Âşık Remzâni |
KAYGUSUZ ABDAL Yaşadığı Çağ ve Yaşamı
Yrd. Doç. Dr. Mehmet YARDIMCI zileli.yardimci@gmail.com Çoğu Yesi kentinden olmak üzere, Horasan
Erenleri de denilen pek çok Türk-İslâm âlim, şair ve mutasavvıf, 12.yy. sonu
ile 13.yy başlarında Anadolu’ya gelmiştir. Mânevi bir göç halinde Anadolu’ya gelen Horasan
Erenleri Anadolu’da büyük şahsiyetler
yetişmesine katkı koymuş ve Türkçe’nin
saygınlığını arttırmışlardır. 13. yüzyılda
Moğolların Anadolu’ya saldırmaları hem Selçuklu devletini zor duruma
sokmuş, hem de baskılar, isyanlar, eşkıyalar halkı canından bezdirmiştir. Kaygusuz Abdal’ın yaşadığı 14. yüzyıl sonu ile
15. yüzyıl başlarında ise Selçuklu Anadolusu
kültürel yönden oldukça iyidir. Çocuklara okuma yazma amacıyla her mescidin
yanına bir okul, yurdun her köşesine de
medreseler yapılmıştır. Bu dönemde Kaygusuz Abdal’ın yaşadığı Teke ili
çevresindeki kültürel yapı da Türk ruhuna uygun olarak gelişmiş ve Tasavvuf bu
yörede hızla yayılmaya başlamış, çok
sayıda tekke ve dergâh açılmıştır. Teke iline bir dönem Antalya, bir dönem de
Korkud-eli başkentlik yapmıştır. Selçuklular zamanında Antalya’yı idare eden Teke
Beyi ilim adamlarını himaye etmiştir. Tasavvuf, saray ve konaklarda yürütülen şiir ve
edebiyat toplantılarının sanat unsuru olurken, halk arasında da ahlaki
öğütler biçiminde gelişim
göstermiştir. Bunun yanında bazı dergâh ve tekkelerde de
âşıkların terennüm ettiği nefes, deyiş,
nutuk, şathiye vb. biçimde yayılma alanını sürdürmüştür. O çağlarda Teke ilinde kurulan tekke ve
zaviyelerden; Antalya’da Ahi Yusuf Zaviyesi,
Elmalı’da Abdal Musa Tekkesi,
Kalkanlı’da Ahi Devlethan Zaviyesi,
Kaş’ta Şeyh Orhan Zaviyesi bunlardan birkaçıdır. Bu yörede çok sayıda açılan tekke ve zaviyeler
nedeniyle Antalya bölgesi Tasavvuf akımlarının hızla yayıldığı bir bölge
olmuştur. İşte Alaiye Beyi’nin oğlu Alâaddin Gaybî Bey
(Kaygusuz Abdal) de bu manevi kapıdan içeri girenlerden biridir. Alaiye Sancağı
Beyi’nin oğlu olan Kaygusuz Abdal’ın asıl adı Alâeddin Gaybî’dir. Çocukluğunda zamanın bütün ilimlerini tahsil
etmiş, silahşörlük, pehlivanlık, avcılık gibi hünerleri çok iyi öğrenmiş tam
bir bey oğlu olarak yetiştirilmiştir. Doğum tarihi tam olarak bilinmeyen ve 14.
