Hünkâr Haci Bektaş Veli Vakfı'nın 30 Kasım, Pazar günü Türkan Saylan Kültür
Merkezinde Güvenç Abdal Araştırma Eğitim ve Tanıtma Derneği İle Birlikte
Düzenlediği Dedeler Toplantısının Açış Konuşması İçin Vakıf Başkanı Postnişin Veliyettin
Hürrem Ulusoy’un Hazırladığı Metin
Mevcut Durumda Sorunumuz, Kültürel ve Bireysel
Düzeyde Eşitlik ve Özgürlüktür
Sevgili Dostlar, hoş geldiniz. Bugün tarihteki
bir buluşmayı tekrar etmenin mutluluğu içerisindeyim.
Güvenç Abdal Araştırma Eğitim ve Tanıtma
Derneği ile Hünkâr Hacı Bektaş Veli Vakfı’nın birlikte yaptıkları bu etkinlik,
bana Hacı Bektaş Veli Velayetname’sindeki “Güvenç Abdal Destanı”nı
hatırlatıyor. Emeği geçen ve katkıda bulunan cümle canlara teşekkürlerimi
sunuyorum.
Güvenc
Abdal Menkıbesi
Güvenç Abdal Destanı’nı hepinizin
bildiğine eminim, ancak her anlatmada zevkle dinlediğimizi de biliyorum.
“Hünkâr’ın hizmetinde Güvenç Abdal adlı bir derviş vardı, er
terbiyesi görmüş bir zattı. Bir gün, ‘Erenler şahı’ dedi, ‘Gönlümde
bir sorum var, izin verirseniz söyleyeyim.’ Hünkâr şöyle buyurdu: ‘Güvenç,
acaba’ dedi, ‘Mürşit kimdir? Muhip kimdir? Âşık kim? Bize lütfedip
bildirseniz’. Hünkâr hemen, ‘Güvenç’ dedi, ‘Yerinden kalk, tez
git, bir sarrafta bin altın nezrimiz var, al-gel’ dedi.
Güvenç Abdal, sarraf kimdir, hangi şehirdedir demeden hemen
belini bağladı, Hünkâr’ın elini öptü, yola revan oldu.
Gide-gide vardı, bir
şehre yetişti. Gördü ki pek büyük bir şehir. Kendi kendine, bizim ülkede böyle
büyük bir şehir yoktu, acaba bu şehir, hangi şehir dedi. Etraf çok kalabalıktı.
Gezerken bir adama, ‘Kardeş’ dedi, ‘Bu il hangi il? Bu şehir hangi
şehir?’ O adam dedi ki: ‘Burası Hindistan ülkesi, bu şehre de Delhi
derler.’ Güvenç, bu sözü duyunca şaşırdı, kendi kendine Rum ülkesi nerede,
Hindistan nerede dedi. Şehrin içinde yürümeye başladı. Sokak sokak gezerken
pazara ulaştı, oyana-buyana bakınıp giderken gördü ki, karşıda bir sarraf
oturmakta. Sarraf da bunu görünce hemen kalktı; “Beri
gel derviş” diye elini salladı. Derviş dükkâna girdi, selam verdi. Sarraf,
Güvenç’e, ‘Hangi ildensin?’ dedi. Güvenç, ‘Rum ülkesinden’ dedi.
‘Kimin hizmetindesin’ deyince, Güvenç, ‘Sultan Hacı Bektaş Hünkâr’ın
hizmetindeyim. Bir gün bana, bir sarrafın bize bin altın neziri var, al-gel
buyurdu, üç gün oluyor, bu şehre geldim’ dedi.
