Âşık Remzâni

 

 

 

 

Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Hürrem Ulusoy’un 26 Mayis, Perşembe Günü Kısas’ta Yaptığı Konuşmadan Bir Bölüm

 

Sorunlarımızın Çözümü

 

Toplumlar zamana ayak uyduramazlarsa yok olurlar. Hz. Ali’nin “Çocuklarınızı zamana göre yetiştirin” demesinin nedeni de budur.

 

Size bir örnek vereyim: Musahiplik. Musahiplik; yol kardeşliği, toplumumuzu bugüne getiren müessesedir. Bugün Alevilik yaşıyorsa bunda musahipliğin payı çok fazladır. Ama bugün artık yürümüyor, musahipliğin adı var, kendi yok.

 

Buralarda fazla uygulanmıyor, pek çok yerde “Musahipsiz yola gidilmez” derler, ama musahip olduktan sonra da gerçek yola gidiyorlar mı? Yoksa gidiyor gibi mi görünüyorlar? Bu sorunun cevabı, ne yazık ki, çok zaman ikincisi gibi görünüyor.

 

Musahiplik kavlini yerine getirmek her kişinin harcı değildir. “Yârin yanağından gayrısının ortak olduğu” bir anlayışı bugünün ekonomik koşullarında yerine getirmek için Dördüncü Kapıya ulaşmamız gerekir. Örneğin, İmam Cafer Buyruk’unda, “Musahiplerin aynı şehirde oturması erkândır” der. Yani aynı şehirde oturmuyorsanız musahipliğiniz de havada kalır. Kaç musahip aynı şehirde oturuyor acaba?

 

Bundan elli, altmış, yüz sene evvel köylerimizde oturan musahipler her yönden eşittiler. Ekonomik ya da sosyal yönden aralarında bugünkü gibi çok fark yoktu. Bir kısmımız zengin, bir kısmımız fakir değildik, hepimiz aşağı yukarı aynı seviyedeydik. Musahipler de yirmi dört saat beraberlerdi ve birbirlerine sahip çıkıyorlar, birinin suç işlemesine diğeri mani olabiliyordu, birbirlerinin nöbetçileriydiler.

 

Bu nedenle musahip kardeşlerden birisi suç işleyip cezalanırsa diğeri de aynı cezaya mahkûm oluyordu.

 

Bugün Londra’da çalışan bir musahip kardeşe, Kısas’takinin sahip çıkması ve onun suç işlemesine mani olması mümkün değildir. Ama biz hala ısrarla musahiplik yürüsün diyorsak, yürüyemeyen, baştan topal bir müesseseye, eyvallah dememiz gerekiyor.

 

Bütün bunlara rağmen dört canımız bu erkânı yürütmek isterlerse ve yürütebilirlerse onlara hayranlık duymamak mümkün değildir. Vakfımızı kurduktan sonra biz, üç yıldan fazla çalıştık erkânlar üzerinde. Dedeleri, Avrupa’daki örgütlerimizin din temsilcilerini, üniversiteden hocaları, araştırmacıları, yazarları davet ettik, her sözcüğün üzerinde durduk.

 

Biraz önce Ahmet Babanın dediği gibi Allah’ı kimse inkâr edemez; adına Hak dersiniz, Rab dersiniz, Tanrı dersiniz, Allah dersiniz içinizden ne geliyorsa birini söylersiniz, söylediğinizde de yaratanının diğer adlarını inkâr ediyorsunuz manasına gelmez. Daha önceden nasıldı? Görgüde Yedullah Ayeti okunurdu. Yedullah Ayetinin manasını bilen var mı? Allah’ın Eli, elini Peygambere uzatanın elinin üzerindedir der:

 

“O seninle el tutuşup sözleşenler var ya, onlar gerçekte Allah ile bi’atleşiyorlar. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir.”1

 

Peygambere biat etmek! Bu esnadaki söylenen, hani Rıdvan Ağacının altında oturmuş, biat edenin elini eline alarak…

 

Biz ne diyoruz ona:

 

Secde haktır âdeme

Seyrangâhız âleme

El ele, el Hakk’a dedik

Geldik bu deme.