yüzyılın sonları ile 15. yüzyılın başlarına yaşadığı söylenen Kaygusuz Abdal’ın
ölüm tarihi pek çok araştırmacı tarafından 1444 olarak belirtilmektedir. Kaygusuz
Abdal’ın Sanatı Kaygusuz Abdal mahlasını “Gaybî, kaygudan rehâ buldun,
şimdiden sonra Kaygusuz oldun”
diyen şeyhi Abdal Musa’dan almıştır. Abdal Sözcüğü tasavvuf terimi olarak kendini
Tanrı’ya adamış, nesnel yaşamın dışında mutlu, tinsel bir yaşamın varlığına
inanmış kimseler için kullanılmaktadır. Abdal, yeryüzünde bağımsız bir inancın etkisiyle
görünüşe aldırmayan, gösterişe önem vermeyen, belli bir düşünceye bağlanmış
kişilere verilen addır. Bursa fethinden önce Buhârâ’dan gelen kırk
abdaldan biri olarak gösterilen, doğum ve ölüm tarihleri net olarak bilinmeyen,
Abdal Musa’nın babası Gazi Hasan
Ata’dır. Denizli’de yatan Bektaşî ulularından Büyük Yatağan Baba’nın
yetiştirmesi olduğu söylenmektedir. Abdal Musa, yetiştirdiği müridlerle etrafına
yaymaya çalıştığı insanî değerlerle halkımızın en güzel gelenek, görenek ve
özelliklerinin korunmasına hizmet etmiş, bir tarikat olan Bektaşî geleneğini
güçlü temellere oturtmuştur. Geyikli Baba - Abdal Musa - Kaygusuz Abdal üçlüsü bir birine bağlı üç eren olarak
karşımıza çıkmaktadır. Takip ettikleri yol ise Hacı Bektaş Veli yoludur. Abdal Musa,
Sevindik Dede, Kilerci Baba, Kâfi Baba ve Kaygusuz Abdal gibi pek çok
kudretli halife yetiştirmiştir. Bunların
en meşhuru ise Gaybî adıyla da bilinen
Kaygusuz Abdal’dır. Menâkıbnâme’deki bilgiler, Abdal Musa ile
Kaygusuz Abdal arasında, Tapduk Emre ile Yunus Emre arasındakine benzer bir
mürşid - mürid ilişkisinin varlığını
ortaya koymaktadır. Hem hece, hem aruz ölçüsüyle şiirler yazan
Kaygusuz Abdal, özgün ve güçlü bir âşıktır. Deyişleri içerik kadar biçimsel
açıdan da belli bir olgunluğa ulaşmıştır. O, Anadolu’da Yunus Emre’nin en
coşkun takipçisidir. Dili yalın, yapmacıksız, halk dilinin sıcaklığı,
doğallığı ve akıcılığı içindedir. Yaşadığı dönem gereği şiirlerinde Eski
Anadolu Türkçesinin bütün özelliklerini kullanmıştır. Sözcük dağarcığı oldukça geniş olan âşık,
anlatımda sade ve açık bir dil kullanmıştır.
Tasavvuf kurallarını ise, halkın anlayacağı
biçimde basit ve yalın bir biçimde vermiştir. Öğretme amacını ön plana aldığı
için Tahkiye, delil ve kanıt yoluna kadar bütün anlatım yollarına baş
vurmuştur. Kaygusuz, üslubunu kurarken hitap ettiği
kitlenin dilini mukaddes bir emanet gibi korumaya özen göstermiştir. O, eserlerini sade ve anlaşılır bir
üslupla biçimlendirmiş, halkın diline ve
kültürüne büyük saygı duymuştur. Türkçeyi halkın kolay anlayabileceği biçimde
kullanmıştır. Kaygusuz, Türkçenin berrak, devamlı ve kalıcı
bir bilim dili olduğunu “Biz yalnız Türkîceyi biliriz… bu
dil dünya durdukça duracaktır ve bu dili herkes de öğrenecektir.” biçiminde savunmuştur. Kaygusuz, Türkçenin, Hz. Adem’den beri varlığını
sürdürmekte olduğunu Gülistan adlı eserinde Türkçe olarak “Ya Cibril! Git Âdem’e Türki dilince söyle,
durmasın, cenneti en kısa zamanda terk etsin:” buyurarak ortaya koymaktadır. Yine Dilgûşâ adlı eserinde: Ey derviş, mî-danî mî-danî dir
durursun Sen hiç Türkîce bilmez misün? deyişi Türkçe şuurunun dillerde ve gönüllerde
yaşamasına çabalarının güzel örnekleridir. Anadolu’da Alevi-Bektaşî edebiyatının kurucusu
kabul edilen Kaygusuz Abdal, Bektaşî
edebiyatının en özgün şiirlerini söylemiştir. Alevî Bektaşî edebiyatının en güçlü âşıklarından
