Âşık Remzâni |
Postnişin Veliyettin Hürrem
Ulusoy’un Değerli Çabaları…
ABF
tarafından yazıldı. Kurumlarımız
geçmişin olumlu-olumsuz deneyimlerinin ışığında kendilerini gözden geçirmeli;
öğretiye, erkâna ve Dergâha daha yakın durmalıdır. Tüm kurumlarımız, öğretimizi
ilgilendiren temel konularda Serçeşmenin tespit ve tavsiyelerini almalı,
buranın nefesine dikkat kesilmelidir. Manevi
mirasımızı, bu kapsamdaki “birliğimizi, iriliğimizi, dirliğimizi,” yeniden ihya
edecek, bizi koruyup-esirgeyecek, ecdat mirası yolumuzun devamını sağlayacak ve
sorunlarımıza çare üretecek en yetkili makam, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin
makamı olan Serçeşmedir. Serçeşmemizi, Postnişin makamı temsil etmektedir.
Bugün itibariyle bu Makamında Sn. Veliyettin Hürrem Ulusoy oturmaktadır. Makam,
Dünyanın beş kıtasında yaşayan Alevi-Bektaşiler arasında tartışmasız KUTUP
kabul edilmiş, YOL böyle sürülmüş, periyodik, kırımlar ve kırılmalarla birlikte
günümüze böyle intikal etmiştir. Tarihi, teolojik ve sözel geleneğimiz;
erenler, evliyalar, Horasan, Rum ve Balkan Erenleri öteden beri bu gerçeğe
ikrar ve eyvallah etmektedirler. Gerçeğin
demine erenler: bizler, Pir Sultan Abdal süreğinin muhipleri, talipleri,
hizmetkârları olarak yolu böyle devraldık; böyle sürdük ve bugüne geldik. İman
ettik ki, “yol bir, sürek binbirdir.” Sürek binbirdir; tüm erenlerin,
evliyaların keşfi-kerametine, varlığına, hizmetine, demine-devranına
niyazlarımız olsun. Eyvallah: eri erden ayırmayız ve üstün tutmayız; haddimize
değildir, ama yol birdir ve YOL, cümleden uludur…
Özümüzü dara çekip sorguladığımızda görürüz ki, Hünkâr makamı, ulu makamdır. Hiyerarşi
böyle kurulmuş birlik ancak böyle sağlana gelmiştir. Bu gerçeklikten şek-şüphe
edemeyiz; hâşâ, Hünkâr odaklı bir tartışmayı canımızdan dahi sakınırız. Böyle
bir tartışma özümüzü ikilemek, itikadımızı bozmak-geçmişimizi tartıştırmak
olur. Özümüzü ikiler, şüpheye düşer, makamın-yolun birliğini sorgulamaya
kalkarsak, bundan tek anlam çıkar; inkâr! Yolumuz,
tartışmayı değil, cemal cemale muhabbeti, gönül birliğini, hemhal olmayı ve
teslimi gerektirir. Geleneğe göre her olguyu-şüpheyi, şüpheyi, sorguladığımız,
sorguya-görgüye açık olduğumuz doğrudur. Tabumuz, dokunulmazlarımız yoktur. Ama
edeb, adab, sevgi, saygı ve yola aşk ile bağlılık, olmazsa olmazımızdır. Ve bu
düstur, yolu adabıyla sürmenin en temel unsurunu teşkil eder. Üst perdeden
konuşmak, söz kesmek, destursuz söz almak, ruhsatsız dost bağına girmek,
incitmek, kov-kıybet etmek, şiddete bulaşmak yoktur. Şeriat ve tarikat kapısını
geçmek, hakikat kapısını aralamaya gayret etmek, gönüllerdeki ikiliği
kaldırmak, güman etmekten sakınmak, hamı has etmek yolumuzu YOL eyleyen
ritüellerdir.
