor; sahtekâr! Belli ki, bugün bizim
yaşadıklarımızı büyük Azeri şairi Sabir de Azerbaycan’da yaşamış ve yobazı
aşağıdaki dizelerle tasvir etmiş: Gorhirem… ay balam… tek başına
çıkırem ben dağlara yangını volkan görirem,
cin rörirem, can görirem, mezarda hortlak görirem, bin
türlü tufan görirem, güllü bir yaban (gulyabani) görirem korkmirem,
gorkmirem balam gorkmirem ay balam… şafak vakti
düşerem ben çöllere kükremiş aslan görirem,
kan yiyen sırtlan görirem, dalgalı umman görirem,
can görirem, cin görirem, mezarda hortlak
görirem, bin türlü tufan görirem, güllü bir yaban
görirem, korkmirem, korkmirem bala gorkmirem ay balam… bu
gorkmazlığım ile bu gorkmazlığım ile vallahi bala, billahi bala, tillahi
bala harda bir softa görirem, harda bir yobaz
görirem, harda bir bağnaz görirem harda bir molla görirem
gorhirem, gorharım bala gorhirem dalkavuk fikirlerinden,
riyakar zikirlerinden gorhirem bala gorhirem, gorhirem bala
gorhirem
|