biri olması nedeniyle şiirlerinde bu gelenekle ilgili terimlere, atasözleri ve
deyimlere oldukça geniş yer vermiştir. Bitmeyecek yere tohum ekmegil Boynunu sun yola başun çekmegil
[Bitmeyecek yere tohum ekme] Yorganun kadar uzatgıl ayagun Söz işik sagır degülse kulagun [Ayağını
yorganına göre uzat] Su görmeden etegün çemrenürsin Meger sen bülbüli leglek sanursın [Suyu
görmeden paçanı sıvama}] Taş atana çömleği tutma siper Anlaya hâlin ki anun aklı var
[Taş atana çömlek tutulmaz] gibi atasözlerinin yanı sıra: Tuz ekmek hakkını sakla iy safâ Ta ki hoşnud ola senden Mustafa
[Tuz ekmek hakkı] Şöyle meşguldur bular kim işine Elleri değmez ki başun kaşına [ Başın kaşımak] biçiminde deyimlere de özenle yer vermiştir. Mısır, Hicaz, Suriye ve Irak dolaylarını gezen
Kaygusuz, Anadolu’un daha çok Güney ve
Batı yörelerinde bulunmuştur. Bunun yanı
sıra şiirlerinden Edirne, Yanbolu,
Filibe ve Manastır’a da gittiği anlaşılmaktadır. Gezginciliği nedeniyle etki
alanı oldukça genişlemiştir. Pek çok şiirini aruz ölçüsüyle yazan Kaygusuz
daha çok düz kalıpları kullanmıştır. Hece ölçüsü ile yazdığı şiirlerinde ise
genellikle yedi ve sekizli hece ölçüsünü kullanmıştır. Uyak konusunda oldukça serbest davranan
Kaygusuz, tam, zengin ve yarım uyağa yer vermiştir. Kimi zaman benzer sesleri uyak olarak
kullanmış, kimi zaman da göz uyağına önem vermeyip iç seslerle uyak yapmıştır. Genellikle dini tasavvufi halk şiirine ait nazım
şekilleriyle divan edebiyatına ait nazım şekillerini ustaca kullanmıştır. Kaygusuz
Abdal’ın Eserleri Bilindiği gibi dini ve tasavvufi Türk edebiyatı
türler açısından zengin bir malzemeye sahiptir. Konuları bakımından birbirlerine çok yakın olan tasavvufi halk
edebiyatı ile Alevi-Bektaşi halk edebiyatı arasında birtakım küçük ayrılıklar
bulunmaktadır. Birisi aynı bağlamdaki şiire ilahi derken diğeri
deyiş, deme, nefes, duvaz vb. demektedir. Örneğin Kaygusuz Abdal da pîri Abdal Musâ’nın
ölümünden duyduğu üzüntüyü dile getirmek için yazdığı şiire nefes adını
vermiştir. Her ikisinde de Allah, Hz. Muhammed ve Hz. Ali
sevgisi yer alırken Tasavvufi halk edebiyatında Sünni kurallar ön planda
gözükmekte, Alevi-Bektaşi halk edebiyatında Batınî özellikler ön planda
gözükmektedir. Yunus Emre yolunda giden âşıkların başında gelen
Kaygusuz Abdal, genellikle hece ölçüsüyle yazdığı şathiye türü şiirleriyle
tanınmıştır. Çok sayıda aruzla yazılmış şiiri bulunan âşık
aruzlu şiirlerinde daha çok tasavvuf esaslarını dile getirmiştir. Çok çeşitli konuları işleyen Kaygusuz’un şiirlerinde yaşama bağlılık ve
mutluluk özlemi ön plandadır. Manzum, mensur, manzum ve mensur karışık eserleri
bulunmaktadır. Kaygusuz Abdal’da güzel örneklerine
rastladığımız çoğu Alevi Bektaşi edebiyatına özgü, Dini ve Tasavvufi Türk
edebiyatına ait türler şunlardır: A.
Manzum eserleri a.
Divan Kaygusuz Abdal’ın klasik anlamda müretteb bir
divanı yoktur. Ancak, bir katalogda 130 kadar olduğu ileri
sürülen bir kısım şiirleri toplu halde Divan adı ile verilmiştir. Bunların
yüzde sekseni gazeldir. Terci-i Bend, Terkib-i Bend, ve Dolabnâme adlı 39
beyitlik kasidesi de Divan içinde sayılmaktadır. Divandaki şiirlerin, gazellerin çoğu tasavvufi
konulardan bahsetmekte, ilahi bir duygu sergilemektedir, heceli şiirleri ise
nutuk ve şathiye özelliğindedir. Bu
şiirlerde Kaygusuz ya Tanrı’yla senli benli konuşmakta ya da dünyanın geçici
zevklerine kapılan insanlarla alay etmektedir. b.