Eyvallah…Ama neden bunca güç durumdayız ? Öğretimizin
taşıyıcısı ve tartışmasız en temel emektarları olan dedelerimize elli yıldan
bu yana reva gördüğümüz tutumumuzu anımsayalım: 50-60 yıllık başıbozukluğun,
gönül parçalanmışlığının, sonuçsuzluğun, otoritesizliğin, itilip-yok
sayılmışlığın çok acı örneklerini yaşadık. Neden bu hale geldiğimizi aklıselim
ile sorgulamadık: ayaklar baş, başlar ayak oldu. Gelenek, dede, yol, düstur,
ortak akıl ve birlik olgularını küçümsedik; dışladık. Yâd ellere uyup yolumuzu,
edebimizi, adabımızı, büyüğümüzü, küçüğümüzü, sevgiyi, saygıyı kaybettik ve bu
yüzden de kurda-kuşa yem olduk. Bütün bunlar, yoldan uzaklaşmanın, geleneğe
mesafe koymanın, hatta özü kaybetmenin bir sonucu değil midir? YOL’u
sürmekteki zorluklarımızın kimi nedenleri a)
devlete dair Çok
geriye gitmeden, yüz yıllık sürece baktığımızda, 1826 yılında Osmanlı
Yönetimince Dergâha el konulduğunu, maddi varlığının ve yolun temel
kaynaklarının yağmalandığını, Hamdullah Çelebi Efendimizin yargılanarak
Amasya’ya sürgün edildiğini, Dergâh avlusuna cami yapıldığını ve inançsal
bağımızın ciddi olarak sarsıldığını, hiyerarşinin koptuğunu görmekteyiz.
Alevi-Bektaşiler, Postnişin Cemalettin Efendimizin doğru öngörüsüyle Atatürk’ün Cumhuriyet
tasarımına kitlesel destek verdiler. Buna karşın Cumhuriyeti tasarlayanlar,
tıpkı Osmanlının devamıymışçasına Şeyhülislam kurumunu kaldırıp yerine Sünni
Diyanet kurumunu ikame ettiler. Atatürk’ün mirasına oturup, ilkelerini
reddedenler, bu coğrafyanın kadim inanç yolu olan Alevi-Bektaşiliği yok
sayarak, bizi hayal kırıklığına uğrattılar. Cumhuriyet
kadrolarının devleti, daha baştan mezhebi aidiyet esasına göre kurgulamaları,
çağdaş devlet iddialarını esastan sakatlayan, talihsiz ve bugün yaşanan
sorunlara esas teşkil eden bir öngörüsüzlüktür. Nitekim bu öngörüsüz tercihin
sonucu olarak kurumlaşan Sünni Diyanet, cumhuriyet değerlerine ayak bağı
olmakla kalmamış, Alevi-Bektaşi değerleriyle birlikte çağdaş değerlere
saldıranların güç aldıkları bir sığınak haline gelmiş, Cemalettin Kaplan,
Fetullah Gülen vb. gibi şeriat özlemcilerinin yetiştiği sera görevini
üstlenmiştir. Atatürk
dönemi sonrasında, devlet yönetimini gasp edenlerin, kentte tutunmak isteyen
Alevi-Bektaşilere; “işin-ekmeğin karşılığında Sünni yolunu dayatmaları,” kent
ve iş yaşamının diğer benzer koşulları; talip, dede, rehber, Dergâh-Postnişin
zincirini zayıflatan diğer bir önemli unsur olmuştur. Alevi-Bektaşiler
açısından inanç ve ibadetini saklamadan yaşamak, namaz kılmamak, Ramazanda sahura
kalkmamak, Zorunlu Sünni dersine girmemek, velhasıl “oldukları gibi görünmek”
neredeyse olanaksız hale getirilmiştir. Cumhuriyet
dönemi hükümetleri, Osmanlı yönetimlerinden farksız biçimde, hatta bugün AKP
örneğinde olduğu gibi kimi zaman daha da kapsamlı ve acımasız biçimde üstümüze
gelmiş, yakıp-yıkmış, Dersim, Maraş, Çorum, Sivas, Gazi-Ümraniye gibi periyodik
katliamlara başvurmuştur. Saldırı, katliam, ötekileştirme ve yıldırma
politikaları, coğrafyamızın en organize, laik, demokrat ve hoşgörülü toplumu
olan Alevi-Bektaşileri darmadağın etmiş, deyim yerindeyse “muasır medeniyet”
hedefinin en köklü dayanağını berhava etmiştir. b)
özümüze dair Aynayı
kendimize tuttuğumuzda Dergâhın ve YOL erenlerinin, yol ehlini, uzun bir süre,
sadece hakkullah toplanacak tebaa olarak görmeleri, hoşnutsuzlukla sonlanan
Birlik Partisi deneyimleri, yol ehlinin hayal kırıklıkları ve kentte yaşam
koşulları YOL’a bağlılığı zayıflatmış, dejenerasyonun yolunu açmış, zaman
içinde erenlerin yolundan, ibadetten ve özünden sapmış-saptırılmış,
şekli-zahiri ibadetle kendini avutan kitlesel bir topluluk haline gelmiştir.