 

El ele el Hakk’a; siz elinizi peygambere veriyorsunuz, onun eli de Hak’ta; Yedullah Ayeti bu.

 

Gidin Tokat tarafına, dedenin her gülbanginden sonra salâvat getirilir, “Allahümme salli ala seyyidina Muhammed ve âli Muhammed.” Bunun yerine şunu desek ne olur: “Muhammed’in gül cemaline, Hasan’la Hüseyin’in kemaline, Aliyel Murteza’nın yoluna, Allah, eyvallah, Hü! Ne fark var aralarında? Hiç değilse bu kendi dilimizden, anlıyoruz.

 

Böyle bir sadeleştirmeye gittik. Bazılarınızın gönlü evet demeyebilir, yani bu bir inanç meselesi, Yaradan’la aranıza girmek hakkımız değildir. Ama biraz önce zâkirlerimiz söyledi, âşıkların, yedi uluların, kâmil insanların o güzel deyişlerinde ders alınacak çok şey var. Bunlar yolumuzu tayin eden Kuran’dan ayetlerdir ders alabiliyorsak.

 

Düşünün, okumuş yazmışlığı olmayan bir topluma siz yol kurallarını nasıl yazarak öğretirsiniz? Okumuşlukları yok, ama deyişlerle, duvazlarla, nefeslerle devriyelerle yolumuz en güzel şekilde anlatılmış.

 

Velâyetname’deki olaylar halkın bağrından çıkmış yolumuzun kurallarını en güzel şekilde anlatır, masal gibi çekicidir defalarca dinler ve zevk alırız. Sonunda söylemek istenilen ne ise söylenir ve bundan ders alınır. Hepiniz bilirsiniz ama bununla ilgili Velâyetname’de geçen bir olayı hatırlatmak isterim:

 

“Pir’in zamanında çok meşhur bir Kara Kadı varmış, Pir’e gönlünü bağlamış kadılığı bırakıp hizmet için dergâha gitmeye karar vermiş. Yolda sulak bir araziden geçerken, yine Dergâha giden bir gurupla karşılaşmış aynı anda bir domuz sürüsü de oradan geçmekteymiş. Onlardan birisi bir domuz yavrusu yakalayıp kuyruğuna bir çıngırak bağlamış, Kara Kadı mani olmak istediyse de sözü dinlenmemiş. Çıngırak çaldıkça domuz sürüsü kaçmış, kaçtıkça çıngırak çalmış. Ve nihayet hep birlikte Dergâha gelmişler ve Pir’in huzuruna çıkmışlar. Pir, Kara Kadı’ya ‘Senden dervişlik kokusu gelir, yaratılana eziyet etmeye mani olmaya çalıştın’ der.

 

Çıngırağı bağlayana da koynundan çıngırağı çıkartıp kendisine verir ve ‘Şimdiye kadar hiç böyle terlememiştim. Yaratılana eziyet etmeye hakkın yok, onun da senin kadar bu havadan bu sudan yararlanma hakkı var’ der.”

 

İslam dinine göre haram sayılan domuzun bile yaşam hakkının olduğunu onun da doğanın bir parçası olduğunu doğayı korumanın gerekliliğini burada anlatıyor.

 

Bugün doğa diyoruz, doğayı koruma diyoruz. Doğada her şeyin, her hayvanın, mikroorganizmalardan en gelişmişine kadar her organizmanın, bir görevi var. Ta o zamandan bunun farkında Pir’imiz. İslam’ın haram kıldığı hayvanın bile bu havadan, bu sudan yararlanma hakkı olduğunu söylüyor.

 

Dünyaya, doğanın bir parçası gibi bakabilirsek o zaman hiç kimseye bir zararımız olmuyor, ama doğaya hâkim olmak, doğayı değiştirmek istersek doğanın intikamı da çok ağır olur.

