Âşık Remzâni

 

 

 

KAYGUSUZ ABDAL

        

Yaşadığı Çağ ve  Yaşamı

 

Yrd. Doç. Dr. Mehmet YARDIMCI

zileli.yardimci@gmail.com

 

Çoğu Yesi kentinden olmak üzere, Horasan Erenleri de denilen pek çok Türk-İslâm âlim, şair ve mutasavvıf, 12.yy. sonu ile 13.yy başlarında Anadolu’ya gelmiştir.

 

Mânevi bir göç halinde Anadolu’ya gelen Horasan Erenleri Anadolu’da  büyük şahsiyetler yetişmesine katkı koymuş  ve Türkçe’nin saygınlığını arttırmışlardır.

 

13. yüzyılda  Moğolların Anadolu’ya saldırmaları hem Selçuklu devletini zor duruma sokmuş, hem de baskılar, isyanlar, eşkıyalar halkı canından bezdirmiştir.

 

Kaygusuz Abdal’ın yaşadığı 14. yüzyıl sonu ile 15. yüzyıl başlarında ise Selçuklu Anadolusu  kültürel yönden oldukça iyidir.

 

Çocuklara okuma yazma amacıyla her mescidin yanına bir okul, yurdun her köşesine de  medreseler yapılmıştır.

 

Bu dönemde Kaygusuz Abdal’ın yaşadığı Teke ili çevresindeki kültürel yapı da Türk ruhuna uygun olarak gelişmiş ve Tasavvuf bu yörede hızla yayılmaya başlamış,  çok sayıda tekke ve dergâh açılmıştır. 

 

Teke iline bir dönem Antalya, bir dönem de Korkud-eli başkentlik yapmıştır.

 

Selçuklular zamanında Antalya’yı idare eden Teke Beyi  ilim adamlarını himaye etmiştir.

 

Tasavvuf, saray ve konaklarda yürütülen şiir ve edebiyat toplantılarının sanat unsuru olurken, halk arasında da ahlaki öğütler  biçiminde gelişim göstermiştir. 

 

Bunun yanında bazı dergâh ve tekkelerde de âşıkların terennüm ettiği nefes,  deyiş, nutuk, şathiye vb. biçimde yayılma alanını sürdürmüştür. 

 

O çağlarda Teke ilinde kurulan tekke ve zaviyelerden; Antalya’da Ahi Yusuf Zaviyesi, Elmalı’da Abdal Musa Tekkesi, Kalkanlı’da Ahi Devlethan Zaviyesi, Kaş’ta Şeyh Orhan Zaviyesi  bunlardan birkaçıdır. 

 

Bu yörede çok sayıda açılan tekke ve zaviyeler nedeniyle Antalya bölgesi Tasavvuf akımlarının hızla yayıldığı bir bölge olmuştur.

 

İşte Alaiye Beyi’nin oğlu Alâaddin Gaybî Bey (Kaygusuz Abdal) de bu manevi kapıdan içeri girenlerden biridir.

 

Alaiye Sancağı  Beyi’nin oğlu olan Kaygusuz Abdal’ın asıl adı Alâeddin Gaybî’dir.

 

Çocukluğunda zamanın bütün ilimlerini tahsil etmiş, silahşörlük, pehlivanlık, avcılık gibi hünerleri çok iyi öğrenmiş tam bir bey oğlu olarak yetiştirilmiştir. 

 

Doğum tarihi tam olarak bilinmeyen ve 14. yüzyılın sonları ile 15. yüzyılın başlarına yaşadığı söylenen Kaygusuz Abdal’ın ölüm tarihi pek çok araştırmacı tarafından 1444 olarak belirtilmektedir.

 

Kaygusuz Abdal’ın Sanatı

 

Kaygusuz Abdal mahlasını “Gaybî, kaygudan rehâ buldun, şimdiden sonra Kaygusuz oldun” diyen  şeyhi Abdal Musa’dan  almıştır.

 

Abdal Sözcüğü tasavvuf terimi olarak kendini Tanrı’ya adamış, nesnel yaşamın dışında mutlu, tinsel bir yaşamın varlığına inanmış kimseler için kullanılmaktadır.

 

Abdal, yeryüzünde bağımsız bir inancın etkisiyle görünüşe aldırmayan, gösterişe önem vermeyen, belli bir düşünceye bağlanmış kişilere verilen addır.

 

Bursa fethinden önce Buhârâ’dan gelen kırk abdaldan biri olarak gösterilen, doğum ve ölüm tarihleri net olarak bilinmeyen, Abdal Musa’nın babası  Gazi Hasan Ata’dır. Denizli’de yatan Bektaşî ulularından Büyük Yatağan Baba’nın yetiştirmesi olduğu söylenmektedir.

 

Abdal Musa, yetiştirdiği müridlerle etrafına yaymaya çalıştığı insanî değerlerle halkımızın en güzel gelenek, görenek ve özelliklerinin korunmasına hizmet etmiş, bir tarikat olan Bektaşî geleneğini güçlü temellere oturtmuştur. 

 

Geyikli Baba - Abdal Musa - Kaygusuz Abdal  üçlüsü bir birine bağlı üç eren olarak karşımıza çıkmaktadır. Takip ettikleri yol ise Hacı Bektaş Veli yoludur.

 

Abdal Musa,  Sevindik Dede, Kilerci Baba, Kâfi Baba ve Kaygusuz Abdal gibi pek çok kudretli halife yetiştirmiştir.  Bunların en meşhuru ise  Gaybî adıyla da bilinen Kaygusuz Abdal’dır. 

 

Menâkıbnâme’deki bilgiler, Abdal Musa ile Kaygusuz Abdal arasında, Tapduk Emre ile Yunus Emre arasındakine benzer bir mürşid - mürid  ilişkisinin varlığını ortaya koymaktadır.

 

Hem hece, hem aruz ölçüsüyle şiirler yazan Kaygusuz Abdal, özgün ve güçlü bir âşıktır. Deyişleri içerik kadar biçimsel açıdan da belli bir olgunluğa ulaşmıştır. O, Anadolu’da Yunus Emre’nin en coşkun takipçisidir.

 

Dili yalın, yapmacıksız, halk dilinin sıcaklığı, doğallığı ve akıcılığı içindedir. Yaşadığı dönem gereği şiirlerinde Eski Anadolu Türkçesinin bütün özelliklerini kullanmıştır.

 

Sözcük dağarcığı oldukça geniş olan âşık, anlatımda sade ve açık bir dil kullanmıştır. 

 

Tasavvuf kurallarını ise, halkın anlayacağı biçimde basit ve yalın bir biçimde vermiştir. Öğretme amacını ön plana aldığı için Tahkiye, delil ve kanıt yoluna kadar bütün anlatım yollarına baş vurmuştur.

 

Kaygusuz, üslubunu kurarken hitap ettiği kitlenin dilini mukaddes bir emanet gibi korumaya özen göstermiştir.  O, eserlerini sade ve anlaşılır bir üslupla  biçimlendirmiş, halkın diline ve kültürüne büyük saygı duymuştur. Türkçeyi halkın kolay anlayabileceği biçimde kullanmıştır.