Köyden kente göç olgusu ve yukarda söylenen diğer faktörler sonucu inançsal
hiyerarşi kaybolmuş, Dergâh- Ocak bağlılığı soğumuş, dede ocaktan, talip
dededen, dede talipten kopmuş, YOL kendi kaderine terk edilmiştir. Son
yıllarda yaşadığımız siyaset denemeleri, başlı başına bir siyasi ve sosyolojik
inceleme konusudur. Kent yaşamı farklıdır; hele de Alevi-Bektaşi topluğu gibi
kent yaşamı deneyimi ve organizasyonu olmayan, hatta köklerinden kopmuş,
inancından savrulmuş, kendi haline terk edilen bir topluluk iseniz, bırakın
kırsaldaki ibadet ve itikadınızı aynı özgünlükte sürdürmeyi, ayakta kalmanız
dahi zordur. 1950-60’lı yıllardan itibaren kırsaldaki yaşam koşullarının
zorluğu ve zorunluluğu nedeniyle kente gelen ve varoşlarda tutunmaya çalışan
Aleviler, özellikle çocuklarımız uç siyasetlerin insan malzemesi olurken, orta
kuşak insanlarımız sosyal demokrat partilerin kitlesel ve kolay ikna edilen
insan malzemesi haline geldi. Çağdaş
anlamda demokratik, eşitlikçi, insan haklarına dayalı bir siyasi partimiz ve
devlet yönetimimiz hiç olmadı. Siyaset ise tam bir kurtlar sofrasıydı ve kolay
zanaat değildi. Bizi ikaz edecek, yön verecek manevi merkezden de yoksunduk. Bu
yüzden “kente entegre olalım” derken, küresel emperyalizmin kuklası olan
sistemin tuzağına düştük. Ağır bedeller ödedik. Muaviye’ye özenen yöneticilerimiz,
Hz. Ali-Muaviye çelişkisinin hesabını bizden soruyorlardı. Özellikle de
üniversiteliler olmak üzere, bütün çocuklarımız sistematik işkenceden
geçirildi, ocaklar acıyla kavruldu, birçok evladımız işkenceyle öldürüldü,
sakat bırakıldı ve yaşamdan koparıldı.
c)
dernek, vakıf örgütlenmemize ve yöneticilerimizin tutumuna dair
Bütün bu acı tecrübeler, bizi, çağdaş sivil demokratik usuller ışığında yasal
örgütlenmelere sevk etti. Dergâhı, dedeyi, rehberi, ocağı, bucağı bir yana
bırakıp, demokrasi mücadelesi verecek ve haklarımız almak için mücadele
edecektik. Batılı halklar bu yöntemlerle mücadele vermiş, haklarını böyle elde
etmişlerdi. Biz de yapabilirdik. Olmadı: yapamadık yine izin vermediler; yine
acılarla karşılaştık: bir yandan sistem yanlışlarımızdan istifade ediyor,
içimizden insan devşiriyor, ajan-provokatör yerleştiriyor, canımıza kast
ediyor, etkinliklerimizi kana buluyordu. Rahat, özgün, Alevi
insicamını-fotoğrafını gösteren bir etkinlik, eylem, anma yapamıyorduk.