Gülistan “Cevherin kıymetini nasıl sarraf bilirse, can içinde
gizli olan hazineyi de ancak Ehl-i dil olanlar bilir” biçiminde
ki ifadelerle Vahdet-i Vücûd’u anlatmakla başlar. Eser Kâinatın ve Hz. Ademin yaratılışını,
Kısas-ı Enbiya’yı, anlattıktan sonra
tasavvufun çeşitli konularını heyecanlı bir anlatımla dile getirmektedir. c.
Mesnevî-i Baba Kaygusuz (I, II,
III) Belirli bir konuyu işlemeyip yüksek derecede tasavvufi duygu ve heyecanla kaleme alınmış
Kaygusuz Abdal’ın üç mesnevisidir. Bu mesnevilerde Vahdet-i Vücud anlatılmış, sözün
önemi üzerinde durulmuş, ilahi aşk, nefis, gönül, birlik ve beraberlik konuları
işlenmiştir. ç.
Gevhernâme Tanrı’nın birliği; elmas. cevher, inci gibi
değerli olup bir şeyin aslı, esası anlamına gelen Hz. Muhammed’in özellikleri
ve yüceliği üzerine yazılan eserlerdir. Hz. Muhammed’i övmek için kaleme aldığı ve
Vahdet-i vücûd görüşünü deryadan kenara atılan gevhere benzeterek dile getirdiği 71 beyitlik kısa bir mesnevidir. d.
Minbernâme Minbernâme, camilerde hatiplerin Cuma ve bayram günleri çıkıp hutbe
okuduğu kürsü ve kürsüde bulunan hatip hakkında yazılan eserlere denir. Kaygusuz Abdal’ın bir Cuma namazından sonra
hatibin kendisine bakarak söylediği sözler karşısında verdiği cevaptan oluşan
mimbernâmesi çok ünlüdür. Kaygusuz Abdal’ın Akıl ile hâli bildim, Hakk’ı
buldum diyerek minberi tepenler ve
halkı irşad etmeye kalkanlara seslendiği 58 beyitlik küçük bir mesnevidir. e.
Dolapname Dolabname, Allah aşkının terennümünü ifade eden
sorulu, cevaplı yazılan manzum eserlerdir. Kaygusuz Abdal ve yanındakiler, Hac’dan gelirken
Asi suyu kenarında otururlar. Görürler ki bir dolap su çeker ve bunun iniltisi
bir günlük yoldan duyulur. Bu dolabın iniltisi karşısında Kaygusuz Abdal
coşa gelip: Su’âl itdüm bugün ben bir dôlâba Didüm niçün sürersin yüz bu âba Neden bagrun delükdür gözlerin yaş Sebeb nedür sataşdun bu ‘itâba Kararun yok gece gündüz dönersün Dökersin dertlü gözlerden hun âba …………. Dolabın
Cevabı Tolab eydür eyâ çeşmüm çerâgı İşidmege cevâbım aç kulagı Benüm budur sorarsan ser-güzeştüm Ki ben yaylarıdum bir yüce tagı İrişmezdi boyuma altmış arşun Belüme dahi on âdam kucagı biçiminde soru cevaplı bir kaside söyler ve bu
olaydan sonra Dolab’ın adı literatüre
geçer. Bu tip şiirlere de Dolapname denir. Dolapname, dolaba hitap ile ağacın başından
geçenleri tasavvufi görüşle anlatmaktır. f.
Salatnâme Namaz hakkında yazılan eserlere salatnâme denir. Bu hususta pek çok eser yazılmıştır. Bunlar içinde Kaygusuz Abdal’ın namaz kılıp
kılmadığı hakkında yapılan dedikodulara kızarak yarı öfkeli, yarı alaycı bir
dille: Farzı sünneti kıluram Bir yıllık namazı bilürem biçimindeki dizeleriyle cevap verdiği salatnâmesi en meşhurudur. g.
Şathiye Ciddi bir düşünce ya da duyguyu iğneleyici ve
alaycı bir dille anlatan, ilk bakışta anlamsız gibi görünen aslında derin
anlamlar taşıyan şiirlerdir. Tasavvufi aşk halinin sarhoşluğu ile, halkın
anlayamayacağı ya da hoşuna gitmeyeceği sözler söyleme olarak da izah
edilmektedir. Kaygusuz Abdal’ın “Yücelerden yüce gördüm, erbabsın sen koca Tanrı”, “Bir kaz aldım ben karıdan”, “Kaplu kaplu bağalar”, “Yamru yumru söylerim”, “Benk ile seyretmeye”, “Bugün bana bir paşacuk”, “Filibe’de bir karı”, “Erdene şehrinde bugün”, “Yanbolu’da bir karı” dizeleriyle başlayan ilginç
şathiyeleri bulunmaktadır. B.