 

Kaygusuz, Türkçenin berrak, devamlı ve kalıcı bir bilim dili olduğunu

 

“Biz yalnız Türkîceyi biliriz… bu dil dünya durdukça duracaktır ve bu dili herkes de öğrenecektir.”  biçiminde  savunmuştur.

 

Kaygusuz, Türkçenin, Hz. Adem’den beri varlığını sürdürmekte olduğunu Gülistan adlı eserinde Türkçe olarak “Ya Cibril! Git Âdem’e Türki dilince söyle, durmasın, cenneti en kısa zamanda terk etsin:  buyurarak ortaya koymaktadır.

 

Yine Dilgûşâ adlı eserinde:

 

Ey derviş, mî-danî mî-danî dir durursun

Sen hiç Türkîce bilmez misün?

 

deyişi Türkçe şuurunun dillerde ve gönüllerde yaşamasına çabalarının güzel örnekleridir.

 

Anadolu’da Alevi-Bektaşî edebiyatının kurucusu kabul edilen Kaygusuz Abdal,  Bektaşî edebiyatının en özgün şiirlerini söylemiştir.

 

Alevî Bektaşî edebiyatının en güçlü âşıklarından biri olması nedeniyle şiirlerinde bu gelenekle ilgili terimlere, atasözleri ve deyimlere oldukça geniş yer vermiştir.

 

Bitmeyecek yere tohum ekmegil

Boynunu sun yola başun çekmegil   [Bitmeyecek yere tohum ekme]

 

Yorganun kadar uzatgıl ayagun

Söz işik sagır degülse kulagun    [Ayağını yorganına göre uzat]

 

Su görmeden etegün çemrenürsin

Meger sen bülbüli leglek sanursın     [Suyu görmeden paçanı sıvama}]

 

Taş atana çömleği tutma siper

Anlaya hâlin ki anun aklı var  [Taş atana çömlek tutulmaz]

 

gibi atasözlerinin yanı sıra:

 

Tuz ekmek hakkını sakla iy safâ

Ta ki hoşnud ola senden Mustafa   [Tuz ekmek hakkı]

 

Şöyle meşguldur bular kim işine

Elleri değmez ki başun kaşına       [ Başın kaşımak]

 

biçiminde deyimlere de özenle yer vermiştir.

 

Mısır, Hicaz, Suriye ve Irak dolaylarını gezen Kaygusuz,  Anadolu’un daha çok Güney ve Batı yörelerinde bulunmuştur.  Bunun yanı sıra şiirlerinden  Edirne, Yanbolu, Filibe ve Manastır’a da gittiği anlaşılmaktadır. Gezginciliği nedeniyle etki alanı oldukça genişlemiştir.

 

Pek çok şiirini aruz ölçüsüyle yazan Kaygusuz daha çok düz kalıpları kullanmıştır. Hece ölçüsü ile yazdığı şiirlerinde ise genellikle yedi ve sekizli hece ölçüsünü kullanmıştır.

 

Uyak konusunda oldukça serbest davranan Kaygusuz, tam, zengin ve yarım uyağa yer vermiştir.  Kimi zaman benzer sesleri uyak olarak kullanmış, kimi zaman da göz uyağına önem vermeyip iç seslerle uyak yapmıştır.

 

Genellikle dini tasavvufi halk şiirine ait nazım şekilleriyle divan edebiyatına ait nazım şekillerini ustaca kullanmıştır.

 

Kaygusuz Abdal’ın Eserleri

 

Bilindiği gibi dini ve tasavvufi Türk edebiyatı türler açısından  zengin bir malzemeye sahiptir.

 

Konuları bakımından  birbirlerine çok yakın olan tasavvufi halk edebiyatı ile Alevi-Bektaşi halk edebiyatı arasında birtakım küçük ayrılıklar bulunmaktadır.

 

Birisi aynı bağlamdaki şiire ilahi derken diğeri deyiş, deme, nefes, duvaz vb. demektedir.

 

Örneğin Kaygusuz Abdal da pîri Abdal Musâ’nın ölümünden duyduğu üzüntüyü dile getirmek için yazdığı şiire nefes adını vermiştir.

 

Her ikisinde de Allah, Hz. Muhammed ve Hz. Ali sevgisi yer alırken Tasavvufi halk edebiyatında Sünni kurallar ön planda gözükmekte, Alevi-Bektaşi halk edebiyatında Batınî özellikler ön planda gözükmektedir. 

 

Yunus Emre yolunda giden âşıkların başında gelen Kaygusuz Abdal, genellikle hece ölçüsüyle yazdığı şathiye türü şiirleriyle tanınmıştır.

 

Çok sayıda aruzla yazılmış şiiri bulunan âşık aruzlu şiirlerinde daha çok tasavvuf esaslarını dile getirmiştir.

 

Çok çeşitli konuları işleyen  Kaygusuz’un şiirlerinde yaşama bağlılık ve mutluluk özlemi ön plandadır. Manzum, mensur, manzum ve mensur karışık eserleri bulunmaktadır.

 

Kaygusuz Abdal’da güzel örneklerine rastladığımız çoğu Alevi Bektaşi edebiyatına özgü, Dini ve Tasavvufi Türk edebiyatına ait  türler şunlardır:

 

A. Manzum eserleri

 

a. Divan

 

Kaygusuz Abdal’ın klasik anlamda müretteb bir divanı yoktur.

 

Ancak, bir katalogda 130 kadar olduğu ileri sürülen bir kısım şiirleri toplu halde Divan adı ile verilmiştir. Bunların yüzde sekseni gazeldir. Terci-i Bend, Terkib-i Bend, ve Dolabnâme adlı 39 beyitlik kasidesi de Divan içinde sayılmaktadır.

 

Divandaki şiirlerin, gazellerin çoğu tasavvufi konulardan bahsetmekte, ilahi bir duygu sergilemektedir, heceli şiirleri ise nutuk ve  şathiye özelliğindedir. Bu şiirlerde Kaygusuz ya Tanrı’yla senli benli konuşmakta ya da dünyanın geçici zevklerine kapılan insanlarla alay etmektedir.

 

b. Gülistan

 

Cevherin kıymetini nasıl sarraf bilirse, can içinde gizli olan hazineyi de ancak

Ehl-i dil olanlar bilir” biçiminde ki ifadelerle Vahdet-i Vücûd’u anlatmakla başlar.

 

Eser Kâinatın ve Hz. Ademin yaratılışını, Kısas-ı Enbiya’yı,  anlattıktan sonra tasavvufun çeşitli konularını heyecanlı bir anlatımla dile getirmektedir.

 

c. Mesnevî-i Baba Kaygusuz  (I,  II,  III)

 

Belirli bir konuyu  işlemeyip yüksek derecede  tasavvufi duygu ve heyecanla kaleme alınmış Kaygusuz Abdal’ın üç mesnevisidir.

