|
TARİH
BOYU KARŞIT DÜŞÜNCE ve İNANÇ TOPLULUKLARINA KARŞI KULLANILAN BASKI YÖNTEMLERİ (SÖZDE
ŞÜKÜR TAPINAKLARI!)
İsmail KAYGUSUZ
Aykırı dinsel inancın (heterodosizm)
oluşumuna kısa bakış
Dinler ilk ortaya çıktıklarında, içinden çıktığı
toplumun dinine, inançlarına ve sosyo/politik düzenine karşı tümüyle aykırı ve
devrimci niteliktedir. Öznel ve nesnel koşulların oluşturulup tam
olgunlaştığında, yıktığı inanç ve düzenin yerine kendininkini koyar.
Ancak toplum yönetimini eline aldığında, eski düzenin tüm kurumlarını ortadan
kaldıramadığından tutunmak için kısa bir süre sonra çeşitli sosyal katmanlar ve
sınıfların çıkar gruplarıyla uzlaşmaya girişir. Bu girişimlerin başlamasıyla
eski aykırı ve devrimci gerçekliğini yavaş yavaş yitirip ortodokslaşma sürecine
girmiştir.
Hiçkuşkusuz, çeşitli biçimlerde uygulamaya sokulan her düşünce ve inancın, kendi
karşıt veya aykırı gerçeğini yaratmış
olması kaçınılmazdır. Bu diyalektik bir oluşumdur. Bu bağlamda İslam
heterodoksizmi, yani egemen ortodoksizme karşıt olarak, din kurucusu
Peygamberin yakınları Ali ve Ehlibeyt’in yüceltilmesiyle ortaya çıkıp, çeşitli
dinsel ve felsefi inançlardan alınan ögelerle zenginleştirilip, İmam Ali’nin
Tanrı mazharı olduğu ve tanrısal gücü özünde taşıdığı inanç ve söylemler
çerçevesinde kendi aykırı batıni gerçek(lik)lerini yarattı. Yönetimler de
çıkarlarına uygun biçimde dogmalaştırdıkları İslam adına, aykırı inançsal
gerçeklere bağlı olanları dinsizlik kafirlikle suçlayıp kırımlardan geçirdiler.
Hristiyanlık da Roma paganizmine, yönetimlerin zulüm ve baskılarına karşı
aykırı inanç ve toplumsal gerçeklikleriyle ortaya çıkmış; ama Roma
imparatorluğunun bilim, felsefe ve siyasal erkinin yüksekliği ve güçlülüğü,
onun devletin egemen dini olmasını yaklaşık 400 yıl geciktirmiştir. Egemen din
durumuna geçtiğinde aynı zulüm ve baskıyı Kilise aykırı inançlara uygulamıştır.
Tarih
boyu Ortodoks Hristiyanlık ve Ortodoks İslam sürekli birbirlerine düşman, karşılıklı
birbirlerinin inançlarını yadsıyan ve “dinsiz-kafirler” olarak niteleyen
konumdaydılar. Buna karşılık heterodoks inançların daha çok kırsal halk yığınlarına özgü
olduğundan ortak yanları çoktu. Öyle ki, Anadolu’da bir Alevi-Bektaşi
dervişiyle, yoksul bir manastır keşişinin yaşam görüşünü ve biçimini
birbirinden ayırmak güçtür. Onlar her zaman birbirleriyle dost olmuş ve
birbirlerine yardımda bulunmuşlardır.
İslam ve Hristiyan İmparatorluklarında –birbirlerine düşman oldukları
halde-yönetimler, egemen (ortodoks) dinsel ve siyasal inançlarına farklı
yaklaşan; aynı dini ve ondan doğan siyasetleri aykırı yorumlayan (heterodoks)
topluluklara karşı onları yoketmek bağlamında aynı yöntemleri kullanmışlardır:
1)Baskı ve zulümle ezme; toplu kıyım, sürgün 2)Dinsel dogmaları geliştirip
artırıcı kitaplar vaızlar için saray ulemasını kullanıp karşıt düşünce ve
inancın etkilerini kırma, 3)Sadık tebayı görkemli sözde kutsal “şükür
tapınaklarıyla” düşünme bağlamında uyutup, karşı düşünce ve inanç
topluluklarına düşmanlığı diri tutmak.
Konuyu
geniş bir çerçevede incelemeye kalkışmayacak, sadece bazı örnekleri kısaca
açıklamakla yetineceğiz. Bu örnekler Hristiyan dünyanın sapkınları olarak
tanımlanan (heterodoks) Neo-Manikheist Paulikien ve Bogomillerlerle, İslam
dünyasının sapkınları(!) batıni inançlı Alevi topluluklara uygulanan bazı
yöntemler olacak.
Kitleler Halinde Balkanlara Sürülen
Paulikienler
Paulikienler Mani inancının İkilemci görünümü altında, kendilerini gerçek Hristiyanlar
olarak adlandırır. Ortodokslar onları sapkın bir Hristiyan mezhebi mensupları
olarak kabul ederler. Arap yazar Masudi Paulikienlere “Baj(v)laki”diyor ve
Paulikianizm’i “Mazdeizm ile Hristiyanlık arasındaki bir ortayol mezhebi”
olarak tanımlıyordu. Maniciler gibi onlar da tek Tanrı’ya, göklerin, öbür
dünyanın efendisi ve yeryüzünün yaratıcısı olarak inanıyorlardı. Hristiyanlığın
Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan Kutsal Üçlü (Saint Trinité) kavramını
kabullenmiş, fakat onu Tek Tanrı Baba’nın görünüm alanına çıkışı olarak
göstermişlerdir. Bozulmuş insanlığı kurtarmak için Tanrı İsa’yı göndermiştir.