Yapamıyorduk çünkü yolun, birikimin manevi gücünden, duasından, ikliminden
yoksun kalmıştık. Ne
zaman bir kitlesel eylem düzenlesek, ya sistem provoke ediyor, ya “solcular”
resmi bozuyor, ya da eylemi, arkadaşlarımızın siyaset merakına- hedefine kurban
veriyorduk. Etkinlik ve kitlesel anmalarda kontrolü hiçbir zaman elimizde
tutamıyorduk. Bir Alevi eyleminde, dört kişi de olsa pankartı en büyük olan
herhangi bir grup (!) inisiyatif sahibi oluyor, ya da sormaya dahi tenezzül
etmeden inisiyatif kullanıyordu. Solculuğumuza
helal gelmesinden çekiniyor; bu arkadaşların Alevi eylemliliğinde neden bu
kadar ileri gittikleri, hatta kim oldukları, neden katıldıkları, disipline,
tespit edilen sloganlara; flama, pankart getirmeme kararına neden uymadıkları
sorgulanamıyor, sorgulamaya “cüret” edenler “sistem yandaşlığıyla” suçlanıyor,
tehdit ediliyor, genel kurullarda “hesap” soruluyordu. Hak ve eşitlik
taleplerimizin öne çıkması gereken legal eylemlerimize, yüzü gözü kapalı,
askeri disiplin içinde yürüyen, kimliği belirsiz gruplar katılıyor, eylemi sakatlıyor,
provoke ediyor, kamuoyuna, Alevilere, demokratlara mahcup oluyorduk. Bu
gruplardan arınıp, talebimizi öne çıkarmayı, anlatmayı, ikna etmeyi
başaramıyorduk. Anlamak
mümkün değildi ama genel kurullarımızda bölüm bölüm bölünüyor, hiçbir ölçü tanımadan
eleştiriyor, belden aşağıya vuruyor, kavga çıkarıyorduk. Hizmet verecek canları
değil, iyi ajite edenleri, “devlet karşıtı” olanları, çok bağıranları,
herkesten çok “solcu” olduğunu söyleyenleri ve grupçukların temsilcilerini
seçiyorduk: onlar kazanıyorlardı. Kazanıyor fakat görev yapmıyorlardı. Kurullar
çalışmıyor, sadece eylemlerde ortaya çıkıp mikrofon kapıyor, anons aracının
üstünde kavga ediyor, gerekli zamanı ve emeği vermiyor; hiç kimseye “kurula
seçildiği halde neden hizmet vermediği” sorulmuyordu. “Nasıl olursa olsun”
kazanma hırsı-ilkesizliği, arkadaşlarımızın, dün “ihanet, işbirlikçilik ve
sistemin ajanı” diyerek suçladığı kişilerle ittifak ederek bile olsa “ille de
kazanmak” noktasına savrulmalarına neden oluyordu.
d)
kurumsal-toplumsal kazanımımız var mı? Özetle,
diğerlerinde olduğu gibi bu sürecin de Sivas, Gazi-Ümraniye ve faili
“meçhuller” gibi bedelleri oldu… Fatura yine ağırdı. Ağır bedeline karşın,
kazanım yeterli midir; bunun takdirini daha objektif gözlemlere bırakarak, en
azından şu sonucu çıkarabiliriz: her şeyden öte Alevi-Bektaşilere; kendilerine
özgü bir YOL’a, mirasa sahip oldukları anımsatıldı. Yol’a, ocaklarımıza, Hacı
Bektaş Veli, Dede Garkın, Ağuçen, Hubyar, Şah İbrahim, Şah Kulu, Gözcü
Karacaahmet, Sücaatin Veli, Yunus, Tapduk, Hatayi, Abdal Musa, Pir Sultan
Abdal, Kul Himmet gibi ulularımıza ve ocaklarımıza sahip çıkmaları ve
asimilasyon tehdidine karşı sağlam durmaları-dikkatli olmalarının tekrar tekrar
altı çizildi. Sonuç
itibariyle asimilasyon virüsünün bünyemizdeki ilerlemesi önemli ölçüde bertaraf
edildi ve topluluğumuz, gericilik belasına karşı daha bir bilinç kazandı. Ancak
demokratik ve evrensel insan hakları bağlamındaki taleplerimize ilişkin tek bir
sonuç dahi alınamadı. Hatta sonuç almak bir yana ilerleme dahi kaydedilemedi.