 

Bu mesnevilerde Vahdet-i Vücud anlatılmış, sözün önemi üzerinde durulmuş, ilahi aşk, nefis, gönül, birlik ve beraberlik konuları işlenmiştir.

 

ç. Gevhernâme

 

Tanrı’nın birliği; elmas. cevher, inci gibi değerli olup bir şeyin aslı, esası anlamına gelen Hz. Muhammed’in özellikleri ve yüceliği üzerine yazılan eserlerdir.

 

Hz. Muhammed’i övmek için kaleme aldığı ve Vahdet-i vücûd görüşünü deryadan kenara atılan gevhere benzeterek dile getirdiği 71 beyitlik kısa  bir mesnevidir.

 

d. Minbernâme

 

Minbernâme, camilerde  hatiplerin Cuma ve bayram günleri çıkıp hutbe okuduğu kürsü ve kürsüde bulunan hatip hakkında yazılan eserlere denir.

 

Kaygusuz Abdal’ın bir Cuma namazından sonra hatibin kendisine bakarak söylediği sözler karşısında verdiği cevaptan oluşan mimbernâmesi çok ünlüdür.

 

Kaygusuz Abdal’ın Akıl ile hâli bildim, Hakk’ı buldum diyerek minberi tepenler ve halkı irşad etmeye kalkanlara seslendiği 58 beyitlik küçük bir mesnevidir.

 

e. Dolapname

 

Dolabname, Allah aşkının terennümünü ifade eden sorulu, cevaplı yazılan manzum eserlerdir.

 

Kaygusuz Abdal ve yanındakiler, Hac’dan gelirken Asi suyu kenarında otururlar. 

 

Görürler ki bir dolap su çeker ve bunun iniltisi bir günlük yoldan duyulur. 

 

Bu dolabın iniltisi karşısında Kaygusuz Abdal coşa gelip:

 

Su’âl itdüm bugün ben bir dôlâba

Didüm niçün sürersin yüz bu âba

 

Neden bagrun delükdür gözlerin yaş

Sebeb nedür sataşdun bu ‘itâba

 

Kararun yok gece gündüz dönersün

Dökersin dertlü gözlerden hun âba

………….

 

Dolabın Cevabı

 

Tolab eydür eyâ çeşmüm çerâgı

İşidmege cevâbım aç kulagı

 

Benüm budur sorarsan ser-güzeştüm

Ki ben yaylarıdum bir yüce tagı

 

İrişmezdi boyuma altmış arşun

Belüme dahi on âdam kucagı

 

biçiminde soru cevaplı bir kaside söyler ve bu olaydan sonra Dolab’ın adı  literatüre geçer. Bu tip şiirlere de Dolapname denir.

 

Dolapname, dolaba hitap ile ağacın başından geçenleri tasavvufi görüşle anlatmaktır.

 

f. Salatnâme

 

Namaz hakkında yazılan eserlere  salatnâme denir.  Bu hususta pek çok eser yazılmıştır.

 

Bunlar içinde Kaygusuz Abdal’ın namaz kılıp kılmadığı hakkında yapılan dedikodulara kızarak yarı öfkeli, yarı alaycı bir dille:

 

Farzı sünneti kıluram

Bir yıllık namazı bilürem

 

biçimindeki dizeleriyle cevap verdiği  salatnâmesi en meşhurudur.

 

g. Şathiye

 

Ciddi bir düşünce ya da duyguyu iğneleyici ve alaycı bir dille anlatan, ilk bakışta anlamsız gibi görünen aslında derin anlamlar taşıyan şiirlerdir.

 

Tasavvufi aşk halinin sarhoşluğu ile, halkın anlayamayacağı ya da hoşuna gitmeyeceği sözler söyleme olarak da izah edilmektedir.

 

Kaygusuz Abdal’ın 

 

“Yücelerden yüce gördüm, erbabsın sen koca Tanrı”,

“Bir kaz aldım ben karıdan”,

“Kaplu kaplu bağalar”,

“Yamru yumru söylerim”,

“Benk ile seyretmeye”,

“Bugün bana bir paşacuk”,

“Filibe’de bir karı”,

“Erdene şehrinde bugün”,

“Yanbolu’da bir karı”

 

dizeleriyle başlayan  ilginç şathiyeleri bulunmaktadır.

 

B. Mensur Eserleri

 

a. Budalanâme

 

Kimi kaynaklarda Risâle-i Kaygusuz, kimi kaynaklarda da Budalanâme adı ile geçmektedir.  Beş ana konuyu işleyen eserde  İlk konu Kendini bilmek olup İnsan sûret midir, can mıdır, kul mudur, sultan mıdır  temaları üzerinde durularak bir mürşid-i kâmil’e bağlanmanın gereğini anlatır.

 

Mürşit hekim gibidir, derdi de dermanı da bilir, Hakk’ı kendinde görür. “Hakk’ı bilmek istersen kendini bil, arifler sohbetine gir.” demektedir.

 

İkinci konuda, Gönülde gizli mâna yazılıdır dile gelmez deyip gönül temini irdeler. 

 

Üçüncü konuda, Hakk’ı dünyada iken bulmak ve kendini bilerek hakikati bilmek  üzerinde durur.

 

Dördüncü konuda,  dünyanın ve kâinatın yaratılışına değinip kendinden söz eder.

 

Beşinci konuda İnsanın dünyaya gelmekten amacının kendini ve Hakk’ı bilmek olduğu üzerinde durur. Eserde,  beş konu içinde  çeşitli tasavvufi duyguları dile getirir.

 

b. Kitâb-ı Miglâte

 

Bir derviş’in rüya aleminde gördüklerini dile getirdiği, rüyalarında bazen geçmişte, bazen gelecekte seyahatini konu alan ilginç bir eser olup günümüzdeki zaman tüneli konularını işleyen kurgu filmlerini andırmaktadır.

 

Derviş her defasında karşılaştığı  şeytanla mücadele etmekte ve her seferinde galip gelmektedir.

 

c. Vücûdnâme

 

Vücûdnâme, İnsanoğlunun yaradılışını, Kur’an ve hadislerin ışığı altında, tıbbî veriler doğrultusunda ifade etmek olan bir türdür. 

 

Yaratılışı, Levh-i  mahfuz’dan başlayarak yıldızlar, ay, güneş,  anasır-ı Erbaa ve insanın ana rahmine düşüşü, insanın doğuncaya kadar geçirdiği aşamalar, hem tıbbi yöntemler hem de tasavvufi sembollerle açıklanmaktadır.

 

İnsan vücudunun çeşitli uzuvlarıyla, bazı dini, tasavvufi ve kozmik kavramlar  arasında teşbihler yapan, ilişkiler kuran bir eserdir.  Remizler (semboller) âlemi anlatılarak vücudun kısımlarına tasavvufi anlamlar verilmekte; gezegenlerin, burçların önemi ve anlamı izah edilmektedir.