Sarraf,
Hünkârın adını duyunca hemen dükkânını kapadı, Güvenç Abdal’ı aldı, evine
götürdü. Ağırladı, izzet ikramda bulundu. Sonra ‘Derviş’ dedi, ‘Neziri
olan sarraf benim. Hindistan denizinde bir vakitler ticarete giderken bir
yavuz muhalif yel çıktı, az kaldı, gemimiz batacaktı. Hemen velayet erenlerini
çağırdım, beni kurtarın, bin altın nezirim olsun dedim. O anda erenler
yetişti, gemiyi mübarek eliyle tuttu, kıyıya çıkardı. Adını sordum. Adım Hünkâr
Hacı Bektaş’tır, Rum ülkesindeyim dedi. Rum ülkesine nezrimizi nasıl
ulaştıracağız, dedim, ben birisini yollarım, buyurdu. Ben, o göndereceğin adam
ne şekilde dedim, senin şeklini tarif etti. İşte seni dükkânda gördüm, elimle
çağırdım, hamdolsun ki, hata etmemişim. Şu bin altını al, erenlere götür. Sonra
bin altın daha saydı, bu da dedi, erenlerin hizmetinde bulunanlara, onlara ver,
yesinler, içsinler. Bin altın daha saydı, yanımızdan boş gitme dedi, bu bin
altını da sen harca.’
Güvenç
Abdal, o üç bin altını bir kese içine koyup koynuna saldı. Sarrafla vedalaşıp
gene yola revan oldu. Şehir içinde giderken bir çardak gördü. Bir de baktı ki
çardağın penceresinde, gün yüzlü bir güzel kız bakmada, kızı görür görmez bin
canla âşık oldu. Sabrı kararı kalmadı, aklı başından gitti. Pencereye gözünü
dikti, tam üç gün, üç gece öylece kaldı.
Kız
dervişin halini görünce şaşırdı, ‘Halk görürse kötüye yorar’ dedi,
hizmetçisini çağırdı, hali anlattı, ‘Git’ dedi, ‘Öğüt ver de çeksin
gitsin buradan.’ Kız bir tacirin kızıydı, babası ticarete gitmişti.
Hizmetçi gidip, ‘Derviş’ dedi, ‘Umduğun eline geçmez senin, vazgeç
bu olmaz sevdadan. Bu kız, ulu bir tacirin kızıdır. Kulları, adamları duyarsa
başına iş açarlar. Öyle bir avı elde etmek isteyen kişinin bol altını olmalı.’
Güvenç Abdal hizmetçinin sözlerini işitince alınma, ‘N’oldu ki?’ dedi,
üç bin altını, kesesiyle koynundan çıkarıp hizmetçiye gösterdi. Hizmetçi bunu
görünce koştu, kıza geldi, ‘Bu derviş’ dedi, ‘Tekin adam değil,
koynundan üç bin altınlık bir kese çıkarıp gösterdi.’ Hâsılı kelam, altına
tamah ettiler, bir yolunu bulup dervişi içeriye aldılar. Güvenç Abdal keseyi
çıkartıp sevgilisinin önüne koydu. Tam şeytan yoluna gideceklerdi ki, Güvenç
sevgilisinin ayakucuna otururken bir de baktılar, duvar yarıldı, bir el çıktı,
Güvenç’i göğsünden bir kaktı, yere yıktı, aklını başından aldı. Kız, bu hali görünce
kalktı, oturdu. Güvenç’in aklı başına gelince, ‘Bu ne hal?’ diye sordu.
Güvenç
Abdal, ‘Pirimiz Hacı Bektaş Hünkâr’ın vilayetinden oldu’ dedi, ‘Böylece
beni bu kötü işten kurtardı.’ Bunun üzerine, Rum ülkesinden nasıl
çıktığını, oraya nasıl geldiğini, hâsılı o ana kadar başından geçenleri bir
bir anlattı.
Kız, bu
kerameti gözüyle görünce erenlere âşık oldu, ziyaretine varmak istedi. Üç bin
altını aldılar, beraberce akşam saatinde yola çıktılar. Gece yarısı yürüdüler,
ıssız bir yerde yattılar. Uyanınca baktılar ki sabah olmuş, ama bulundukları
yer, yattıkları yer değil, kekikli, yavşanlı bir yer. Arafat Dağı’nın (bugünkü
Çilehane tepesi-VU) yanındaki Kızılcaöz’den gelen yolun yanındalar. Kalkıp
yola düştüler, halifeler, karşı çıktılar, görüşüp Hünkâr’a götürdüler. Güvenç
Abdal niyaz edip, peymançeye durdu, başından geçenleri bir bir anlattı.