En sade, en insani, en sıradan taleplerimize karşı dahi, devlet, olumsuz
refleks gösterdi, bütün kurumlarıyla organize oldu ve üstümüze geldi. Son
olarak da Madımak Otelinde canlı canlı insan yakan bir katili, “mağdur”
gösterecek kadar zalimleşti ve yakılan kardeşlerimizin listesinin en başına o
katilin ismini yazdı. Diyanet
bütçesi, gericiliğin boyutlanarak devlete hâkim olması, devlet bürokrasisindeki
ayrımcılık ve yargının siyasallaşması gibi gelişmelere bakıldığında, devletin
demokratik ve laik doğrultusundan, “Sünni İslam Devleti tasarımı”, BOP,
Eşbaşkanlık gibi İslami Devlet lehine ne denli tavizkar davrandığı görülecek ve
devleti yöneten kadroların nasıl bir yönetim şekline yöneldikleri
anlaşılacaktır. Bunca
zaman, bedel ve emeğe karşın daha tatmin edici sonuç almak elbette mümkündü.
Ama yukarda söylendiği gibi bir yandan devletin Alevi-Bektaşiliğe karşı hasmane
tutumu, ajan-provokatörlerle üzerimize üzerimize gelmesi, çoğu zaman ne olduğu
belli olmayan küçük “siyasi” grupların örgütlenmemize bir hastalık gibi
musallat olmaları, kamu nezdindeki görüntümüzü çirkinleştirmesi ve hele de
kariyer hastalığımız, daha fazlasını başarmamıza engel oldu. Yeterince
başarılı olmamamızın temel nedenlerinden biri de, kurumlarımızı, YOL’a hizmet
değil, kariyer hırsımızı ve siyaset tutkumuzu tatmin etmenin bir aracı olarak
görmemiz oldu. Kimi önderlerimiz satın alındı, kimileri “ikna” edildi, kimileri
de makam mevki uğruna bu ULU YOL’a kıymaktan geri durmadı. Anladık, dinledik,
düşündük ve kanaat getirdik ki, gönüllerimizdeki bağlar çözülmüş, birçok
faktörün bir araya gelmesiyle YOL kendi haline, hatta bir bakıma başsız
bırakılmıştır. Şimdi
yeniden derlenmek ve yola revan olmak için son şansımız
Serçeşme’siz menzile varılamayacağını, inançsal temsil makamının manevi desteği olmaksızın
BİR olamayacağımızı, “varlık, birlik, hiçlik deryasında” sosyal, siyasal ve
manevi dünyamızın sorunlarına çare üretemeyeceğimizi kafamızı taşlara vurarak,
yaşadık, gördük, anladık ve ikrar ettik. Âcizane şunu önerebiliriz: zaman
kaybetmeyelim; Hünkârın kapısına gidip, el-aman diyelim; el-aman! Bunca
umarsızlık içinde olduğumuz bu süreçte, Veliyettin Efendimizin yollara
düşmesini ve geleneksel misyonuna sahip çıkmasını büyük bir umut ışığı olarak
görüyor, önemsiyor, niyaz oluyor, demine-devranına eyvallah diyoruz. Dergâhın,
Makamın sahipsiz-umarsız kalmayacağına, çerağın bir gün mutlaka
uyandırılacağına inanıyor ve özlemle bekliyorduk. Alevi-Bektaşi yolunun, bu
büyük inançsal evrensel kültür mirasının ve zamanın bir sahibinin
olduğunu, çağırdığımızda, çağırmasını
bildiğimizde carımıza yetişeceğini biliyor, bütün benliğimizle iman ediyorduk.
Ve şimdi diyoruz ki, bu günler, işte o günlerdir. Büyük ozan Pir Sultan Abdal
ve zalim Osmanlı yönetiminde inim inim inleyen Anadolu’nun bahtsız insanı, Şah
Kalender’e çağırdığında, Kalender yetişip, Rum Erenlerinin yanında, Osmanlıya
karşı kıyama durmamış mıydı? Şimdi
ulu iradeyi temsil eden gül yüzlü, gevher yüklü dost kervanının yola çıktığını,
Türkiye'nin dört bir yanında bulunan çerağları, ocakları, bucakları tek tek
uyarmaya başladığını görüyoruz. Kurumsal ve kişisel olarak, maddi-manevi bütün
varlığımızla bu iradenin talibi, yolcusu, hizmetçisiyiz. Ruhsat gelirse
elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince hizmet etmeyi dileriz.