 

İnsan vücudunda 366 damar, 777 sinir ve 444 kemik olduğu  belirtilmektedir. Dünyada bütün eşyanın fâni olduğu, yalnız Tanrı’nın ezeli ve ebedi olduğu anlatılmakta, insanoğlu kâinatın defteridir. Yerde ve gökte her şey onda mevcuttur denmekte, kara kaş şeriâta;  yüz, tarikata; baş, devlet tacına;  teşbih edilmektedir. 

 

C. Manzum  Mensur Karışık Eserleri

 

a. Dilgüşâ

 

Vahdet-i vücûd’u anlatan uzun bir mesnevi ile başlayan eser bir dervişin tasavvuf gereklerini anlatması ile devam eder.

 

Eserde dünya ve ahretin birer mertebe olduğu, âriflerin her menzili geçişte bir mertebeye eriştiği, Muhammed Mustafa’nın da kırk yılda kâmil olduğu anlatılır. Eserde insanlara dünya malına kapılmamaları, kendilerini tanımaları tavsiye edilmekte,  baştan sona tasavvuf  konuları işlenmektedir.

 

b. Saraynâme

 

Cihan sarayı teşbihiyle yola çıkarak, dünyaya gelmede amacın ibadet etmek ve Allah’ı tanımak olduğu anlatılır.  Kaygusuz Abdal’ın şeriat hususlarına en çok yer verdiği eseri Saraynâme’dir.

 

Eserde Mensur ve manzum olarak kısaca Allah’a yalvardıktan sonra Kaygusuz, bu cihanın bir saray olduğunu, içindeki insanların her birinin bir işe daldığını ve cihanın sahibini (Tanrıyı) düşünmediklerini mesnevi uyak düzeni içinde anlatmaktadır.

 

Fasıl başlığı altında saraya benzetilen cihan anlatılmaktadır.  Daha sonra sarayın insan olduğu, ve Tanrı’nın kendini insanda gizlediği anlatılmaktadır. Tanrı’nın insanlara peygamberler gönderdiği de anlatıldıktan sonra  ademin halife olduğu üzerinde durulur. Manzum bölümlerde yıldızların, güneşin, ayın ne olduğu sorulur. Kısa mensur parçalarda da insanın kulluk için dünyaya geldiği anlatılır. Bu sarayda âdem padişahtır. Her haberi ondan almak gerekir.

 

Bu saraya insanlar ibadet için gelmişlerdir. Bu âlem bir kervansaraydır. Konan göçer. Bu sarayda insan cümle yaratılmışları kendi nefsinden kem görmez. Hangi nakışa baksa nakkaşı görür. Nefsi kırık, gönlü alçaktır. 

 

Kaygusuz Abdal’ın Eserlerinde  Dini ve Tasavvufi Unsurlar

 

A.   Dini Unsurlar:

 

Kaygusuz Abdal’ın şiirlerinde:

a. Tanrıya İman,

b. Meleklere iman,

c. Kitaplara iman,

ç. Peygamberlere iman,

d. Ahiret gününe iman,

e. Hayır ve şerrin, kaza ve kaderin Tanrı’dan geldiğine iman konuları şiirlerinde sık ve o denli yerli yerinde kullanılmıştır ki, dinin bütün kurallarına vakıf olduğunu ve yürekten inandığını göstermektedir. Yine: İbadet, kavramı, Kelime-i Şahâdet, namaz, oruç, zekât ve hac konuları saygın ve özgün biçimde işlenmiştir.

 

B.   Tasavvufî Unsurla

 

Kaygusuz Abdal’ın tasavvuf teorilerinden ziyade yaşama uygulama yönüyle ilgilendiği görülmektedir.

 

Kaygusuz Abdal’a göre dört kapı

 

a. Şeriat,

b. Tarikat,

c. Marifet, 

ç. Hakikat 

 

kırk makam düşüncesini temel kabul etmiş ve tasavvufî düşüncesini bu sistemle yaşama geçirmeye çalışmıştır.

 

Kaygusuz Abdal’ın eserlerinde yaşama sevgisi, onu yaşadığı dünyaya doğru çeker. Güzel dünya ve doğa onun vaz geçemediği unsurlardır.  O eserlerinde pek çok konuyu çok farklı yöntemlerle işlemiştir.

 

Kaygusuz Abdal’ın Mahlas Alışı

 

Gaybî Beyin "Kaygusuz" mahlasını alışı kayıtlarda şöyle anlatılmaktadır:

 

Gaybî, bundan sonra beyzâdeliği tamamen terk ve maddî hayatın alâyişinden ferâgatla, dervişliği ihtiyar etmiş, zahir âlemin kayıt ve alâikinden nefsini tecrîd etmiştir.

 

Bundan sonra Abdal Mûsâ Sultan, sünnet nazariyle Gaybî'nin yüzüne baktı ve:

 

"Gaybî, kaygudan rehâ buldun, şimdiden sonra  Kaygus uz oldun"  dedi.

 

Gaybî yüzünü yere koyup meskenet gösterdi.

 

Sultan bu sözleriyle Beyzâde'nin ismini"Kaygusuz" diye söyledi.

 

Bundan itibaren Gaybî Bey'in adı "K a y g u s u z" oldu.

 

Kaygusuz Abdal’ın Şeyhinden İcazetname Alması

 

Rivayet bu cihetledir ki Kaygusuz, Abdal Mûsâ Âsi-tânesinde kırk yıl hizmet eyledi. Nasibini aldı. Menzil ve merâtib sahibi oldu. Hacc'a gitmeğe niyetlendi. Aşağıdaki şiiri okuyarak Abdal Musa'dan icazet istedi:

 

Cânûmı (Pîrüm) yolına kurbân iderem ben

Belürsiz olıcak can u cihanı niderem ben

 

Şey'en li'l-lâh benüm gıybetüme kılıç salan

Hercâyî yüze gülici yârı niderem ben

 

Hayvan ü âdeme zencîr yular dahi dayanmaz

Ehl-i tarîki binnefesde yederem ben

 

Hüsnün cemâlün göreli geldüm imâna

Muhammedî'yem bu dîne ikrar iderem ben

 

Hâl diliyle icazet ister Kaygusuz Abdal

Şâhum assı kıl (1) kuşum uçdı giderem ben"


Bunun üzerine Abdal Mûsâ,

 

"Bana divit ve kalemi getürün" diye emretti.

 

Dervişler istenilenleri getirip hazır eylediler. Sultan, kalemi kâğıdı alıp Kaygusuz'a bir câzetnâme" yazdı. İcazetname aynen şöyledir:

 

"Bismi 'ilâhi 'r-Rahmâni 'r-Rahîm!

Elhamdüli'l-lâhi'l-lezî ca'ale kulûbe'l-'arifine ilâ âhirihi.