Bakire Meryem’in İsa’yı doğurması bir görünüşten ibaret idi; gerçek annesi
göksel Kudüs (la Jérusalem céleste) ya da Ruhül Kudüs’ten başkası değildi.
Paulikienizm 6.yüzyıldan itibaren geniş bir biçimde Kuzey Suriye,
Kilikia-Çukurova, Maraş, Kommagene (Adıyaman, Samsat), Malatya, Sivas Erzurum’a
kadar yayıldı ve bazı Ermeni boylarının resmi dini oldu. Ermeni Paulikienler
ordulara, kalelere sahip olmuşlar ve Bizans, Arap ve Armenia ilişkilerinde,
özellikle 9.yüzyılda büyük rol oynamışlardı. Tefrike (Divriği) başkentli bir
sınır devleti kurmuş olan Paulikienler 8.yüzyılın ortalarından 9.yüzyılın
ortalarına kadar yüz yıl boyunca geniş kitleler halinde Balkanlara, özellikle
Bulgaristan’a sürgün edildiler. Bu yüzyıl içinde birkaç Bizans İmparatoru bu
sapkın inançlılara(!) karşı kırımcıl savaşlar yaptılar. Her sefer sonrası ve
Tefrike alınıncaya kadar büyük çoğunluğu Ermeni olan yüzbinlerce Paulikienler
yurtlarından sürüldüler. Ermenilerin ilk büyük sürgünü bu yüzyıl içinde
yapılmıştır.
755
yılında Theophanes şöyle yazıyor:
“İmparator Konstantinos Kopronymos, Théodosiopolis (Erzurum) ve Melitene’den
(Malatya) çıkardığı Ermenileri ve Süryanileri Trakya’ya sürgün etmişti. İşte
bunlar tarafından Trakya’da Paulikienlerin dinsel sapkınlığı yayılmıştır.”
Kopronymos’un
ardılı İmparator Leon IV, 778 yılında Germanikia’dan (Bugünkü Maraş) Trakya’ya
yeni göçmenler gönderdi. Konstantinopolis’de Paulikienler vardı. 813 yılında
Krum, Trakya’yı talan ettiği ve Bizans başkentine doğru yöneldiği zaman, bu
bölgenin Paulikienleri, Ortodoks rahipler sınıfına karşı ayaklanacak yeterli
güç ve cesarete ulaşmışlardı. Çok daha sonra Ermeni kökenli Bizans
İmpataroru İohannes Tzimiskés (969-976) bile, Fırat bölgelerindeki Paulikien halkları Plovdiv yöresine nakletti.
İmparatorluğun
Balkan memleketlerinde daha bir yüzyıl geçmeden, yerli Bulgarlar, aşağı
sınıflardan Hristiyan halkın, kölelerin-serflerin arasında Bogomilizm adını
alarak yayılmış olan bu Hristiyan heterodoksizminin ortaya attığı eşitlikçi,
ortakçı insancıl düşünceler toplumsal karışıklara neden olmaya başlamıştı.
İmparator Aleksius Komnenos’un kızı Anna Komnena, 12.yüzyılın başlarında eski
Paulikien, yeni Bogomiller’in Bizans’ın başına bela olduklarını ağıza
alınmayacak sözlerle anlatmaktadır. Sapkın inancın İstanbul’a kadar yayıldığı
ve halk arasında geniş yandaş bulduğu, hatta kendilerine özgü sade kiliselerde
Bogomil rahiplerin verdiği vaızların yaygınlaştığını öğreniyoruz. Öyle ki, yine
Anna Komnena’nın anlattığına göre, İmparator babası Aleksius, Bogomillerin başı
büyük rahib Basilus’u bir hile ile, onların inancına girmek istediğine
inandırarak sarayına çağırıp onuruna şölen verir. Arkasından 12 yardımcısyla
birlikte onu tutuklayıp, Hippodrom’da hazırlattığı, yalımları göklere ulaşan
büyük ateşin içine atarak yaktırmıştır. Aynı durum Ortodoks İslam dünyasında
sıkça uygulanmıştı Örneğin, 770/780 arasında gulat/sapkın inançlı tanımlanan
Abu’l Hattab ve 70 kişilik yandaşı dönemin halifesinin buyruğuyla Küfe’de
camiye sokularak yakılmış; 920 yılında, “Enelhak” diyen Hallac-ı Mansur 8 yıl
zindanda yatırıldıktan sonra asılmış, arkasından bin parçaya bölünerek yakılıp
külleri Dicle’ye savrulmuştur. Basilus ve arkadaşlarının yakıldığı tarihten tam
3 yüz yıl sonra farklı bir dinin, Osmanlı ’nın ortodoks İslam anlayışı, onlarca
Hurufi dervişini cayır cayır yakmaktan çekinmemiştir.
