Âşık Remzâni

 

 

 

Medyanın Tahammül Gücü Ya da Güçsüzlüğü

 

Ahmet KOÇAK

 

Akademisyen, gazeteci Nil Mutluer Eylül ayının ikinci haftası Milliyet gazetesinde Alevilerle ilgili “Yol Bir, Sürek Bin Bir” adlı bir söyleşi dizisi yaptı. Dizide Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy başta olmak üzere Alevi toplumunun önde gelen dede ve kurum yöneticileri ile görüşmeler yaptı. Nil Mutluer bu yazı dizisinin ön hazırlığı esnasında benimle de söyleşi yapmış, sonrasında da birkaç kez telefonla arayarak bazı noktalarda düşüncemi sormuştu. O görüşmelerde bize, yapılan bu çalışmanın gazetede uzun bir dizi olacağını söylemişti.

 

Yazı dizisi gazetede yayınlamaya başladığında Mutluer, yaptığımız telefon görüşmelerinde gazete yönetiminin bu yazı dizisini her an bitirebileceğini söyledi. Beş gün sonra öyle de oldu. Gazete yönetimi söyleşi dizisini bitirdi. Bunu üzerine olayın içyüzünü öğrenmek için Sayın Mutluer’i aradım. Mutluer’in anlattıklarını dinleyince kendisine “Bu anlattıklarınızı dergimizde yayınlamak isteriz. Sizinle söyleşi yapak isteriz” dediğimizde teklifimizi kabul etti.

 

Söyleşide de okuyacağınız gibi gazete yönetimi, gelen baskılar sonucu bu yazı dizisini sona erdirmişler. Demokratikleşme Paketinin açıklanmasına sayılı günlerin varken böyle bir olayın yaşanması bize, bu paketten Alevilere bir şeyin çıkmayacağını açıkça göstermişti. Bir şey daha kafamızda netleşmişti: Patron hükümetin kırmızı çizgileri karşısında, medyanın tahammül gücü ya da güçsüzlüğü. Nil Mutluer ile yaptığımız söyleşide sadece gazete yöneticilerinin, hükümetin tutumunu konuşmadık. Yaptığı söyleşi dizisinin hazırlık aşamasında alanda neleri gözlemlediğini, laiklikten Diyanet’e kadar birçok konuyu konuştuk.

 

Nil Mutluer kimdir?

 

Dengeli ve huzurlu bir dünyada yaşamak için insan hakları ve özgürlükler konusunda, akademi, sivil toplum ve medya gibi alanlarda çalışan, kadın, anne, insan. Bilkent’te, uluslararası ilişkiler okudum. Ardından ODTÜ’de sosyoloji mastırını kazandım, ancak ekonomik nedenlerden gidemedim. İş hayatına girmek zorunda kaldım. Sonra yeniden Bilgi Üniversitesi kültürel incelemeler mastırını kazandım. Orada asistanlığa başladım. Sonra, Budapeşte’de Merkezi Avrupa Üniversitesi’nde doktora yaptım.

 

Hangi konu üzerine?

 

Zorunlu göç, erkeklik ve kent. Tam olarak zorunlu göçle gelen erkeklerin, İstanbul Tarlabaşı’ndaki gündelik hayatlarıydı.

 

Helsinki Yurttaşlar Derneği ve Ka-Der’de aktifim. Feminist Amargi ve politik Altüst dergilerinin yayın çalışmalarına katılıyorum. Çeşitli gazete ve dergilerde yazıyorum çeşitli zamanlarda. İMC TV’de Emine Uçak Erdoğan’la beraber on altı ay “Öteberi” adlı programı yaptık.

 

Aleviliğe ilgi nerden geliyor?

 

Aslında Alevilere ilgi her zaman vardı, ama ben korkuyordum Alevilerle ilgilenmekten. Şu yüzden: Dışardan, sol çevreden gördüğüm öyle bir bakış vardı ki, “sen bu meseleyle ilgilenme, haddine düşmez” der gibiydi. Ben de bu yüzden hep kenarında duruyordum. Etkinliklere katılarak her zaman destek veriyordum. Bir yandan bir şey yapmak istiyorum, ama tam yerini bulamıyordum. Sonra Milliyet bana böyle bir dizi teklif edince…

 

Geçen sene, 2012’de değil mi?