Öğretimizin ihyası ve hiyerarşik yapılanması, Serçeşme’nin sorumluluğundadır. Hiyerarşi
yeniden tesis edilmelidir. Tarihi
gerçeğimize başvurduğumuzda, önderliğin, toplumsal çağrıya hiçbir zaman bigâne
kalmadığının; Baba İlyas, Şah Kulu, Şah Kalender (Çelebi) gibi unutulmaması
gereken örnekleri vardır. Anadolu uluları, yol erenleri akın akın Serçeşme’ye
gitmiş, yüz sürmüş, Osmanlı zaliminden şikâyetlerini oraya anlatmış, çözümü
oradan beklemişlerdi. Evet,
zalim Osmanlı, halkına sırtını dönmüş; halkın yoksulluğuna bigâne kalmış,
hakkını-hukukunu ayaklar altına almış, inancına-kültürüne, diline saygısızca
saldırmış, hatta Alevi-Bektaşi kıyımı için çok sayıda fetva vermiştir. Aşağılık
fetvalarıyla “şöhret” kazanan ve bu yüzden Başbakan Erdoğan’ın yüksek
“övgülerine” mazhar olan Şeyhülislam Ebusuud’un fetvaları, zalim Osmanlının
yaşamasına yeterli olmamış, Anadolu halkının canını dişine takarak verdiği
mücadele sonunda yok olmuştur. Dün Osmanlı, bugün AKP Dün,
demokratik hak taleplerimizin karşısına devşirme ve köksüz Osmanlı dikilirken,
bugün, onların yerinde, onlara özenen AKP zihniyetini görüyoruz! Bu iktidar,
bir yandan; “referansımız İslam’dır. Tek hedefimizi İslam devletidir.,”
diyerek, Alevilerin omuz verdiği laik-demokratik rejiminden öç almaya; diğer
yandan da kendilerini mahkûm eden yargıya; “bana Alevi yargıçlar ceza verdi”
gerekçesiyle, Alevileri, Sünni kamuoyuna karşı aleni olarak hedef göstermeye,
dışlamaya, “soyumuzu-boyumuzu” sorgulamaya, zulmetmeye ve köleleştirmeye
çalışmaktadır. İktidar;
Selçuklunun, Osmanlının ve Türkiye Cumhuriyetinin bir numaralı kurucu unsuru olan
Türkmen’in inancına, kültürüne ve yaşam biçimine, Osmanlıdan daha da fena
musallat olmuş, sorunlarını çözmeme konusunda sözbirliği etmiştir. Başbakan’ın
tarih bilgisi ve vicdanı olmadığından, bir gerçeği sürekli olarak göz ardı
etmektedir. O gerçek şudur: bizler kişilik ve yapı olarak ne Amerikan Zencisi,
ne de Emevi kölesi değiliz; asla olmayacağız!
Pir Sultan Abdal'ım bu sözüm haktır Vallahi sözümün hatası yoktur Şimdiki sofunun Yezid'i çoktur Şah'ım ne yatarsın günlerin geldi Serçeşmeye
yüz sürüp, Hakka teslim olalım
Kurumlarımız geçmişin olumlu-olumsuz deneyimlerinin ışığında kendilerini gözden geçirmeli;
öğretiye, erkâna ve Dergâha daha yakın durmalıdır. Tüm kurumlarımız, öğretimizi
ilgilendiren temel konularda Serçeşmenin tespit ve tavsiyelerini almalı,
buranın nefesine dikkat kesilmelidir. Postnişinimizin gözetimi ve denetiminde
YOL, OCAK, ERKAN, TARİH, TEOLOJİ konularında ayrı kurullar oluşturulmalı,
camianın geleceğine dair son karar, Postnişin makamına-kuruluna bırakılmalıdır.
Gönülleri
birlersek bir anlam ifade ederiz: saygı görür, sorunlarımızı çözmek üzere kapı
aralar, ecdat yadigârı olan yolumuzu sürebilme imkânına kavuşuruz. Aksi halde
şu siyasi partiye, şu marjinalliğe, şu kötü niyete, kurda kuşa yem oluruz.
Yolumuzu, öğretimizi kaybeder, girdaba karışır, Pir Sultan Abdal’ın nefesinde
ifade edildiği üzere “sürüye sayılırız”: yazık ederiz. Aşk
ve muhabbetle, 18.07.2011
Murtaza DEMİR
|