Egemen dinsel inançlar adına, onları sapkınlıkla suçlayarak yandaşlarını
katletmekle, ateşe atmakla heterodoks inançları ortadan kaldırabildiler mi?
Hayır, tersine baskı ve zulüm, daha da gelişip yayılmasını sağlıyordu.
Yönetimler, bunun farkında olduğu için onların düşünce ve inançlarına
reddiyeler yazdırarak, ortodoks anlayışı günün ve devletin çıkarlarına göre
dogmaları artırıp sertleştirerek ortodoks bilginleri kitaplar yazmaya
zorluyorlardı.
Örneğin aynı İmparator Aleksius,yakımın arkasından başkentte Bogomil avı
başladığında bir yandan da, “aynı zamanda grammerci ve hatip olan Eutymos
Zygabenos adlı bir keşişe bütün sapkın mezheplerin bir listesini
çıkarmasını istedi diyor Anna Anna Komnena; Ona, bu sapkınlıkların her biri
hakkında ayrı ayrı bilgi verip, Kutsal Azizlerin İncil metinleri kapsamı
çerçevesinde yorumlayarak reddiye yazmasını buyurmuştu. Bu kitap büyük rahib
Basilus’un vazettiği Bogomil sapkınlığını da içeriyordu. Çoğaltılan kitabın Dogmatica Panoplia (=zırha bürünmüş ya
da tam silahlı öğretiye dair) adını Aleksius koymuştu.”
Bu kitabın yazılmasından 15-16 yıl kadar önce Abbasi başkentinde Halife
Mustazhir (1075-1094), Abu Hamid Muhammed al-Gazali’ye (1058-1111), Hasan
Sabbah’ın Alamut İsmaili Aleviliğinin inançsal ve felsefi temeli olan Talimiye
öğretisine, yani sapkınlık kabul edilen Batıni İsmaililiğe karşı reddiye
yazdırmıştı. Çünkü Batınilik Hasan Sabbah’ın kitaplarıyla Bağdat’ta yayılmaya,
Bogomilizm gibi büyük evlere, aydın çevreye girmeye başlamıştı. Gazali olayı
şöyle anlatmaktadır:
“Talimiye sapkınlığı ortaya çıkmıştı; herkes,
nesnelerin (eşyanın) anlamını ya da ifade ettiği bilgiyi, gerçekliğin(hakikat)
sorumluluğuna sahip yanılmaz/günahsız Zamanın İmamı’ndan öğrenmenin mümkün
olduğunu ileri süren bu öğreti hakkında konuşuyordu. Zaten benim de onların
kitaplarının içinde neler bulunduğu ve görüşleri hakkında inceleme yapmak
aklımdaydı. Müminlerin efendisi Halife’den, onların dinsel sisteminin gerçekte
ne olduğunu gösteren bir kitap yazarak onları reddetme buyruğunu alınca işe
giriştim…Böylece onların görüşlerinin yalan olduğunu al-Mustazhiri kitabımda
yazdım.” (The Faith and Practice of
Al-Ghazali, İng.çev.: Montgomary Watt, Oneworld Oxford Reprinted, 2000,
s.45, 54)
Görüldüğü
gibi burada kitaba üstelik Halife kendi adını vermiştir. Bu benzerlikler
rastlantı değildir; egemen yöneticiler, hangi dinden olurlarsa olsunlar kendi
dinleri daha doğru olduğu için değil , sapkınlık adını taktıkları inançların
yandaşlarını, saltanatlarına zarar vermelerinden korktukları için
ezmişlerdir.
17.ve 19.Yüzyıllardan Farklı İki Örnekleme:
1) 150 bin Kızılbaş Celali’nin Kırımı ve
Sultan Ahmed Camisi
Osmanlı İmparatorluğunda 16.yüzyılın başlarından 17.yüzyılın başlarına kadar
geçen yüzyıl içerisinde, toplumsal hareketler ve başkaldırıların ideolojisi,
şeriat temelli ortodoks din devletinin “rafizilik”, yani sapkın inanç olarak
nitelediği Alevi-Kızılbaşlık’tır. Resmi tarihin “Celali Eşkıyaları” diye
adlandırdıkları, Osmanlı yönetiminin baskı ve zulmüne karşı ölüm-kalım savaşı
vermiş, direnmiş olanlar, başlarındaki önderleriyle birlikte bu inanç
kitlesidir; ezilen, horlanan, “katli vacip” bilinen Alevi-Kızılbaş toplumudur.
Bu toplumsal başkaldırıların(Celali İsyanlarının) son aşamaları Sultan I.Ahmet
döneminde yaşanmıştır. 1604’de başlayıp 1609’a kadar süren ve Lübnan-Suriye’den
Batı Anadolu’ya kadar tüm imparatorluğu saran bu hareketlerin başlıca önderleri
Kalenderoğlu Piri Mehmet, Saracoğlu Ahmet, Cemşid ve Musli Çavuşlar, Tavil Halil
Paşa ve sonuncusu Canboladoğlu Ali Paşa’dır. Bu hareketlerin seyri ve çok kanlı
biçimde bastırılması genç Sultan I. Ahmet ile değil, doksanlık zalim
Kuyucu Murat Paşa adıyla birlikte anılır.