 

Geçen sene, 2012 Aralık ayında Milliyet bana konuyu araştırmamı önerince bunun bir fırsat olduğunu düşündüm. Siyasi tartışmalardan başladım ilk dizide. İkincide de Alevilerin yoğun yaşadığı yerlerde saha çalışması yapmanın anlamlı olacağını düşündüm.

 

O ilk söyleşi uzun sürdü galiba?

 

İlki aslında bir hafta olacaktı, fakat gelen talep üzerine diziyi uzattık. On beş gün sürdü. Daha sürebilirdi, öyle söyleyeyim.

 

Neydi oradaki ana tema?

 

Oradaki tema aslında, tam bugünkü siyasette tartışılanlardı. O dönem için Alevi Açılımı sonrası bir değerlendirmeyi kapsıyordu. Gündem çok hızlı kaydığı ve manipülasyona uğradığı için o gündemi bilerek tartışmayı hedefledim. Bugünkü siyasette ne tartışıldığını anlayabilirsek anayasa yapma sürecinde eşit yurttaşlık için Alevi taleplerini yeniden tanımlamış oluruz. Ayrıca laiklik, Diyanet gibi konular da önemliydi. Hala da öyle. Laiklik kullandığımız haliyle çok problemli bir kavram. Onu yeniden hayatımıza nasıl sokabiliriz? Bunun üzerinde düşünmek gerekir.

 

İlk yazı dizisinde tüm bunları ve Aleviler bağlamında geçmişle nasıl yüzleşeceğimizi konuşmuştuk. İkincisinde Anadolu’yu gezip bir değerlendirme yaptım.

 

Bu yıl yapılan “Yol bir, Sürek bin bir” yazı dizisinden mi bahsediyorsun?

 

Evet. Bu dizide de siyasi sorunlardan, gündeliğe, laikliğe kadar her şeyi konuştuk. Genel düşüncenin tersine gerçeklikler fark ettim. Mesela, Aleviler, Tekke ve Zaviyeler Kanunu’nun değişmesini istemez gibi bir yargı var. Oysa, genel eğilim tersi yönünde. Kemal Bülbül’ün söylediği şöyleydi: “Şu anda kanun Sünnileri değil bizi engelliyor, çünkü zaten Sünniler kurabildikleri tarikatlarını kurdular ve rahatça faaliyetlerini gerçekleştiriyorlar. Ama bizi engelliyor.”

 

Hatta camiiler bile parsellenmiş halde…

 

Burada Diyanet’in rolü de belirleyici. Egemen zihniyet araçlarını kendi hedefleri doğrultusunda kullanıyor. Diyanet sadece Sünni bir kesimin ihtiyaçlarını karşılıyor. Tekke ve Zaviyeler Kanunu bir zaman tarikatların önünü kesecek bir araçken şu anda öyle olmuyor. Olmasın da elbette, inanç özgürlüğü yaşanmalı.

 

Tabii burada sadece Alevilere ve CHP kesiminde değil, demokrat Müslüman, yani mütedeyyin arkadaşlarda da kaygılar var. [i]  “İlk bizi keserler” lafını da mütedeyyin arkadaşlardan duydum. Kemalist bir refleks gibi geliyor, ancak bu kadar indirgemeci okunamaz. Aslında bireysel ibadet imkânı olmadığı için Diyanet’siz bir çözüm, problemli geliyor galiba.

 

Daha çok Anadolu’da mı “bizi keserler” düşüncesi, kaygıları var?

 

Hayır. Daha çok şehirli, tarikata üye olmadan, tek başına inancını yürütmek isteyen Sünni kesimin ve bazı Alevilerin sıkıntısı var. O yüzden Diyanet’i önemsiyorlar. Yani Diyanet’i bu haliyle kalsın diye savunmuyor demokrat mütedeyyin olanlar.