Hünkâr, ‘Güvenç Abdal’
dedi, ‘Bu işlerdeki hikmeti bildin mi?’ Güvenç, ‘Buyurun erenler şahı’
dedi. Hünkâr, ‘Sen, bizden, mürşit kimdir, mürit kim; muhip kimdir, âşık kim
diye sormuştun, biz de sana cevap verdik. Mürit odur ki, senin yaptığını
yapar. Biz seni hizmete gönderdik, nereye gideceğim, kimi göreceğim demeden
yola düştün. Muhipliği sarraf gösterdi. Bir kerecik denizde helak olayazdı,
erenler diye çağırdı, bin altın nezretti, vardık imdadına yetiştik, gemisini
kurtardık, adımızı, yerimizi sordu, haber verdik seni yolladık, şöyle böyle
demeden nezrimizi sana teslim etti. Mürşitliği biz yaptık; seni kolayca götürüp
getirdik, seni o yüz karasından kurtardık. Âşıklığıysa o kız yaptı, bir vilayet
görmekle âşık oldu bize; buraya gelmedikçe karar etmedi.’ Sonra emretti, o
kızı Güvenç Abdal’a nikâhladılar. Düğün dernek oldu murat alıp murat verdiler.”
Menkıbeler, pozitif
bilim sınırlarını aşan bir görüşü yansıtırlar. Çağımız insanına inandırıcılıktan
ve bilimsellikten uzak bir imaj verirler. Bu sadece dışının ambalajıdır. Bu
ambalajlar yüzyıllara meydan okumuştur. Ambalajı açtığınızda söylemek isteneni
karşınızda bulursunuz.
Günümüze Dönersek
Günümüze dönersek, kocaman bir asimilasyon
çarkının içerisindeyiz, inancımız farklılaştırılmaya çalışılıyor.
Muharrem ayında, geçen yıl
olduğu gibi bu yıl da “Alevi Açılımı” Hak-Muhammed-Ali, Ehlibeyt,
Kerbelâ, Hazreti Hüseyin gibi sözler ağızlardan düşmüyor, sürekli konuşuluyor.
“Muharrem İftarları” veriliyor. Maalesef ben Aleviyim diyenler de bu
iftar yemeklerine katılıyor, sanki bu gelenek yüzyıllardır var gibi ramazan
orucuna eş tutularak inancımız asimile edilmeye çalışılıyor.
Bazı dedelerimiz kul hakkı
yiyerek hac ve umreye devlet desteğiyle gidiyor, bu sürece destek veriyor.
Üzerinde önemle ve dikkatle
duracağımız konulardan birisi de dedelere maaş verilmesi konusudur. Devletin
maaşını alan dede bir Alevi-Bektaşi dedesi değil, devletin memurudur.
Alevi-Bektaşi inancının temel taşını oluşturan dedelerimiz, üç kuruş paraya
tamah edip yolumuzun yok edilmesine aracı olur. Hükümetin böyle bir düşüncesi
gerçekten var mıdır? Eğer varsa şüphesiz Alevi-Bektaşilerden bir kesim devlet
eliyle hazırlanan bu imkânlardan yararlanmak isteyecektir. Bu gerçekleştiği
zaman dedelik kurumu biter, dedelik kurumu bittiği zaman da
Alevilik-Bektaşilik biter. Maaşlı dede, benim dedem olamaz, ona maaş verenin
görevlisi olur. Bu da aklımıza, “Devlet kendi Alevi’sini yaratmak istiyor”
düşüncesini getirir.
Gerçek dedelerimiz
Aleviliği-Bektaşiliği her türlü kötü şartlarda bu güne taşıyan, yol aşkı olan
büyüklerimizdir. Yol aşkı olan insan, maddi olanaktan zevk almaz, ruhunu ancak
manevi dünya için yaşayarak doldurur. Talibin bir anlık mutluluğu, onun için
tüm maddiyatların üstündedir. Dedeler görevlerini devletten alacakları maaş
karşılığında yaparlarsa, yaptıkları dedelik değildir. Dedelerin görevi
gönülleri birlemek ve insanları mutlu etmektir. Tarih boyunca dedeler maaş
almadan, toplumumuzun öğretmeni, doktoru, psikologu, hâkimi, yol göstericisi
olmuşlardır.