Mensur Eserleri a.
Budalanâme Kimi kaynaklarda Risâle-i Kaygusuz, kimi
kaynaklarda da Budalanâme adı ile geçmektedir.
Beş ana konuyu işleyen eserde İlk
konu Kendini bilmek olup İnsan sûret midir, can mıdır, kul mudur, sultan
mıdır temaları üzerinde durularak bir mürşid-i
kâmil’e bağlanmanın gereğini anlatır. Mürşit hekim gibidir, derdi de dermanı da bilir,
Hakk’ı kendinde görür. “Hakk’ı bilmek istersen kendini bil, arifler
sohbetine gir.” demektedir. İkinci konuda, Gönülde gizli mâna yazılıdır dile
gelmez deyip gönül temini
irdeler. Üçüncü konuda, Hakk’ı dünyada iken bulmak ve
kendini bilerek hakikati bilmek üzerinde durur. Dördüncü konuda,
dünyanın ve kâinatın yaratılışına değinip kendinden söz eder. Beşinci konuda İnsanın dünyaya gelmekten
amacının kendini ve Hakk’ı bilmek olduğu
üzerinde durur. Eserde, beş konu
içinde çeşitli tasavvufi duyguları dile
getirir. b.
Kitâb-ı Miglâte Bir derviş’in rüya aleminde gördüklerini dile
getirdiği, rüyalarında bazen geçmişte, bazen gelecekte seyahatini konu alan
ilginç bir eser olup günümüzdeki zaman tüneli konularını işleyen kurgu
filmlerini andırmaktadır. Derviş her defasında karşılaştığı şeytanla mücadele etmekte ve her seferinde
galip gelmektedir. c.
Vücûdnâme Vücûdnâme, İnsanoğlunun yaradılışını, Kur’an ve
hadislerin ışığı altında, tıbbî veriler doğrultusunda ifade etmek olan bir
türdür. Yaratılışı, Levh-i mahfuz’dan başlayarak yıldızlar, ay,
güneş, anasır-ı Erbaa ve insanın ana
rahmine düşüşü, insanın doğuncaya kadar geçirdiği aşamalar, hem tıbbi yöntemler
hem de tasavvufi sembollerle açıklanmaktadır. İnsan vücudunun çeşitli uzuvlarıyla, bazı dini,
tasavvufi ve kozmik kavramlar arasında
teşbihler yapan, ilişkiler kuran bir eserdir.
Remizler (semboller) âlemi anlatılarak vücudun kısımlarına tasavvufi
anlamlar verilmekte; gezegenlerin, burçların önemi ve anlamı izah edilmektedir. İnsan vücudunda 366 damar, 777 sinir ve 444
kemik olduğu belirtilmektedir. Dünyada
bütün eşyanın fâni olduğu, yalnız Tanrı’nın ezeli ve ebedi olduğu anlatılmakta,
insanoğlu kâinatın defteridir.
Yerde ve gökte her şey onda mevcuttur
denmekte, kara kaş şeriâta; yüz, tarikata;
baş, devlet tacına; teşbih
edilmektedir. C.
Manzum Mensur Karışık Eserleri a.
Dilgüşâ Vahdet-i vücûd’u anlatan uzun bir mesnevi ile
başlayan eser bir dervişin tasavvuf gereklerini anlatması ile devam eder. Eserde dünya ve ahretin birer mertebe olduğu,
âriflerin her menzili geçişte bir mertebeye eriştiği, Muhammed Mustafa’nın da
kırk yılda kâmil olduğu anlatılır. Eserde insanlara dünya malına kapılmamaları,
kendilerini tanımaları tavsiye edilmekte,
baştan sona tasavvuf konuları
işlenmektedir. b.