Aslen Hırvat olan Kuyucu Murat Paşa, sırasıyla kethüda, sancakbeyi ve ardından
Diyarbakır, Anadolu ve Rumeli Beylerbeyliği yapmış ve nihayet 1606 yılında
vezir-i azam olmuştur. Kuyucu Murat Paşa I.Ahmet saltanatı döneminde 9.Aralık
1606-5 Ağustos 1611 tarihleri arasında dört yıl yedi ay yirmiyedi gün
sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. Celali İsyanlarını bastırmada
başvurduğu sert yöntemler ve çoluk çocuk, kadın demeden asileri, kafalarını
kesip ya da diri diri kuyulara doldurarak gömmesi nedeniyle Kuyucu sıfatı ile
tarihe geçmiştir. Çeşitli kaynaklara göre üç sene süren bu eşkıya temizleme
hareketi sırasında,İmparatorluk halkından resmi tarihe göre 65 bin kişiyi
katlettirmiştir; ancak belirtilen rakamlar 150000'e kadar varmaktadır.
Kuyucu Murat Murat Paşa’ya Dair
Celali bahanesiyle yoksul Anadolu köylüsünün kitleler halinde katledilmesini
Ermeni rahip Kemahlı Grigor, 1595-1640 yılları arasını kapsayan kronolojik
yapıtında yer vermekte. Kuyucu Murat Paşa'yı övmekle birlikte, katledilen
köylülerden şöyle sözetmektedir:
"Görenlerin bize bizzat anlattıklarına göre
Murat Paşa bütün konakladığı yerlerde önceden kuyular kazdırır ve bütün
Celalileri, muzır adamları öldürüp bu kuyulara attırır, oraya indirilen birkaç
adam da atılanları istif ederdi. Vakadan dört sene sonra kış mevsiminde oradan
geçerken ev büyüklüğünde olan kuyuları görmüştük. Birkaç tanesi çökmüş
olduğundan odun ve toprakla kapatılmıştı. İşte böylelikle ortadan kaldırılan
melunlar duman gibi yok olarak Allah'ın şanından mahrum kaldılar..
Ayrıca
kitapta Canbulatoğlu'yla olan karşılaşmasından sonra 26 bin kişinin başını
kestirerek tepe yaptığı da geçmektedir:
"O gün, gün batımına kadar ruus-u maktüa-ı a'dadan (kesilmiş düşman
başlarından) defterlerle adetleri zaptedilen, yirmialtıbin kelle-i büride
(kesik baş) işgah-ı serdar-ı Behram iktidara (Behram kudretli komutanın önüne)
getürülüp otag-ı zernitak (altın kuşaklı otağın) önünde püşte-var (tepe
halinde) yığıldı. Yirmi neferden fazla cellatlar, darb-ı rikabdan (ense
vurmaktan) dinlenmeyip güruh güruh getirilen eşkiyaların kellelerini kat'ederlerdi"
Tarihçi
Naima, yapıtında Kuyucu Murat'ın çocuk öldürmesine tanık oluşunu şu şekilde
anlatmaktadır:
"... Bir gün pişgah-ı otakta (otağın üstünde) iskemle üzerinde oturup
harfolunan (kazılan) bi're (kuyuya) gelen adamları katlettirip doldurmağa meşgul
idi. O sırada gördü, halk verasında (arkasında) bir atlı sipahi, bir sabiyi
(çocuğu) kenduye redif edip (ardından getirerek) geçup gide. Paşa emreyledi
varıp sabiyi at arkasından indirip huzuruna götürdüler. Oğlancığa: - ‘Sen ne
yerdensin? Celali arasına neden düştün?’, dedikte, sabi doğru söyleyip, -
‘falan diyardanım, kıtlık sebebinden babam beni alıp bunlara katıldı. Boğazımız
tokluğuna yanlarınca gezerdik, dedi. - Baban ne idi?, deyu sorıcak, -
Şeştar(saz) çalardı ve anınla doyunurdu’. Vezir-i Azam Murad Paşa başını
sallayarak acı acı güldü. – Hay, Celalileri şevke götürürdü, deyup, çocuğun
katline işaret etti. İşaret üzerine çocuğu cellatlara verdiler. Fakat
cellatlar; - ‘Bu sabi masumu nice öldürelim’, deyu çekilip her biri bir tarafa
gidip göz yumdu. Murad Paşa emrinin neden geciktiğini sordukta, cellatların
çocuğu merhamet edip istinkaf ettiklerini(vazgeçtiklerini) bildirdiklerinde,
Paşa: - Yeniçerilerden birisi öldürsün, deyü buyurdu. Yeniçeri dilaverlerine
teklif olduklarından onlar dahi, sabiye bakıp; - ‘Biz cellat mıyız? Cellatlar
bile merhamet etti’dediler. Vezir kendi iç oğlanlarına emretti ki sabiyi
öldüreler. Anlar da ki huzurundan dağılıp kabul etmediklerinden oğlancık
meydanda kalıp onu öldürecek adam bulunmadıkta, ihtiyar vezir arkasından
kürkünü bırakıp ve kalkıp sabiyi kendi eliyle alıp, kuyunun kenarına getürüp
başını vurup boğazını sıkıp helak ve kendi eliyle kuyuya inkaa etti(attı)”
İsmail
Hakkı Danişmend ise,onun hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır:
"Anadolu Türkü'nün ebediyyen lanetle anacağı
Kuyucu Murat ihtiyarlığından dolayı ‘Koca’ lâkabıyla da tanınan 90 lık bir
zalimdi. Kuyucu yalnız asilerle taraftarlarını değil, onlara her nasılsa ekmek
ve su vermiş zavallılardan başka civarlarda bulunan komşularını bile kılıçtan
geçirtecek derecede kana ve bilhassa Türk kanına susamış bir canavardır."