 

“Diyanet değişsin, çoğullaşsın, ama eğer Diyanet olmazsa tarikatlar olursa, o zaman herkes bir tarikata bağlı kalmak zorunda olacak. Hâlbuki ben bir tarikat üyesi olmak istemiyorum, çünkü o tarikat dediklerinizin bir kısmı kendi egemenliğini kuran, çıkarları doğrultusunda çalışan kişiler. Hepsi inançla doğrudan ilgili değil.”

 

Bakın Alevilerin kaygılarından çok, demokrat mütedeyyin, yani daha bireysel, cemaate bağlı kalmadan inancını yaşayacak Sünnilerden duydum bu kaygıyı.

 

Bu, iktidarın bugünkü siyasal tutumundan da biraz kaynaklanıyor olabilir mi? Zaten iktidardalar, her türlü devleti ele geçirdiler, değişen bir şey yok. Artık Tekke ve Zaviyeler açılsa da açılmasa da bir şey fark etmez. Zaten açılmış gibi...

 

Aynen. “O yüzden laiklikten ne anlıyoruz?” sorusu önemli. Diyanet’in yapısı ve hizmetleri nasıl olmalı? Şimdiki siyasi aktörlere, egemenlere, hükümete baktığınızda, zamanında onlar Diyanet’in varlığını başta eleştiren kişilerdi. Niye? Çünkü onlar da inanç özgürlüklerini uygulayamıyordu. Ama şimdi merkeze yerleşince, o merkezden yönetim ihtiyacından dolayı Diyanet’e sarılır oldular. Çünkü onlar için önemli bir araç oldu.

 

Fakat dediğim gibi, amaç Diyanet’i bugünden yarına kaldırmak değil bence. Çünkü oradan hizmet bekleyen insanlar da göz ardı edilemez. Onu neye dönüştüreceğiz ve zaman içinde kaldıracaksak, nasıl kaldıracağız? Bu soruların cevaplarını mutlaka projelendirmek lazım, yoksa “Diyanet’i bir anda kaldıralım” demek kaotik bir ortama neden olabilir.

 

Laikliğin uygulanabilmesi için Diyanetin kaldırılması gerekmiyor mu?

 

Kaldırılması ya da mutlaka ve mutlaka hal değiştirmesi, her yurttaşa hizmet eder hale gelmesi gerekiyor. İlk önce öyle bir forma geçmesi lazım. Sonra adım adım ne yapacağımıza karar vermemiz gerekiyor.

 

Gelelim son yazı dizisine. “Yol bir, Sürek bin bir” için söyleşi yapmak üzere yola çıkarken, neyi hedefliyordun? Batıdan doğuya birçok ili gezdin, farklı Alevi kesimlerle karşılaştın. Karşılaştıkların kendilerini nasıl ifade etti? Neler gözlemledin? İzlenimlerin nelerdi?

 

Benim yola çıkışta siyasi söylemlerle ilgili bir derdim vardı: “Aleviler zaten neye inandığını, ne istediklerini bilmiyor. İnançlarını da tanımlayamıyorlar, ortak bir şey yok. O yüzden onların taleplerini yerine getiremiyoruz.” Hatırlarsanız, bu söylem daha çok anaakım siyasi bir argümandı her zaman. Fakat Aleviler aslında AKP’nin yaptığı çalıştaylarda taleplerinin net olduğunu gösterdiler.

 

O yüzden onda bir sıkıntı yoktu, ama yine de bu inançtaki farklılıklar neler olabileceğine, ritüelerin detaylarından ziyade yaklaşımlardan bakmayı hedefledim.

 

Anadolu’da gezmeye başlayınca, insan ister istemez kendini bütün bu topraklarda olan inançla ilgili başka bir ruhsal şekillenmenin, yolculuğun içinde buluyor. Ritüellerde farklılıklar olsa bile sadece felsefesindeki ortaklık değil, yaşayış ve anlayıştaki, edepteki âdâbtaki ortaklıklar beni çok etkiledi.