 

Her ne kim uardur cevâb içinde mestur kıldu. Dahi buyurdı kim bizüm ile müşahede kılmak murâd eyleyen Kaygusuz'a nazar eylesün. Ve bizden hayr dua iltimas eyleyen Kaygusuz'dan alsun. Safâ nazarın ve himmetin recâ ve niyaz kılsun ve her ne diyara ki azm idüb (varsa) gerekdür ki, ol velâyetün erbâb ü a'yân ve ekâbir ve eşraf ve agniyâ ve fuka­ra, her kim olsa, mezbûr Kaygusuz'un üzerinde bir veçhile nazar-ı inayet ve merhamet ve şefkat diriğ buyurmayalar. Bu cânibün riayet hâtırıçün ana 'izzet ve hürmet kılalar. Anun kadem-i kudûmın kendülere minnet-i 'azîmile ra'iyyet hileler; dîdârlanyla müşerref olup safâ-nazar himmetiyle mugtenim olalar; ve ana olan riâyet ve himâyet mahzâ bu canibe olmış gibidür, şöyle hileler. Bakî ne ola ki ma'lûm-ı saadet olmaya ve's-selâm."  

 

Kaygusuz Abdal icâteznâmeyi aldı, şeref-i dest-i bûs kıldı. Niyaz edip meskenet gösterdi.

 

Makamına geldi, karar eyledi. Şevk ve muhabbetinden ona bir susuzluk arız oldu. Bir keşkül içine bir miktar yoğurt koyduktan sonra üzerine su kata­rak ayran yapar ve Erenlerin yazıp verdiği icazetnameyi ufak par­çalar halinde ekmek lokması gibi ayranın içine doğrayarak içer. Zira, bu icazetnameyi en iyi bir şekilde yemek suretiyle kalbinde saklayabileceğini gönlünden geçirmişti. Bu hâli gören dervişler taaccüp edip, durumu hemen Abdal Mûsâ Sultana haber verdi­ler.

 

"Sultânum, bir divâneye, bunca zahmet çeküb mübarek elünüzle icazetname yazup verdinüz, o bunun kadr ü kıymetüni bilmeyüb yoğurt içine dograyub yidi." diye şikâyette bulunurlar.

 

Abdal Mûsâ Sultan bu haberi işitince sâdece tebessüm e-der ve "Bana Kaygusuz'ı çağının haber sorayum niçün böyle eylemiş?" der.

 

Kaygusuz'a haber verilir ve hemen Kaygusuz, Abdal Mu­sa'nın huzuruna gelir. Abdal Mûsâ, Kaygusuz Abdal'a sorar:

 

— "Niçün böyle eyledim?"

 

Kaygusuz özr ü niyaz eyliyerek şöyle cevap verir:

 

—"Sultânum, sizün yâdigârunuzu saklamağa hiç bundan daha ma'kûl bir yir bulamadım. Kendü kalbümde saklayam." Bu cevap Sultanın çok hoşuna gider ve şöyle der:

 

—"Başka kimesneler dışarudan söyler, sen içünden söyleyesün."

 

O saat Kaygusuz'un gözü gönlü açıldı ve söylemeğe başla­dı. Bundan sonra Kaygusuz'un mânâ denizine dalıp söylediği her sözü bir kitap oldu, arifler yazdılar ve onun mânâsını bildiler, câhiller bilmeyip şaşakaldılar.

 

ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

 

N E F E S

 

Bu âdem dedikleri

El ayakla baş değil

Âdem mânaya derler

Sûret ile kaş değil

 

Gerçi et ü deridir

Cümlenin serveridir

Hakk’ın kudret sırrıdır

Gayre bakmak hoş değil

 

Âdem mânâyı mutlak

Âdemdedir nutk-ı Hak

Âdemden gafil olma

Nefsi de serkeş değil

 

Kendi özünü bilen

Maksudûn bulan kişi

Hakk’ı bilen doğrudur

Yalancı kallaş değil

 

Bu kaygusuz Abdal’a

Âşık demen dünyada

Nakş u sûret gözetir

Maksûdu nakkaş değil

 

NUTUK

 

Gel Hakka olma asi

Ta gide gönlün pası

Dört kitabın ma'nîsî

Var edeb öğren edeb

 

Gaflet içinden uyan,

Edebsüz olma iy cân

Edebdür asl-ı îmân

Var edeb öğren edeb

 

Edeb gerektür kula

Tâ yolı doğru vara

Edebsüz olma yire

Var edeb öğren edeb.

 

Kaygusuz Abdal uyan

Işkı bil ışka boyan

Şöyle dimişdür diyen

Var edeb öğren edeb*

 

ŞATHİYE

 

Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın,

Yapıp da neylersin, bundan sana ne

Halk ettin insanı saldın cihana

Salıp da neylersin bundan sana ne

 

Bakkal mısın teraziyi neylersin

İşin gücün yoktur gönül eğlersin

Kulun günahını tartıp neylersin

Geçiver suçundan bundan sana ne

 

Katran kazanını döküver gitsin

Mümin olan kullar didara yetsin

Emreyle yılana tamuyu yutsun

Söndür su ateşi bundan sana ne

 

Sefil düştüm bu âlemde naçarım

Kıldan köprü yaratmışsın geçerim

Sol köprüden geçemezsem uçarım

Geçir kullarını bundan sana ne

 

Kaygusuz Abdal der cennet yarattın

Cehenneme nice kulları attın

Nicesin ateş-i aşk ile yaktın

Yakıp da neylersin bundan sana ne

                                                 

Kaygusuz Abdal’ın Menkıbevi Yaşamı

 

Teke ili Alâiye Sancak Beyi’nin oğlu Gaybî Bey, 18 yaşında iken, yanında adamları ile birlikte ava çıkar. Avlanırken bir tepe üzerinde bir âhû görür. O esnâda ahu önüne çıkagelir. Gaybî Bey, onu görünce hemen bir ok çıkarıp kirişe kor, nişan alıp oku atar.  Ok âhûnun sol koltuğunun altına saplanır.  Âhû yıkılmaz ve sıçrayıp kaçar. Gaybî Bey de ardına düşer. Âhûdan durmadan kan akar. Gaybi bey de ciddi bir şekilde onun üzerine at sürer. Dağlar, vadiler geçip nihayet bir sahraya inerler.

 

Yaralı âhu büyük bir âsitâne kapısından içeri girer. Gaybî de arkasından dergâha girerek dervişlere geyiği sorar.

 

Meğer o sahradaki bu dergâh, velâyet erenlerinden Seyyid Abdal Mûsâ Sultan’a aitmiş. Abdal Mûsâ burada büyük bir âsitâne yaptırmış. Onun hizmetinde pek çok kişiler varmış. Yanına gelenler mutlaka mürîd ya da muhib olup kalırlarmış. Hepsi Abdal Mûsâ’ya lâyıkı veçhile hizmet ederlermiş.

 

Dervişler Gaybî Bey’i görüp karşılarlar. Atının dizginini tutup:

-“Buyurun, ziyarete geldünüz ise aşağı inün” derler.

 

Gaybî Bey:

- “Buraya oklanmış bir âhû geldi, o benim şikârımdur, nice oldı, onu bana virün” dedi. Dervişler de:

 

- “Buraya böyle bir âhû gelmedi ve biz görmedük.” Dediler.