Ve Mavi Cami
Bilindiği
gibi Kuyucu Murat Paşa, tahtını sağlamlaştırmak adına Sultan I. Ahmet’in
fermanı ve Şeyhülislam’ın fetvasıyla asilere boyun eğdirmek için çıktığı sefer
üç yıl sürdü. 90 yaşındaki bu acımasız ihtiyar kapıkulunun zamanın genç
Padişah’ının “baba” iltifatına mazhar oluşu, cesetleri kuyulara doldurulan ve
kafalarından tepeler oluşturulan 150 bin yoksul insana malolmuştur. Öyle
anlaşılıyor ki, bu öldürülüp kuyulara atılan insan sayısı,sadece fiili savaş
dışı kırımlara ait bulunmaktadır.Bir de yapılan savaşlarda iki yandan ölen
binlerce insan sayısını hayal ediniz! Ve “Mavi Cami” diye ünlenen Sultan Ahmed
Camisi de,işte bu dönemin en unutulmaz simgesidir. Bu yapı kentin üzerinde
insanı şaşkına çeviren büyüklüğü ile yükselir ve ilginç biçimde, Osmanlı
tarihinin en az anımsanmaya değer “zaferlerinden” birini anımsatır.
Osmanlı sultanları savaş alanlarındaki başarılarını yaşatmak için hep büyük
camiler yaptırdılar. Genelde, Tanrının yüceliğine övgü olarak yaptırılan bu tür
anıtların yapım giderleri savaş alanında kazanılan zafer sonucu elde
edilenlerdir.Soyunun büyüklerini geçmeye çalışan I.Ahmet de çok büyükbir cami
yaptırmaya karar verdi.Fakat genç Sultan, avlanmanın dışında herhangi bir
nedenle bile saraydan dışarı çıkmadı. Dolayısıyla, yapımını istediği bu çok
pahalı dinsel imparatorluk anıtına yaraşır boyutta bir zaferi yoktu.
Harcamaları karşılamak amacıyla vergileri artırdı ve hedefinin kutsallığını
ulemaya inandırmak için çok çaba harcadı. Zamanın tarihçilerinin anlattığına
göre –ki bu bilgi, ne ilkokuldan Üniversite’ye kadar okutulan tarih
kitaplarında ve ne de camiyi tanıtan yazılarda asla geçmez- 1609 yılında,
sadrazamı Kuyucu Murat Paşa, son büyük Celali’nin kökünü kazıma seferinden
başarıyla dönünce Padişah, bu zafer için Tanrıya şükretti ve bu görkemli yapıyı
yaptırma planlarını uygulamaya koyuldu. Son Celali’nin idam edildiği ayı
izleyen ayda , caminin temellerini attı.
9 Ekim 1609’da, devlet büyüklerinin eliyle temele ilk kazma vuruldu.Şeyhül
İslam, Sadrazam Kuyucu Murad Paşa, vezirler ulemadan yüksek kişiler tümü
simgesel anlamda kazma vurmuş oldu.Tarihçilerin ciddi ciddi anlattığına göre,
Sultan I. Ahmet öylesine şevkle temel kazdı ki, alnının boncuk boncuk terlediği
görüldü.
Dokuz yıl boyunca yapılan olağanüstü harcamalar için yoksul teba’nın sırtına
yüklenen ağır vergiler ve Sultan’ın sürekli gözetimi sonunda caminin kapıları
açıldı. İstanbul halkı, bugün hâlâ çok kişinin kenttekiler içinde en
güzellerinden biri saydığı camiyi gördü. Planların daha önceki yapılarda
görülen düşüncelerden aktarma olduğu ve mimarının amacının tasarımda denge ve
ayrıntılara özen göstermek değil, Sultan’ın istediği görkemlilik ve büyüklüğü
gerçekleştirmek olduğu görülmektedir. (Uzunçarşılı, III/2, s.554, dpnt.3; CSP,
Venedik, s.75(1613 tarihli) ve Goodwin, s.344’den aktaran William J. Griswold,
Anadolu’da Büyük İsyan 1591-1611,Çev.Ülkün Tansel, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,
İstanbul,2000, s.20-24)
Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa tarafından yapılan ve “Celali belasından
kurtardığı için Tanrı’ya şükran borcu olarak adanan” bu camiye yapılan
harcamalar öylesine büyüktür ki Padişah’ın, minarelerin “altından yapılmasını”
buyurduğu, fakat mimarın “altı tane” anladığı ironik öyküsü anlatılır hep. Hiç
bir yerde, bu büyük sanat yapıtının(!) temelindeki harcın 150 bin
Kızılbaş-Celali kanıyla karılmış olduğu, toplumsal bellekten silmek için söz
bile edilmez. Zaten eğer bu şükran adağı görkemli camiyi kabul etmişse Tanrı, herhalde
acımasızca katledilenlerin Tanrısı olmasa gerektir; onlarınr uhlarını da
cehenneme mi göndermiştir dersiniz?