 

O ortaklık gündelik hayata da yansıyan bir ortaklık. O yüzden o ritüeller değişebiliyor. Ben de göçebe olanından başladım. Tahtacılarla karşılaşarak bu yolculuğa çıktım. Çok kapalı bir toplum. Kendileri de kapalılıklarından bazen şikâyet edecek kadar kapalı bir toplum. Ama diğer yandan niye onların kapalı olduklarını tarihsel süreçlerde anlayabiliyorsunuz.

 

Anadolu’yu gezdikçe –ara ara ama çok baskın değil– siyasi söylemler içinde böyle bir şey çıkabiliyor: Atatürk ve Cumhuriyet vurgusu çıkıyor. Dersime gittiğinizde tarihsel yaşanmışlık farkından, Yavuz Sultan Selim’in oraya gitmemesi, 38’in yaşanmasından Cumhuriyet’in farklı izleri var. Aslında her ikisi de sıkıntılı, ama yüceltilen dönemler farklı.

 

Antakya, hepten bambaşka. Onlar, kendilerine “Nusayri” denilmesinden hiç hoşlanmıyorlar. Ve ben anlamadım, bu kadar çok demokrat yazar-çizerler gidiyor, niye hala “Nusayri” diyor? Onlar kendilerine “Arap Alevi”si denilmesini istiyorlar. Her “Nusayri” denildiğinde, “Biz diğerlerinden farklıyız diye bizi gösterip, kırdırmaya çalışıyorlar.Yine savaş öncesi bize Nusayri denmeye başlandı” gibi serzenişte bulunuyorlar.

 

Peki, oradaki izlenimlerin neler oldu? Diğer bölgelerden farklılıkları nelerdi?

 

Orada bambaşka bir şey gördüm. Mesela Kuran’la ilişki benim için çok belirleyiciydi. Kuran var, Ehl-i Beyte bağlılık, onun sevgisi ve Kuran’a bağlılık çok önemli inançta. Her yerde bu böyle. Anadolu’da daha çok Ege’de de; Kuran bir yandan giriyor, ama ritüellerin, pratiğin içinde değil. Felsefi olarak hepsi Kuran’ın özüyle ilişkilenmiş durumdalar. Arap Aleviliğinde ise anadille de ilişkili olarak Kuran’ın daha etkili bir yeri var inançta.

 

Arap Alevilerinin ibadetlerinde deyiş, nefes, semah var mı? Bağlama gibi enstrümanlar var mı?

 

Hayır. Arap Alevilerinde bu, günah sayılır bir noktaya geliyor. Yani ondan çok haz almıyorlar. İbadetlerinde Anadolu’dakiler daha açıktı, ama Arap Alevileri hep, “Bir sır var” diyorlar ve onu paylaşmıyorlar.

 

Kadınlar ritüellerde yok. Yine bunu çok tedbirli söylemek istiyorum: “Kadınlar eşit ve sosyal hayatın içindeler, ama sadece ritüellerde yoklar” diye bir gözlem anlatıldı bana. “Sünnilere göre bizim kadınlarla eşit ilişkimiz var.” diyorlar.

 

Kuran ve Arapça, anadil çok önemli. Kılık kıyafet değişiyor. Mesela, Anadolu Alevilerinde gündelik hayatta ortak yöresel kıyafetler gözlemlenebilir değil. Ancak, Arap Alevi şeyhleri ve yolu takip edenler genelde belli bir kıyafet giyiniyorlar.

 

Osmanlı’da çok sıkıntı yaşamışlar. Kuran bile satılmazmış onlara. Ermeni veya Rum, Hristiyan arkadaşlarından, “Lütfen bize Kuran satın alır mısınız?” diye ricada bulunurlarmış. O kadar dışlanmışlar Osmanlı’da. Cumhuriyet’te de anadil sorunu yaşamışlar. İbadet Kuran merkezli yürüse de Anadolu’daki deyişlere oldukça sahip çıkıyorlar. Mesela, Pir Sultan Abdal’a referanslar sıkça duydum.