 

Gaybî Bey:

-“Hiç dervîşler yalan söyler mi, niçün inkâr idersünüz? Ben âhûyu kendi gözümle gördüm, buraya gelüb içeri girdi” dedi. Dervişler bu sözler karşısında hayret ettiler:

 

-“Bizüm haberimüz yok, bilmiyoruz” dediler. Beyzade bu durum karşısında hayli melûl ve perişân oldu. Bir müddet öyle kaldı, “Aceb bu âhû nice oldu, nereye gitdi? Bunlardan gayri kimünle söylmeşsek” diye düşünürken, dervişler dergâha doğru dönüp:

 

-“Sultânum! Alâiye Sancağı Begi oglı Gaybî Beg, buraya gelüb bizden şikâr talebi der” dediler. Bu esnâda zaten durumu içeriden dinleyen Sultan:

 

- Onu benüm katuma getürün, gelsün ben ona cevâb vireyüm” dedi. Dervişler Gaybî Beye:

 

-Sizü erenler gelsün diye buyurdılar. Hem ziyaret kılasun, hem de kifâyetlü cevâb alasun” dediler. Gaybi Bey de Sultan’ın bu hitabını işitdi ve hemen atından aşağı inerek;

 

-“N’ola varalum, o mübârek cemâlüni görelüm, ellerini bûs idüb, hâk-i pâyüne yüzümüzi sürelüm.” dedi. İçeri meydana girdi, Sultanı gördü, hemen eğilerek selam verdi, ileri yürüyüp elini öptü, alnını yere koyup, hâki pâyine yüzünü sürdü. Daha sonra geri çekilip, karşısında el kavuşturarak ayakta durdu. Seyyid Abdal Musa hazretleri, onun selâmını izzetle aldı. 

 

-“Hoş geldünüz oğlum, safâ geldünüz, kadem getürdünüz. Gönlün, dilegün nedür, dile bizden, şöyle işidelüm, bilelüm” dedi. Gaybi Bey, keyfiyet-i hâli beyân etti. Vâkıayı olduğu gibi anlattı. Sultan:

 

-O âhû, neden senün şikârun oldı?” diye sordu. Gaybi Bey:

 

-“Sultânum! Ben onı ok ile vurdum, üzerine at sürüp hayli koşdum. Çok menzil aldı, yoruldu, güç ile buraya geldi” cevâbını verdi. Sultan:

 

-“O  okı görünce bilür misin? Diye sordu. Gaybî Bey:

 

-“Bilürem, Sultânum dedi. Abdal Musa:

 

-“Bak imdi, gör okunı” dedi. Kendi mübarek kolunu yukarı kaldırdı. Koltuğunun altında saplı bulunan oku gösterdi. Gaybî Bey, bakıp gördü ki, attığı ok, Sultan Abdal Mûsâ’nın koltuğuna saplanmış duruyor. Meğer o geyik suretinde görünen, bu âsitânenin şeyhi Abdal Musa Sultan imiş. Beyzade bu durumu görünce çok pişman oldu.

 

Utandı; bir vakit korku ve heyecanından kendine gelemedi. Kendine gelince hemen Sulta­nın elini öpüp, ayağına baş koydu, özür diledi, tazarrû ve niyaz eyledi. Abdal Mûsâ da koltuğunun altındaki oku çıkarıp, Gaybî Beğin önüne koydu ve şöyle dedi:

 

-"Dergâhunuzda 'itizar ehline lutf u ihsan kapusı her zaman açukdur. Biz geçtük suçundan, bir dahi böyle etmeyesün, her gördüğün cana ok atmayasun."

 

Beyzâde pişmanlık duydu. Aklı başına gelince Abdal Mu­sa'nın hizmetine alınması için niyâzda bulundu:

 

-"Sultânın! Bendemizi hizmetünüze lâyık görüp, oğulluğa kabul eyleyün.  Allah'un kudretiyle hizmetünüzü idelüm." Sultan şöyle karşılık verdi:

 

-"Oğlum! Bu erenler yoluna gitmekliğe mutlak mücerredlik gerekdür. Zîrâ  bu yol, ince, sarp bir yoldur ve bu yolun derd ü belâsı, mihnet ü cefâsı boldur. Halkdan kendüsine her ne cefâ gelürse sab-reyleye ve cânib-i Hakk'dan ne belâ nazil olırsa kendüsine ganimet bile, feryâd kılmaya, incinüb me'lûl ve mahzun ol­maya. Hakk Te'âlâ Hazretinün, her işde bir hikmeti vardur. Meselâ dünyâ ve âhiret, cehennem ve cennet, gice ve gün­düz, kış ve yaz, gam ü şâdî, ağlamak ve gülmek, tag ve sah­ra, yokuş ve iniş hep birbirinin mukâbilidür. Senün pederün bir (Sancak Begi)dür. O sana riyâzâtı çekmeğe rızâ virmez. Var imdi pederünden icazet al, ondan sonra bizüm katumuza gel. Gönlüne de danış ki, sonra peşîmân olmayasun."

 

Beyzâde:

 

-"Sultânum! Benüm pederüm sizsünüz. Burada kaldıguma razı olmazsanuz, ben gayri yire gidemem ve bu âsitâneyi terk itmem. Gelmek var, gitmek ve dönmek yok." dedi.

 

Bu müşavereden sonra Abdal, Mûsâ, bir halîfesine buyurdu:

 

-"Gaybî Bey’in başını tıraş idün."

 

Bu emir üzerine, onu tarikat usulünce tıraş ettiler, taç ve hırka giydirdiler, beline kemer bağladılar. Daha sonra âsitâne-i saâdetde yer gösterip, bir posta oturttular. Gaybî Bey de bu post üzerine çıkıp iki diz üzerine, erkân üzre oturdu. Fahr libâsını ka­bul edip, dünyâdan el etek çekti, her şeyden, uzak kalıp Hakk'a tevekkül kıldı.

 

Menâkıbnâme'de bundan sonra Gaybî Beg'in babasının Teke Begine Abdal Musa'yı şikâyet etmesi; Teke Begünin Ab­dal Musa'yı cezalandırmak üzere harekete geçmesi ve ölümü anlatılmaktadır:

 

Beyzâdenin yanında bulunan refâkatçılar, âhtînun arkasın­dan yalnız başına giden Gaybî Beyi kaybetmişlerdi. Dağları, ovaları, sahraları tamâmiyle aradıkları halde onu bulamamışlardı. Nihayet hizmetkârlardan biri kan izini takiben âsitâne-i saadete geldi. Kapıdan içeri baktı. Gördü ki, Beyzâde buradadır. Hemen diğer yol arkadaşlarına durumu haber verdi:

 

-"Gaybî Beyi burada buldum, gelün, " dedi.