2) 30 bin Komüncünün Kırımı ve Sacré
Coeur Kilisesi
Bu kez Hristiyan dünyasından, egemen burjuva yönetiminin, savaştığı düşmanla
işbirliği ederek, sınıfsal çıkarlarına aykırı bulduğu Avupa tarihinin ilk
toplumsal devrim pratiğini/şafağını kanlı bir kırımla yoketmesi örneğini
vereceğiz: 1871 Paris Komünü
18 Mart 1871 sabahı Paris, gök gürültüsünü andıran “Vive la Commune!” (Yaşasın
Komün) çığlıklarıyla uyandı. Yönetici sınıfların tükenmişlik ve ihanetleri
karşısında işçi sınıfı yönetime el koymuş ve işçi sınıfının kızıl bayrağını
Paris'in burçlarına dikti. 19 Mart akşamı Ulusal Muhafız Merkez Komitesi
Belediye sarayında toplandı ve en kısa zamanda bir seçim yapılması kararlaştırıldı.
Merkez Komite sıkıyönetimi kaldırdı. Tüm siyasi tutuklular serbest bırakıldı.
23 Mart'ta Merkez Komite programını ortaya koyan bir bildiri yayınladı.
Bildiride yeni bir düzen kurmak ve emeği sınıf karşıtlığını ortadan kaldıracak
eşitliği sağlayacak yeni temeller üzerinde yeniden örgütlemek gerekliliğinden
bahsediliyordu. Emekçiye emeğinin karşılığını sağlamak, yani kapitalist kârı
ortadan kaldırmak için kredinin, ticaretin ve ortaklaşmanın örgütlenmesi;
herkes için parasız, laik ve tam eğitim; toplantı, dernek kurma ve basın
özgürlükleri; polisin ve ordunun komünal düzeyde örgütlenmesi gibi ilkeler
öngörülüyordu. Komün, kamu hizmetleri, eğitim ve emek gibi alanlarda köklü
değişiklikler yaptı. Paris'i saran kıtlığa karşı çeşitli önlemler alındı.
Sağlık hizmetleri yaygınlaştırıldı. Savaşta ölen muhafızların çocuklarına
ödenen aylıklarda evlilik dışı çocuk ayrımı yapılmadı. Fırıncıların gece
çalışması, patronların ücretler üzerindeki kesinti uygulamaları yasaklandı.
Sahipleri tarafından terkedilen atölyelerin işçi kooperatifleri tarafından
işletilmesi öngörüldü.
Ancak Komün, diğer alanlarda aldığı önemli önlemlere karşın askeri ve mali
yönden yetersiz kaldı. Fransa Bankası'nın ulusallaştırılmasından kaçınıldı.
Örgütsel açıdan da çeşitli zayıflıklar vardı. Bakanlık, komisyon görevlileri ve
askeri işlerden sorumlu kişiler sık sık değiştiriliyordu. Devrimi destekleyen
çeşitli komitelerin anarşik artışı Komün'ü savunma noktasında güçsüz
düşürüyordu. Komün savaş delegesi olarak atadığı askerlere fazla güvenmiyordu.
Ulusal Muhafızlar, en küçük bir disipline boyun eğmek istemeyen devrimci
savaşçılardan oluşuyordu.
Paris'te aralarında kadınların, çocukların da bulunduğu komün savaşçıları,
Prusya kralı Bismarck'ın desteğiyle Versaille’dan Paris'e doğru ilerleyen
Thiers'in 63 bin 500 kişilik büyük ordusuna karşı savaşa hazırlanıyordu. Thiers
ordusuna Almanlar'ın serbest bıraktığı 130 bin savaş tutsağını da eklemişti. 1
Mayıs'tan itibaren Paris, Versailles ordusu tarafından sürekli olarak
bombalandı. Versailles birlikleri, haftalarca direnen Paris'e 21 Mayıs günü
girebildiler. Komün savaşçıları bir hafta boyunca mahalle mahalle, barikat
barikat savaştılar. Versailles ordusu tam bir katliama girişti. 25 binden fazla
Komüncü barikatlarda katledildi. 26 Mayıs'a gelindiğinde direniş son sınırına
ulaşmıştı. Ordu Paris'in içine doğru ilerledikçe kitlesel kurşuna dizmeler
artıyordu. Komünün son barikatı 28 Mayıs günü düştü. Bu katliamlardan sağ
kurtulanlar da Komünün ardından kurulan askeri mahkemelerde yargılandılar ve
çoğu kurşuna dizildi. Yargılamaların ardından 38 bin Parisli, Versailles'te
kurulan toplama kampına gönderildi. Önemli bir kısmı buradaki yaşam koşulları
nedeniyle hayatını kaybetti. Katliamın üzerinden bir ay geçmesine rağmen kentte
hala ceset kokuları hakimdi ve Seine nehri kırmızı akıyordu. Versaille
hükümeti, düşmanıyla işbirliği yaparak Avrupanın bu ilk toplumsal devrim
şafağının karartmış ve 70 günlük Paris komününü dağıtmıştı...