 

Anadolu Alevi-Bektaş toplumunun genel taleplerinin dışında farklı talepleri de var. Mesela Gadir Hum’u bayram olarak kutlamak istiyorlar, tatil olmasını istiyorlar…

 

Evet, kutlamak istiyorlar, tatil olmasını istiyorlar. Hatta onunla ilgili bir dernekleri de var. Arapça anadil sorunu, inancın da ilerlemesine ket vurmuş.

 

Anadolu’da ocak siteminin zarar görmesi, ilimin, inancın, ilerlemesine zarar verirken, orada dilin yaşadığı sıkıntı da etkilemiş bunu. Cem yapmıyorlar, namaz kılıyorlar. Namazlarını farklı, beş rekât değil bambaşka şekilde kıldıklarını, saatlerce sürebildiklerine değiniyorlar.

 

Peki, bu çalışma sürecinde başka kesimlerle görüşmeler de yaptın. Yaşadığın ilgi çekici bir olay oldu mu?

 

Kemalpaşa’daki Tahtacılarla ilgili ilginç bir şey yaşadım. Kemalpaşa’da sokakta dolanırken giriş katında balkonunu yıkayan bir kadına cemevini sorarken sohbet etmeye başladık. Beni evine davet etti ve sohbet etmeye, hatta onların izniyle söyleşiye başladık. “Fotoğraf çekebilir miyim?” diye izin istedim. Fotoğraf çekilmesini kesinlikle istemediler. Sonra bana kendi kıyafetini giydirmek istedi. Giyindim. “Siz bunu çekin” dedim. “Sen kendini çek, ama bunu basma, kıyafetimi basma” dedi. “Bizim mahalledekiler bilirler bunun benim işlemem olduğunu” dedi. O kadar sıcacık bir sohbetti ki. İçlerini en derinden açtılar, ancak kamusal bir paylaşımda da bir o kadar kapalıydılar.

 

Hubyar’a da gittik. PSAKD Tokat Şube Başkanı Muharrem Erkal aldı bizi götürüyor sağ olsun. Yolları git git bitmiyor. Dağın tepesine çıktık, köye bir girdik ki, bir anda sanki bizi bekliyorlarmış gibi rengârenk üç etekli kadınlar. Çok sıcacıktı herkes. Orada başka bir travmatik hal var. İnsanların hepsi, kışın şehirlerde yaşıyorlar, genelde İstanbul’da yaşıyorlar. Yazın oraya geldiklerinde kendileri gibi giyinmek; yani kendileri olmak istiyorlar. O nedenle gündelik hayatlarında o kıyafetleri giyiyorlar.

 

Yani bizim folklorik unsur olarak, otantik unsur olarak değerlendirdiğimiz şey aslında hala gündelik hayatlarında özlem duydukları, imkân bulduklarında da kullandıkları bir tarz.

 

Politik, siyasal, kültürel anlamda yaşanan ayrımcılık hakkında tespitlerin nelerdi?

 

Gündelik hayatta karşılaştıkları sorunlar var. Görüştüğümüz gençler taktıkları Zülfikar’ı kapattıklarını anlatıyorlar.

 

En yaygın gördüğüm sorun akademisyen, entelektüel, çok donanımlı gençlerin istihdam edilmiyor olmaları. İstihdam edilemedikleri, edilmeyecekleri el altından onlara bilgi olarak geliyor, ama birçok Alevi ayrımcılık hikâyesindeki gibi bu ispatlanabilir halde değil.

 

Bu, Devlet nezdinde bilinen bir gerçeklik! Özel sektörde de mi aynı sorunlar yaşanıyor?

 

Özel sektör birebir böyle değil. Özel sektörün devletten hâlâ bir farkı olduğunu düşünüyorum. Sonuçta kalifiye elemana ihtiyaç var.

 

Veliyettin Ulusoy, yaptığınız söyleşide buna parmak basmıştı yanılmıyorsam: “Hâlâ bir Alevi genci vali olamıyor, devletin herhangi bir kademesinde görev alamıyor.” diye.