 

Bunun üzerine ne kadar atlı varsa hepsi âsitâne'ye geldi­ler. Atlarından inip, âsitâne kapısından meydâna girdiler. Orada Beyzâdeyi gördüler. Beyzâde, atından ve donundan feragat etmiş, bir post üzerinde oturuyordu. Selâm verip durumu Gaybî Beyden sordular. Gaybî Bey de, olduğu gibi anlattı. Mai­yetinin tereddüdünü izâle maksadıyla: "Bundan sonra benüm babam Abdal Mûsâ Sultândur. Siz, Hemen at ve tumanumu alup benden fârig olun!" dedi.

 

Bunun üzerine maiyeti de bu emre uyarak atını ve elbisele­rini alıp; babası katına geldiler.

 

-"Gaybî Bey avdan geri dönmedi, gâib oldı, hiç gö­rünmez. Nerede ve ne hâlde oldugını bilmeyüz" dediler. Zaten merak içinde bulunan 'Alâ'iye Sancağı Beği bu ko­nuşmaları içeriden duydu. Aklı başından gitti. Durumu tafsilatıyla onlardan sordu.

 

-"Hani oğlum Gaybî nice oldı? Sizünle beraber gitmüş idi, neyledünüz?" dedi. Onlar da Beğzadenin du­rumunu gördükleri ve Gaybî'den duydukları şekliyle babasına anlattılar.

 

'Alâ'iye Sancağı Begi, oğlu Gaybî'nin bir derviş olup, Ab­dal Mûsâ Tekkesi'nde kaldığını işitince ciğeri yandı, acısı tepe­sine çıktı. Hemen yerini yurdunu bırakıp, oğlunun kurtarılması için ricada bulunmak üzere Teke Beyi'nin huzuruna geldi. Selâm verdi, yüzünü yerlere sürdü, ağladı. Abdal Mûsâ hazretlerinden şikâyette bulundu:

 

-"Bir 'âşık dünyâyı tutdı. Dört-beş yüz adbalı var. Benüm oğlunu dahi efsunlar idüb alakoymuş! Bana meded eyle! Tut, onun hakkından gel! Bu  yüregüme bir su serpüp bana derman eyle” dedi.

 

Meğer o esnada Teke Beyinin yanında meşhur bir kimse vardı. Adı Kılağılı îsâ idi. Bu, bahâdır bir kişiydi. Teke Beyi, ne­rede bir cenk olsa, dâima onu gönderirdi. Zira onun becereme­diği iş yoktu. Hiçbir kimsenin bitiremediği işi bu bitirirdi. Kaf Dağı bile olsa o giderdi. Hiçbir kimse ona karşı durup savaşamazdı. Civânmerd idi. Teke Beyinin en çok güvendiği itimat ettiği bir kişiydi.

 

Teke Beği, Abdal Musa'yı getirmesi için en çok güvendiği Kılağılı İsa'yı katına çağırdı ve şöyle dedi:

 

-"Var, o Abdal'ı bana tut getür, nice kişidür göreyüm, andan haber sorayum" dedi.

 

Bu emri müteakip Kılağılı îsâ, el baş üstüne koyup Sa­ray kapısından çıktı, hemen atını eğerleyip üzerine bindi ve sür'atle at koşturarak Abdal Mûsâ Âsitânesi'ne geldi. İçeri girdi. Dervişler onu görünce, hürmetle karşıladılar, atının başın tutup:

 

-"Aşağı in de, atımı bagluyalum" dediler. Bunun üze­rine Kılağılı îsâ:

 

-"Ben aşağı inmem, bana tiz haber virün, Abdal Mûsâ Sultân sizün hanginüzdür? Ana söyleyün gelsün, benümle Teke Begine gidelüm" dedi.

 

Dervişler:

 

-"Sultân seccadesinde oturup halîfkeleri ile sohbet ider. Sen dahi sözün var ise içerü meydâna gir, mübarek elüni öp, sonra ne hâcetün var ise huzurunda arz eyle, dilegüni dile" dediler. Kılağılı îsâ:

 

-"Söyleyün gelsün! Bana zahmet virmesün, ben atumdan aşağı inmem" dedi.

 

Sultan, bu karşılıklı konuşmaları işitti ve hemen nida kıldı:

 

-"Sana kim dirler ve adun nedür?"

 

Kılağılı: 'Bana Kılağılı îsâ dirler" diye cevap verdi. Sultan;

 

"Hemen edebünle geri dön, geldiğin yola git, biz senün didigün âdem degilüz." dedi.

 

Kılağılı İsa'ya bu sözler pek hoş gelmedi. Hiddetlendi. He­men atından aşağı inip, içeri girerek, Sultânı tutup zorla dışarı çıkarmak ve Teke Beğine götünmek istedi.

 

Sağ ayağını üzengi­den çıkardı, fakat sol ayağı üzenginin içinde kaldı. Çıkarmak için uğraşırken, ayağı ile atın karnına tekme vurunca at ürküp dur­duğu yerden hızla uzaklaştı. Durdurmak mümkün olmadı. At, kapıdan dışarı çıkıp, öyle koşuyordu ki, ne atı durdurabiliyor, ne de ayağını kurtarabiliyordu. Çünkü at, yel gibi uçuyordu. Kılağılı îsâ da atın arkasından sürünüp gidiyordu. Böylece at, Teke İline kadar bu minval üzre vardı, Kılağılı îsâ ise, taştan taşa, yerden yere çarpıla çarpıla, pâre pâre oldu, baş kol dağılıp ancak üzen­gide takılı bir budu kaldı.

 

Karşıdan gördüler ki, Kılağılı İsa'nın atı kaçıp gelir, nihayet at bu haliyle menziline geldi. Ama üzerinde kimse yoktu. Bu ne haldir diye ileri vardılar ve atı tutup gördüler ki, atın sol üzengisi­ne asılmış bir insan budu var, başka hiç nesne yok. At ise, koş­maktan kan tere batmıştı. Kılağılı İsa'nın başı, kolu, gövdesi gitmiş, yalnız bir budu üzengide asılı kalmıştı. Bu hâli hemen Teke Beğine bildirdiler.

 

Bunun üzerine Teke Beği melûl ve perişan olup çok hid­detlendi. Zira Kılağılı îsâ, Teke Beği'nin hem güvenilir bir mas­lahatgüzarı, hem de kıymetli bir cengâveriydi. Durumu etrafına sordu. Herkes ayrı ayrı tahmin yürüttü. Teke Beği, daha fazla gazaplandı ve bütün adamlarını yanına çağırarak şu emri verdi:

 

-"Askerler atlanma binsünler, filân yire azîm bir âteş yaksunlar, o münafığı âteşde yakayum, temaşa ideyüm" dedi.

 

Alâiye Sancağı Beği ve bütün askerleri arkasına süvâr olup alemler, sancaklar kaldırılıp, davul ve zurna çalınıp, munzam süvârler halinde durdular. Beğ buyurdu:

 

-"Öncüler önde gidecek âteşi yakacaksunuz. Abdal Mûsâ yanacak; biz de arkadan geliyoruz" dedi.