Komün'den geriye 30 binden fazla ölü ve harabeye dönmüş bir kent bunlardan,
fakat çok daha önemli olarak insanlık tarihine yazılan kızıl bir sayfa kaldı.
Ancak adeta gökyüzünü fethe çıkan komüncüler, yeni bir toplumun, yeni bir
dünyanın mümkün olduğunu göstermiş oldular. Marx'a göre “Komün'ün gerçek
gizemini özsel olarak bir işçi hükümeti, üreticiler sınıfının mülk sahipleri
sınıfına karşı mücadelesinin sonucu, emeğin iktisadi kurtuluşunu
gerçekleştirmek olanağını sağlamak üzere bulunan siyasal biçimdi.” 1871
baharında Paris sokaklarında yankılanan “Yaşasın Komün!” sesleri özgür bir
geleceğin habercisiydi. Katledilen onbinlerce komüncünün özgürlük çığlığı,
toplumun gerçek öncüsü olan işçi sınıfının çığlığıydı ve özgürlüğün tohumlarını
toprağa ekmişti. Hiç kuşkusuz yeşereceği günler de gelecekti. ..(H. Ezgi,
“Paris Komünü: Toplumsal DevriminŞafağı”, Ekim Günlüğü (83), Mayıs 2003)
Ve Sacré-Coeur Kilisesi
Sacré-Coeur(Kutsal Kalb)Kilisesi, Paris kentini yükseklerden seyreden Montmarte
tepesi üzerine kurulmuş ve “Büyük Adak”adı verlmiştir. 1871 yenilgisinden
sonra, 23 Temmuz 1873 günü Ulusal Meclis tarafından oylanarak kabul
edilen bir yasayla yapımına karar verilen bir kilisedir. Fransa-Prusya savaşı
sırasında yaşamlarını yitiren çok sayıda Fransız vatandaşlarının anısına saygı
için olduğu kadar, gerçekte “Komüncü(lerin) cinayetleri cezasını bulduğu için”
Tanrıya şükrolsun diye bu kilisenin yapılması karar altına alınmıştı. Kilisenin
yapımı için açılan yarışmayı Mimar Paul Abadie (Ö.1884) kazandı. Binanın
temeline ilk taş 16 Temmuz 1875 günü kondu ve Kilise, anayasası aynı yıl
oylanmış olan yeni rejimin başlangıcını kutlamak için Üçüncü Cumhuriyet
Hükümeti’nin doğrudan katılımıyla inşa edildi…
Görüldüğü
gibi tarih boyunca egemen dinsel ve siyasal inançların mensupları, yani yönetim
erkini elinde bulunduran yöneticiler ,muhalif ve aykırı inanç.topluluklarına
karşı baskı ve kıyımlar uygulamakla kalmamışlar. Arkasından, temel harcında
insan kanı kullanarak “mavi cami ve sacra couer kilisesi” gibi “şükür
tapınakları” yaptırmışlardı. Onların içinde, acaba hangi yüzle kandırdıkları Tanrı’ya
tapınmışlardır dersiniz? Gerçekte onların din ve inançla da,Tanrı’yla da zerre
kadar yakınlıkları yoktu; saltanat ve sınıfsal çıkarları uğruna yaptıkları
insan kırımlarında kutsal değerleri kullanmaktan çekinmemişlerdir.
Transliteration and English Rendition
of Qasida
"Dam Hame Dam Ali Ali"
(İngilizce transkripsyon ve serbest çeviri: Arif Babul)
Saki e ba wafa manam,
dam hame dam Ali Ali
A humble poet, I am Let me be your muse Drink of me
In rapture, my very being cries out: Ali Ali
Sufi e ba safa
manam,
dam hame dam Ali Ali
A Sufi, I am Pure of
heart
In rapture, my very being cries out: Ali
Ali
Ashike Murtaza manam,
dam hame dam Ali Ali
A lover, I am Of Murtaza
Ali
In rapture, my very being cries out: Ali Ali
Mutribe khushnava manam,
dam hame dam Ali Ali
My joy uncontained I am in
song
In rapture,
my very being cries out: Ali Ali
Adam ba safa tueen,
Yussufe mah laka tueen ... 5
Khidhre rahe khuda
tueen,
dam hame dam Ali Ali
Adam the Pure be
you
Yusuf the Beautiful too Tis you
who's Khidr's guide His teacher, his inspiration
In rapture, my very being cries out: Ali Ali
Shahe shariyatam tueen,
pire tariqotam tueen
Haq ba hakikatam
tueen,
dam hame dam Ali Ali
Lord, Lawgiver, Teacher, True Guide
Truth be, you are the Truth; the Absolute
In rapture, my very being cries out: Ali Ali
Ham dame sayeedul basher,
raj e shamshul qamar
Babe shabirro ham shabbar,
dam hame dam Ali Ali
Faithful Companion, in virtue incomparable
In whose company pales even the Sun, the moon
Oh, Father of Hassan, Hussein
In rapture, my very being cries out: Ali Ali
Sayeede sarware karam,
goft bato ay ibne am
Lahamak lahmi dammak dammi,
dam hame dam Ali
Ali
Declared Muhammed, the Most Generous of generous
My cousin, the son of my uncle
My flesh is your flesh, my blood your blood
In rapture, my very being cries out: Ali Ali
Ayah e Innama barat,
taje la fata sarat
Shamsh gulame Kambarat,
dam hame dam Ali Ali ...