Ayrıca Dedelik Kurumu bir
hizmet kapısıdır, geçim nafaka kapısı değildir. Dedeliği geçim kapısı gibi
gören bir dede Alevi-Bektaşi inancına ihanet etmiş olur. Talibiyle arasına bu
maaş duvarı örülür, bu da dedeliğin ve bu hizmetin sonu olur. İçi boşaltılmış
bir Alevi-Bektaşi inancının adı dışında bir şeyi kalmaz.
Alevi Açılımı diyen
ağızlar,
·
Geçmişte Alevi-Bektaşi yoluna hizmet etmiş
dergâhları işgal altında tutup, gerçek sahiplerine vermiyor.
·
Köprünün adını değiştirmiyor.
·
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına
uyup zorunlu din derslerini kaldırmıyor.
·
Cem evlerimizi ibadethane olarak tanımıyor.
·
Eşit vatandaşlık haklarımızı hiçe sayıyor,
devlet kapısında gençlerimiz işe alınmıyor, zamanında memur olmuş Aleviler
yükselemiyor, ötekileştiriliyor.
·
Alevi kanı akıtılan yerlerde, bütün izleri
silinmeye çalışıyor, bir küçücük müzenin bile açılmasına izin vermiyor.
Sizlerin de bildiği
daha pek çok şey…
Geriye
baktığımızda, iki de kazancımızın olduğunu görüyoruz: Birincisi, Nevşehir
Üniversitesinin adının, Hacı Bektaş Veli Üniversitesi olması, İkincisi ise
Tunceli Üniversitesinin adının, Munzur Üniversitesi olmasıdır… Yani bunca
gürültüye karşılık Alevi-Bektaşi toplumunun kazancı iki tane tabela oluyor.
Biz Ne İstiyoruz?
Dostlar,
öncelikle devlet, seküler bir devlet olmalıdır. Seküler devlet, kendini dinin
dışında sayan devlettir. Devletin dini olmaz. Farklı inançtaki vatandaşlara
aynı uzaklıktadır, tarafsızdır.
Bugün
Türkiye’de laiklik konusunda bir kavram kargaşası yaşanmaktadır. Hatta laiklik,
bazı çevrelerce dinsizlik olarak kabul edilmektedir. “Ben Laik değilim”in
anlamı; “Ben kendi inancımı zorla veya kandırarak sana kabul ettireceğim,
kabul etmezsen gerisini sen düşün” demektir. Hâlbuki laiklik, kesinlikle dinsizlik
demek değildir.
Yurdumuzda
çoğunluk Müslüman olmakla birlikte farklı mezheplerden ve farklı dinlerden
vatandaşlarımız var. Buna rağmen, devletin yalnız Sünni mezhepten olan
vatandaşlarımıza hizmet eden bir kurumu var.
Laik bir
devletin böyle bir kurumu olamaz. Anayasanın eşitlik ve laiklik ilkesine aykırı
olan bu kurum yüksek bir bütçeye sahip ve bizlerin vergisiyle de destekleniyor.
Rızalık ve
kul hakkına sığmayan bu durum ne kadar “helal” sayılıyor? Devlet hiç bir
cemaate yardım etmesin, her cemaat kendini finanse etsin; devlet hakemlik yapıp
kontrol etsin. “Ben kimsenin inanç ve düşüncelerine karışmıyorum, kimse de
benim inanç ve düşüncelerime karışmasın, devlet bunu sağlasın.”
Bazı çevrelerce
Alevilere Diyanet İşleri Başkanlığında yer verilmesi meselesi gündeme
getiriliyor. Bunu kesinlikle doğru bulmuyorum.
Eğer ben
kendi Müslümanlığımı veya inancımı istediğim gibi yaşayamıyorsam, birileri
bana kendi Müslümanlık anlayışını yaşatmak zorunda bırakıyorsa, böyle bir
düşünceye sahip bir kurumda temsil edilmek istemiyoruz.