Saraynâme Cihan sarayı teşbihiyle yola çıkarak, dünyaya
gelmede amacın ibadet etmek ve Allah’ı tanımak olduğu anlatılır. Kaygusuz Abdal’ın şeriat hususlarına en çok
yer verdiği eseri Saraynâme’dir. Eserde Mensur ve manzum olarak kısaca Allah’a
yalvardıktan sonra Kaygusuz, bu cihanın bir saray olduğunu, içindeki insanların
her birinin bir işe daldığını ve cihanın sahibini (Tanrıyı) düşünmediklerini
mesnevi uyak düzeni içinde anlatmaktadır. Fasıl başlığı altında saraya benzetilen cihan
anlatılmaktadır. Daha sonra sarayın
insan olduğu, ve Tanrı’nın kendini insanda gizlediği anlatılmaktadır. Tanrı’nın
insanlara peygamberler gönderdiği de anlatıldıktan sonra ademin halife olduğu üzerinde durulur. Manzum
bölümlerde yıldızların, güneşin, ayın ne olduğu sorulur. Kısa mensur parçalarda
da insanın kulluk için dünyaya geldiği anlatılır. Bu sarayda âdem padişahtır.
Her haberi ondan almak gerekir. Bu saraya insanlar ibadet için gelmişlerdir. Bu
âlem bir kervansaraydır. Konan göçer. Bu sarayda insan cümle yaratılmışları
kendi nefsinden kem görmez. Hangi nakışa baksa nakkaşı görür. Nefsi kırık,
gönlü alçaktır. Kaygusuz
Abdal’ın Eserlerinde Dini ve Tasavvufi
Unsurlar A. Dini Unsurlar: Kaygusuz Abdal’ın şiirlerinde: a. Tanrıya İman, b. Meleklere iman, c. Kitaplara iman, ç. Peygamberlere iman, d. Ahiret gününe iman, e. Hayır ve şerrin, kaza ve kaderin Tanrı’dan
geldiğine iman konuları şiirlerinde sık ve o denli yerli yerinde kullanılmıştır
ki, dinin bütün kurallarına vakıf olduğunu ve yürekten inandığını
göstermektedir. Yine: İbadet, kavramı, Kelime-i Şahâdet, namaz, oruç, zekât ve
hac konuları saygın ve özgün biçimde işlenmiştir. B. Tasavvufî Unsurla Kaygusuz Abdal’ın tasavvuf teorilerinden ziyade
yaşama uygulama yönüyle ilgilendiği görülmektedir. Kaygusuz Abdal’a göre dört kapı a. Şeriat, b. Tarikat, c. Marifet,
ç. Hakikat
kırk makam düşüncesini temel kabul etmiş ve
tasavvufî düşüncesini bu sistemle yaşama geçirmeye çalışmıştır. Kaygusuz Abdal’ın eserlerinde yaşama sevgisi,
onu yaşadığı dünyaya doğru çeker. Güzel dünya ve doğa onun vaz geçemediği
unsurlardır. O eserlerinde pek çok
konuyu çok farklı yöntemlerle işlemiştir. Kaygusuz
Abdal’ın Mahlas Alışı Gaybî Beyin "Kaygusuz" mahlasını alışı kayıtlarda şöyle
anlatılmaktadır: Gaybî, bundan sonra beyzâdeliği tamamen terk ve maddî hayatın alâyişinden
ferâgatla, dervişliği ihtiyar etmiş, zahir âlemin kayıt ve alâikinden nefsini
tecrîd etmiştir. Bundan sonra Abdal Mûsâ Sultan,
sünnet nazariyle Gaybî'nin yüzüne baktı ve: "Gaybî,
kaygudan rehâ buldun, şimdiden sonra Kaygus uz oldun" dedi. Gaybî yüzünü yere koyup meskenet gösterdi. Sultan bu sözleriyle Beyzâde'nin ismini"Kaygusuz" diye
söyledi. Bundan itibaren Gaybî Bey'in adı "K a y g u s u z" oldu. Kaygusuz
Abdal’ın Şeyhinden İcazetname Alması Rivayet bu cihetledir ki Kaygusuz, Abdal Mûsâ Âsi-tânesinde kırk yıl hizmet
eyledi. Nasibini aldı. Menzil ve merâtib sahibi oldu. Hacc'a gitmeğe
niyetlendi. Aşağıdaki şiiri okuyarak Abdal Musa'dan icazet istedi: Cânûmı (Pîrüm) yolına kurbân
iderem ben Belürsiz olıcak can u cihanı
niderem ben Şey'en li'l-lâh benüm gıybetüme kılıç salan Hercâyî yüze gülici yârı niderem ben Hayvan ü âdeme zencîr yular dahi
dayanmaz Ehl-i tarîki binnefesde yederem
ben Hüsnün cemâlün göreli geldüm imâna Muhammedî'yem bu dîne ikrar iderem ben Hâl diliyle icazet ister Kaygusuz Abdal Şâhum assı kıl (1)
kuşum uçdı giderem ben"
Bunun üzerine Abdal Mûsâ,
"Bana divit ve kalemi getürün" diye emretti. Dervişler istenilenleri getirip
hazır eylediler. Sultan, kalemi kâğıdı alıp Kaygusuz'a bir "İcâzetnâme"
yazdı. İcazetname aynen şöyledir: "Bismi
'ilâhi 'r-Rahmâni 'r-Rahîm! Elhamdüli'l-lâhi'l-lezî
ca'ale kulûbe'l-'arifine ilâ âhirihi.