 

Tabii. Geçen gün, Ahmet Hakan’ın programına katılmıştım, orada da, “Yargı’da Aleviler var!” denildi. Bunun olmadığını, üst düzeylerde çok az olduklarını, vs., bunların hepsini biliyoruz zaten.

 

Ben bunu üst düzey bir bürokrata sorduğumda, daha önceki bakanlardan birine sorduğumda, şunu söyledi bana: “Bürokraside yükselmek kolay değildir. İşini bilen yükselir.” Tesadüf ki, Aleviler çok beceriksiz, Sünniler çok becerikli! Bu böyle değil elbette.

 

Müslüman olmayanların yaşadıkları sıkıntılarla bir bağlantı görebildin mi?

 

Çok ortak bağlantı var. Kıyaslama yapmak doğru değil elbette, ancak bu saha çalışmasından sonra bir kere daha anladım ki, aslında Alevilerin seslerini duyurmaları Müslüman olmayanlardan daha zor. Hukuksal zeminde bir çok sıkıntı var. Ayrıca, devletin Sünni anlayışlı İslam’ı içerisinde yok sayılıyorlar.

 

Peki, gazetede bu tespitlerinin hepsine yer verebildin mi?

 

Veremedim.

 

Gazete, proje olarak sana başlangıçta aslında uzun bir süre, bir ay gibi bir süre vermişti. Sonra bunu on güne indirdi, daha sonra da beş günde bitirdi. Bu durumun sebebi ne olabilir?

 

Bir ay da bütün bir ay olarak değil de, bölüm bölüm yayınlanacaktı ve Alevi meselesi sürekli gündemde olacaktı. Derya Sazak dönemindeki yönetim bunu hedefledi. Sonra değişiklik oldu, yönetim değişti. Sonra Fikret Bila’da bunu yayınlamak için elinden geleni yaptı ve yayınladı. Biz başta on gün için el sıkıştık. Fakat sonra üçüncü günde artık yayınlanamayacağı bildirildi bana.

 

Bir baskı olduğu söylendi, ama ben o baskının da ne olduğunu çok anlayamıyorum. Zaten öyle bir durum var ki oto-sansür bile oluyor olabilir. Ama şu dönemde tam da Alevilik konuşulurken neden kesildi, bu başka bir soru.

 

Gerekçe bildirirken neyi ifade ettiler?

 

“Bir üst düzeyden istenmediği” söylendi. Yani bir baskı hissedildiği söylendi.

 

Önümüzdeki günlerde Demokratikleşme Paketi açılacak. Bu demokratikleşme paketinden Alevilerin talepleriyle ilgili beklentileri var. Basına sızdığı kadarıyla bazı adımlar da atılacak. Böyle bir dönemde Alevilerin sorunlarını yansıtan bir yazı dizisi neden kesilir?

 

Ben şöyle düşünüyorum: Bir: Bu dizi belki de Alevilere çok doğrudan söz vermişti. İki: Benim yorumlarımın durduğu yer, yani demokratikleşme ve çoğulculuk hedefi bugün açıkça duyulmak istenmeyebilir.

 

Yazı dizisinde bir gerçekliği anlatıyorsunuz, ama çoğulculuk gibi bir hedefiniz varsa, aslında var olan sıkıntıları söyleyerek onu anlatıyorsunuz. Konu gereği Alevilere söz veriyorsunuz. Şimdi bu dönemde, belki de onların sözünün duyulması istenmemiş olabilir.

 

Bunu çok iyi okumamız lazım ve belki bunu bugün okuyamayacağız. Bugünkü haliyle medya ilerde yargılanacak. Bunu yapan illa hükümet miydi? Yoksa oto-sansürle ilerleyen medya yapısı mı? Bunun tahlili zor. Ama bir yanıyla da yapılmak istendi, en azından bir yönetim kararı buna başladı.

 



 [i] Dindar, herhangi bir dine bağlı kişi. Burada kastedilen, inançlı Müslüman dindarlar.

 

                                                      - Makaleler -