That the Holy Quran makes clear
You are the Guardian, the Master of believers
Garbed, Crowned, Invincible, Unvanquished
I Shams, your humble servant
your Kambar Gulam, am
In rapture, my very being cries out: Ali Ali
Mowlana Rumi
(www.ismaili.net )
|
Mevlana’dan “Dem Hame Dem Ali Ali” Kasidesi
Türkçe’ye çevirip şiirleştiren: İsmail Kaygusuz
İlhamındır içkisi, bu zavallı ozanın
Coşkuyla çığırırım, her dem ya Ali Ali!
Ben kalbi temiz olan, bir Sufiyim amanın
Coşkuyla çığırırım, sana ya Ali Ali!
Aşığım Murtaza’ya, o benim nazlı yarim
Aşk ile çığırırım, her dem ya Ali Ali!
Sensiz sevincim olmaz, anlamsız şiirlerim
Aşk ile çığırırım, sana ya Ali Ali!
Adem’i temiz kılan, o saf Adem de sendin
Yusuf’a güzelliği, veren Güzel de sendin
Hızır’ın hem rehberi, hem öğretmeni sendin
Coşkuyla çığırırım, sana ya Ali Ali!
Şeriatı gönderen Şah, ve öğreticisi sen
Hem tarikatın piri, doğru yol gösteren sen
Hakikata götüren, Hak da hakikat da sen
Aşk ile çığırırım, sana ya Ali Ali!
Eşsiz erdemlerinden, insanlık esinlenir
Onların ışığında, güneş ile ay nedir?
Oğlun Hasan Hüseyin, birer inci küpedir
Coşkuyla çığırırım, her dem ya Ali Ali!
Seyyitlerin cömerdi, server Muhammed dedi
“Yakınım kuzenimdir, amcamın oğlu Ali
Kanı benim kanımdır, etim de onun eti”
Coşkuyla çığırırım, her dem ya Ali Ali!
Kur’an “ inananların, emiri Ali’dir” der
Başı taçlı yenilmez, koruyucudur Hayder
Rumî’yim Şems’in kulu, tıpkı Kanber’e benzer
Aşk ile çığırırım, her dem ya Ali Ali
Coştu Derviş Baba da, çığırırır Ali
Ali!
Londra, 25 Şubat 2006
Ali'm Camilerin
Elinden Medet
“1024.
Duydum ki bir cami yaptırıyormuşsun devlet hazinesinden, inşallah
başaramıyacaksın.
1025.
Alıp dağıttığı narların karşılığını fuhuş ile ödeyen kadına benzetiyorum senin
şu cami yaptırma işini.
1026.
Bunu anlayan insanlar ona dediler ki; bela
üstüne olsun, ne zina işle ne de sadaka dağıt!”
(Hazreti Emir Ali İbn-i Ebu Talib, Çev. VedatAtila, Hazreti Ali Divanı,İstanbul-1990,
s. 125)
Ali'm
bu sözleri kime söyledin
Osman'a
mı yoksa Muaviye’ye
Anlaşılıyor
ki dinletemedin
Aman
camilerin elinden medet
Devlet
kesesinden yapma demiştin
Yani
yönetime katma demiştin
Devleti
dinle bir tutma demiştin
Ali'm
camilerin elinden medet
Emevi
Abbasi Selçuk Osmanlı
Temelleri
Şeriata dayalı
Din-devlet
içiçe camili taçlı
Aman
camilerin elinden medet
Allah
gölgesiydi padişah sultan
Yaptığı
camiyle yazardı destan
Camilerle
doldu kaldı asitan
Ali’m
camilerin elinden medet
Senin
dileğinin tersi yapıldı
Fahişe
demene kims' aldırmadı
Köyler
kentler camilerle donandı
Aman
camilerin elinden medet
Hazineler
camilere harcandı
Girmeyenler
dövüldü kırbaçlandı
Aleviler
hakarete uğradı
Ali’m
camilerin elinden medet
Ya
Cumhuriyet’te değişen nedir
Sağ’ın
siyaseti: Camiler kondur
Kafadan
hesapla yüzelli bindir
Aman
camilerin elinden medet
Camiler
siyaset alanı oldu
Laiklik
ilkesi havada kaldı
İçlerinde
kırımlar hazırlandı
Ali'm
camilerin elinden medet
Koca
bir parti camiden çıktı
Camiyi
arka bahçesi yaptı
Artık
adı İmam Hatip’e çıktı
Aman
camilerin elinden medet
Camiden
yetişti vali kaymakam
Koca
İstanbul'a verdi bir başkan
Arkasından
da oldu başbakan
Ali’m
camilerin elinden medet
Sen
bu tehlikeyi gördün başından
Din
ayrılmalıdır devlet işinden
Tapınaklar
inananın aşından
Aman
camilerin elinden medet
Yüz
binlerce cami ve din adamı
Soyuyor
devleti bu bir talan mı
Derviş
Baba soruyor hep yalan mı
Ali'm
camilerin elinden medet
- Makaleler -
|