Her
ne kim uardur cevâb içinde mestur kıldu. Dahi buyurdı kim bizüm ile müşahede
kılmak murâd eyleyen Kaygusuz'a nazar eylesün. Ve bizden hayr dua iltimas
eyleyen Kaygusuz'dan alsun. Safâ nazarın ve himmetin recâ ve niyaz kılsun ve
her ne diyara ki azm idüb (varsa) gerekdür ki,
ol velâyetün erbâb ü a'yân ve ekâbir ve eşraf ve agniyâ ve fukara, her kim olsa, mezbûr Kaygusuz'un üzerinde bir veçhile
nazar-ı inayet ve merhamet ve şefkat diriğ buyurmayalar. Bu cânibün riayet
hâtırıçün ana 'izzet ve hürmet kılalar. Anun kadem-i kudûmın kendülere minnet-i
'azîmile ra'iyyet hileler; dîdârlanyla müşerref olup safâ-nazar himmetiyle
mugtenim olalar; ve ana olan riâyet ve himâyet mahzâ bu canibe olmış gibidür,
şöyle hileler. Bakî ne ola ki ma'lûm-ı saadet olmaya ve's-selâm." Kaygusuz Abdal icâteznâmeyi aldı,
şeref-i dest-i bûs kıldı. Niyaz edip meskenet gösterdi. Makamına geldi, karar eyledi. Şevk ve
muhabbetinden ona bir susuzluk arız oldu. Bir keşkül içine bir miktar yoğurt
koyduktan sonra üzerine su katarak ayran yapar ve Erenlerin yazıp verdiği
icazetnameyi ufak parçalar halinde ekmek lokması gibi ayranın içine doğrayarak
içer. Zira, bu icazetnameyi en iyi bir şekilde yemek suretiyle kalbinde
saklayabileceğini gönlünden geçirmişti. Bu hâli gören dervişler taaccüp edip,
durumu hemen Abdal Mûsâ Sultana haber verdiler. "Sultânum, bir divâneye,
bunca zahmet çeküb mübarek elünüzle icazetname yazup verdinüz, o bunun kadr ü
kıymetüni bilmeyüb yoğurt içine dograyub yidi." diye şikâyette
bulunurlar. Abdal Mûsâ Sultan bu haberi işitince
sâdece tebessüm e-der ve "Bana Kaygusuz'ı çağının
haber sorayum niçün böyle eylemiş?" der. Kaygusuz'a haber verilir ve hemen Kaygusuz,
Abdal Musa'nın huzuruna
gelir. Abdal Mûsâ, Kaygusuz Abdal'a sorar: — "Niçün böyle
eyledim?" Kaygusuz özr ü niyaz eyliyerek şöyle
cevap verir: —"Sultânum, sizün
yâdigârunuzu saklamağa hiç bundan daha ma'kûl bir yir bulamadım. Kendü kalbümde
saklayam."