 

Bu durum, Abdal Mûsâ hazretlerine önceden malûm oldu. Oturduğu yerden "Yâ Allah!" diye bir nâra vurdu. Bu ses üzeri­ne dört-beş yüz mürîdiyle beraber Abdal Mûsâ semâ ede ede Teke Beğine karşı yürümeğe başladı.

 

Âsitâne'nin batısında yüksek bir dağ vardı Abdal Mûsâ ve mürîdlerinin semâ etmesi esnasında bu dağ da hemen onların ardınca yürüdü. Sultan, dağın yürüdüğünü görünce; ona bakıp mübarek eliyle işaret edip "Dur! Dağum dur! "dedi ve dağ dur­du. Daha sonra Abdal Mûsâ ile taş ve ağaçlar cûşa gelip Sultan'ın ardınca Teke Beğine doğru yürüdüler. Dur Dağında ne kadar ağaç - taş varsa hepsi halka halka olup Abdal Mûsâ ile semâ girdiler. Sultan ve mürîdleri semâ ederek ateşin içine doğ­ru yürüdüler ve ateşi tamamen mahvedip söndürdüler.

 

Teke Beği, askeri ile gelirken bu durumu görünce Çatal Derbendi'ne doğru yürüdü. Askeri de onun ardınca geldiler. Beri taraftan Abdal Mûsâ, halifeleri ve dervişleri ile semâ ederek ateşi tamâmiyle söndürdükten sonra Tekke'ye doğru yürüdüler. Yolda gelirken, dağdan bir "Kara Canavar"ın gelmekte olduğu­nu gördüler. Yaklaşınca, Sultan onu gördü ve

 

"İşte Teke Beği'nün rûhı" dedi.

 

Tekke'ye odun getiren Baltası gedik adında bir der­viş vardı. Bu derviş baltasıyla o canavarı vurup öldürdü. Bu es­nada Teke Beği de at üzerinden düşüp ölmüş ve askerleri dört bir yana giderek dağılmıştı.45

 

Menâkıbnâme'nin bundan sonraki kısmında Gaybî Beğin babasının oğlunu kendi rızasıyla Abdal Musa'ya teslim edişi anlatılmaktadır:

 

Teke Beğinin ölümü ve askerlerinin dağılmasını bizzat gö­ren Alâiye Sancağı Beyi, 'bildi ki Sultan Abdal Mûsâ, velayet ve keramet sahibidir. Bu işlere biraz da kendisinin sebep oldu­ğunu düşünen Sancak Beyi pişman oldu. Tevbe ve istiğfar eyliyerek.

 

"Varub o er ile buluşalum, mübarek elini öpüp, ayakla­rına yüz sürüp, özür dileyüp kendüsine tâbi olalum" diye düşündü.

 

Bir müddet sonra, Alâiye Sancağı Beği, üç yüz adamıyla birlikte, Alâ'iye'den kalkıp, Abdal Mûsâ Sultan'ın âsitânesi'ne mü­teveccih hareket etti.

 

Öte yandan Abdal Mûsâ halîfeleriyle sohbet etmekteydi. Başını kaldırıp şöyle söyledi:

 

-"Filân mahalde iki punar çıkdı. Bininden bal ve bininden de yag revân olup akdi. O punarlardan bal-yağ alup mutfakda bir yire doldurun. Bizim Gaybî'nün babası Alâiye Sancağı Begi, kendüsine tâbi üç yüz adamıyla gelüp bizümle mülakat olmağa azm kıldı. Erte bir gün gelürler. Onlan ziyafet idüb konaklık eyliyelüm."

 

Dervişler, Sultanın dediği yere vardılar. Gördüler ki iki bü­yük pınar çıkmış, birinden bal, diğerinden de yağ-ı safı akmakta­dır. Dervişler bundan üç gün üç gece taşıyıp mutfağı doldurdu­lar. Bu pınarlardan bu nimetler üç gün üç gece aktı. Duyan her­kes gelip bu pınarlardan bal-yağ aldılar. Kaplarını doldurdular. Dördüncü gün olunca Abdal Mûsâ Sultan;

 

"Şimdüden sonra punarlardan su aksun!"dedi.

 

Halifeler ve dervişler;

 

"Sultanum, bu punarlan koyun, tâ kıyâmete değin böyle bal yağ aksun, nice kimseler faydalansunlar, size hayır du'â kılsunlar ve hem sizin yâdigannuz olsun" dedi­ler.

 

Sultan Abdal Mûsâ,

 

-"Didigünüz olur, lâkin mîr-î cânibden âdemler gelürler, bizden sonra üzerlerine nazır olurlar, çok mücâ­dele olur, fukaraya virmezler." dedi. Sultan'm dediği gibi, dördüncü gün vardılar gördüler ki, o pınarlardan bal-yağ yerine su akar. Buna binâen bu pınarlara

 

"Bal ve Yağ Çeşmeleri" derler.

 

Bu taraftan Alâiye Sancağı Beği üç yüz adamıyla Âsitâne kapısına geldiler. Atlarından aşağı indiler. Sultan'dan destur alıp içeri girdiler. Sultanın mübarek cemâlini gördüler. Ellerini öpüp ayaklarına yüz sürdüler. Her biri, önce Sultan'dan özür dilediler ve "Kem bizden, kerem erenlerden; bizüm eksükligümüze kalmıyasmuz" dediler. Sultan, onların özürlerini kabul edip

 

"Dergahumuzda itizar sahiplerine lutf u ihsan kapıdan açukdur. Hoş geldünüz, safâ geldünüz" diyerek her birine yer gösterdi.

 

Alâ'iye Beği, maiyeti ile birlikte, Asitâne misafirhanesinde üç gün üç gece konakladı. Ev sahipleri bunlara büyük ziyafetlerde bulundu, dervişler de hizmet ettiler.

 

Gaybî Beğ dahi babasıyla görüştü. Babası onun iki gözle­rinden öpüp nevâziş (gönlünü aldı, okşadı) eyledi ve:

 

-"Oğlum, fahrün mezîd olsun! Akluna fikrime kurbân olayum. Bu fâni dünyâda 'Akil odur kim bir mürşîd eteğine yapışa, salihler-velîler güruhuna karışa, âhiret de dahi onlar ile haşr ola!" dedi.

 

Alâ'iye Sancağı Beği, bu sözleri söyledikten sonra oğlu Gaybî'yi hatır u safâ, hüsn ü rızâ ile Abdal Mûsâ Sultan hazretle­rine teslim edip, onun terbiyesine bıraktı. Daha sonra Sultan Abdal Musa'dan destur alıp vedâlaştı. Bu vedalaşma esnasında Gaybî Beğ, Abdal Musa'ya intisabının babası tarafından da hüsn ü rızâ ile husul bulduğunu görmekten mütevellid, memnu­niyetle babasının elini öperek son oğulluk vazife ve hürmetini gösterdi. Gaybî Beğ, Âsitâne'de kaldı.




* Şiirin tamamı 13 dörtlüktür. Bkz. Prof. Dr. Abdurrahman Güzel, Kaygusuz Abdal, Akçağ Yay. 2. bas.

 

                                                      - Makaleler -