 

Avrupalılar Amerika’ya gitmeden önce orada hepimizin bildiği gibi Kızılderililer yaşıyordu, ama onlar doğanın bir parçasıydı. “Medeni” dediğimiz Avrupalılar oraya gittiklerinde doğanın bir parçası olamadılar ve Kızılderilileri doğadan kopardılar. Yerlileri yok ettiler ve doğayı da mahvettiler. Bugün bakın, ırmakları kirli, toprakları kirli, doğası kirli.

 

Avustralya, yine aynı durumda. Oradaki yerli insanlar 800’ün üstünde dil konuşuyordu, ama bu dillerin hiç birinde “savaş kelimesi yoktu. Avrupalıların gitmesiyle bugün o insanlar esrarkeş, alkolik, böyle perişan bir insan topluluğu haline geldiler.

 

Dostlar bakın, biz Aleviler de çok acılar çektik, çok kurbanlar verdik. Benim ailem Osmanlının kuruluşunda da vardı, Cumhuriyetin kuruluşunda da vardı. Kalender Çelebi’nin kafası kesilip İstanbul’a gönderildi. Hamdullah Çelebi sürgüne gönderildi. İspat edilmiş değildir, ama doğru yanlış büyük Feyzullah dedemin zehirlendiği söylenir. Yusuf Çelebi’nin de aynı şekilde öldürüldüğü söylenir.

 

Bazen hükümetle, devletle iyi geçinmişler bazen takiyye yapmışlar, ama sonuçta toplumumuzu, insanlarımızı bugüne getirmişler o postta oturanlar. Gerçekten bugün onu görebiliyoruz, hizmetlerini çok mükemmel bir şekilde yapmışlardır.

 

Serçeşme’nin Notu:

 

1. Yedullah Ayeti, Fetih Suresinin onuncu ayetidir: “İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh, yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecran azîmâ.

 

Yaşar Nuri Öztürk’e göre meali şöyledir:

 

“O seninle [Peygamberle] el tutuşup sözleşenler var ya, onlar gerçekte Allah ile bey’atleşiyorlar. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir. Kim ahdi bozar, döneklik ederse kendi aleyhine döneklik etmiş olur. Ve kim Allah’a verdiği sözde vefalı davranırsa, Allah ona büyük bir ödül verecektir.”

 

Hicri 6 (628 M) yılında Medine’den Mekke’ye Hacca gitmek isteyen Muhammed ve silahsız sahabelerini Mekke’ye sokmak istemeyen Kureyşliler, onların üzerlerine askerle yürürler. Muhammed’in iyi niyet elçisi olarak gönderdiği Osman’ı tutulup, bırakmazlar.

 

Bunun üzerine Muhammed, Hudeybiye yakınlarında, Rıdvan ağacının altında, tüm sahabelerine tek tek elini uzatarak, sonunda ölüm bile olsa geri dönmeyeceklerine dair biat alır. Bunu öğrenen Kureyşliler tüm kabilelerin kendilerini haksız görecekleri ve bir katliamla biteceği belli olan savaştan kaçınmak için Osman’ı bırakırlar ve kendileri de Muhammet’e bir elçi yollarlar. Yapılan görüşmelerle taraflar arasında Ali’nin hazırladığı Hudeybiye Anlaşması imzalanır. Artık Mekkelilerin gözünde Müslümanlık meşrulaşmıştır, Mekke’nin fethinin yolu açılmıştır.

 

Bu olaylar Kuran’ın Fetih Suresinde kutsallaştırılır. Onuncu ayet, yani Yedullah Ayeti, Allah’ın elinin, ölümü göze alıp biat edenin, elini Peygamber’in eline uzatanın üzerinde olacağını ve sözünden dönmeyeni Allah’ın ödüllendireceğini anlatır.

 

                                                          -  Makaleler  -