Bu durum
bizim inanç felsefemize uymaz. Alevi-Bektaşi topluluğu, laik bir toplumdur.
Laikliği yürekten destekleyen bir toplumdur. Böyle bir durumda hem laikliği
savunacaksınız hem de laiklik kavramına ters düşen bir devlet kurumunda temsil
edilmek isteyeceksiniz. Bunu anlamakta zorluk çekiyorum. Bir yanlışı başka bir
yanlışla desteklemenin daha fazla yanlışlar getireceğine inanıyorum.
Diğer yandan, mevcut durumda sorunumuz, İslam
içi meşruiyetimizin tescili ve Başbakanlığa bağlı bir “Genel Müdürlük”
veya Diyanet’te temsil değil, kültürel ve bireysel düzeyde eşitlik ve özgürlük
elde etmektir.
Diyanet İşleri
Başkanlığı laiklik ve demokrasi açısından lağvedilip, inanç tercihleri inananlara
bırakılmalı ve devlet sadece tarafsız bir hakem olmalıdır.
Özümüzü Yoklarsak;
1950 yıllarında başlayan göçle
birlikte, ekonomik yönden biraz düzelmiş olsak bile, inanç ve kültürel yönden
kaybımız büyük. Gelenek ve kurallarımız köy ortamına göre hazırlandığından, şu
anda bir bocalama dönemindeyiz. Özümüzü yoklarsak:
·
Yolumuzu, inancımızı, erkânımızı çocuklarımıza veremedik.
·
Bizi bugüne getiren erkânımızı, yolumuzu kayıp ettik, unuttuk,
unutturulduk, farklı inançların erkânları hâkim olmaya başladı.
·
Dede talibinden, talip dedesinden koptu, ocaklarımızdan koptuk.
·
Diğer inançlara benzemeye, asimile olmaya başladık.
·
Değerlerimizin özünden kopup, şekilciliğe yöneldik. Böyleyiz diye
de hem kendimizi, hem gençliğimizi aldattık.
·
Osmanlının on altıncı yüzyıldan başlayarak Alevi-Bektaşi
toplumunu, “Böl, parçala, yönet” politikasının sonucu olarak oluşan ve
aslında birbirinden çok da farkı olmayan Babagan, Çelebi, Dedegan kollarını
bir araya getirme yerine, tam tersini yaparak, ayrılığı derinleştirdik.
·
Dergâhların yerini dolduracak eğitim kurumları inşa edemedik, kadro
kuramadık ve eğitimci yetiştiremedik. (Başkalarının pek çok vakıf
üniversitesi var, bizim ilkokul düzeyinde bile bir okulumuz yok…)
·
Avrupa ve Türkiye’deki tüm örgütlerimiz kısa zamanda çok büyük
işler başardılar. Hepsini kutluyor ve başarılarının devamını diliyorum, ama
burada üzülerek ifade etmek zorundayım ki, örgütlerimiz arasında birlik
sağlayamadık.
·
Yoldan uzaklaştığımız için hoşgörüsüz olduk, sinirli olduk,
karşımızdakini incitmeye başladık.
·
Kadınlarımıza yeterli değeri vermedik, diğer inançların etkisinde
kalarak onları geri ittik, incittik.
·
İnanç
yönünden toplumumuzun üzerine bir, “Neme lazımcılık” çöktü; yolumuza,
inancımıza ilgisiz kaldık.
·
Kendi problemlerimizi kendimiz çözerken, mal, mülk, vb., yüzünden
mahkemelere düştük, sınır bozduk, kul hakkı yedik, yolumuzu hiçe saydık…
·
Cemlerimiz cem olmaktan çıktı, şekilciliğin hâkim olduğu, içi
boşaltılmış bir hal aldı.
Bu geçiş döneminde
kendimizi yenilememiz şart. Öncelikle çocuklarımıza anneleri sevgiyle yolumuzu
aşılamalıdır.
Erkanlarımız inanç
temelinden ayrılmayarak günümüze uygun hale getirilmelidir. Bunun için
uzmanlara ihtiyaç var, fiilen dedelik yapan dedelerimizin görüşlerine ihtiyaç
var.
Aşk-ı muhabbetlerimle.