Bu
cevap Sultanın çok hoşuna gider ve şöyle der: —"Başka kimesneler dışarudan
söyler, sen içünden söyleyesün." O saat Kaygusuz'un gözü gönlü açıldı
ve söylemeğe başladı. Bundan sonra Kaygusuz'un mânâ denizine dalıp söylediği
her sözü bir kitap oldu, arifler yazdılar ve onun mânâsını bildiler, câhiller
bilmeyip şaşakaldılar. ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER
N E F E S Bu
âdem dedikleri El ayakla baş değil Âdem mânaya derler Sûret ile kaş değil Gerçi
et ü deridir Cümlenin serveridir Hakk’ın kudret
sırrıdır Gayre bakmak hoş
değil Âdem
mânâyı mutlak Âdemdedir nutk-ı Hak Âdemden gafil olma Nefsi de serkeş değil Kendi
özünü bilen Maksudûn bulan kişi Hakk’ı bilen doğrudur Yalancı kallaş değil Bu
kaygusuz Abdal’a Âşık demen dünyada Nakş u sûret gözetir Maksûdu nakkaş değil NUTUK Gel Hakka olma asi Ta gide gönlün pası Dört kitabın ma'nîsî Var edeb öğren edeb Gaflet içinden uyan, Edebsüz olma iy cân Edebdür asl-ı îmân Var edeb öğren edeb Edeb gerektür kula Tâ yolı doğru vara Edebsüz olma yire Var edeb öğren edeb. Kaygusuz Abdal uyan Işkı bil ışka boyan Şöyle dimişdür diyen Var edeb öğren edeb*
ŞATHİYE Âdemi balçıktan
yoğurdun yaptın, Yapıp da neylersin,
bundan sana ne Halk ettin insanı
saldın cihana Salıp da neylersin
bundan sana ne Bakkal mısın teraziyi
neylersin İşin gücün yoktur
gönül eğlersin Kulun günahını tartıp
neylersin Geçiver suçundan
bundan sana ne Katran
kazanını döküver gitsin Mümin olan kullar
didara yetsin Emreyle yılana tamuyu
yutsun Söndür su ateşi
bundan sana ne Sefil düştüm bu
âlemde naçarım Kıldan köprü
yaratmışsın geçerim Sol köprüden
geçemezsem uçarım Geçir kullarını
bundan sana ne Kaygusuz Abdal der
cennet yarattın Cehenneme nice
kulları attın Nicesin ateş-i aşk
ile yaktın Yakıp da neylersin
bundan sana ne
Kaygusuz Abdal’ın Menkıbevi
Yaşamı Teke ili Alâiye Sancak Beyi’nin oğlu Gaybî Bey, 18 yaşında iken,
yanında adamları ile birlikte ava çıkar. Avlanırken bir tepe üzerinde bir âhû
görür. O esnâda ahu önüne çıkagelir. Gaybî Bey, onu görünce hemen bir ok
çıkarıp kirişe kor, nişan alıp oku atar.
Ok âhûnun sol koltuğunun altına saplanır. Âhû yıkılmaz ve sıçrayıp kaçar. Gaybî Bey de ardına
düşer. Âhûdan durmadan kan akar. Gaybi bey de ciddi bir şekilde onun üzerine at
sürer. Dağlar, vadiler geçip nihayet bir sahraya inerler. Yaralı
âhu büyük bir âsitâne kapısından içeri girer. Gaybî de arkasından dergâha
girerek dervişlere geyiği sorar. Meğer
o sahradaki bu dergâh, velâyet erenlerinden Seyyid Abdal Mûsâ Sultan’a aitmiş. Abdal
Mûsâ burada büyük bir âsitâne yaptırmış. Onun hizmetinde pek çok kişiler
varmış. Yanına gelenler mutlaka mürîd ya da muhib olup kalırlarmış. Hepsi Abdal
Mûsâ’ya lâyıkı veçhile hizmet ederlermiş. Dervişler
Gaybî Bey’i görüp karşılarlar. Atının dizginini tutup: -“Buyurun,
ziyarete geldünüz ise aşağı inün” derler. Gaybî
Bey: -
“Buraya oklanmış bir âhû geldi, o benim şikârımdur, nice oldı, onu bana virün”
dedi. Dervişler de: -
“Buraya böyle bir âhû gelmedi ve biz görmedük.” Dediler. Gaybî
Bey: -“Hiç
dervîşler yalan söyler mi, niçün inkâr idersünüz? Ben âhûyu kendi gözümle
gördüm, buraya gelüb içeri girdi” dedi. Dervişler bu sözler karşısında hayret
ettiler: -“Bizüm
haberimüz yok, bilmiyoruz” dediler. Beyzade bu durum karşısında hayli melûl ve
perişân oldu. Bir müddet öyle kaldı, “Aceb bu âhû nice oldu, nereye gitdi?
Bunlardan gayri kimünle söylmeşsek” diye düşünürken, dervişler dergâha doğru
dönüp: -“Sultânum!
Alâiye Sancağı Begi oglı Gaybî Beg, buraya gelüb bizden şikâr talebi der”
dediler. Bu esnâda zaten durumu içeriden dinleyen Sultan: - Onu
benüm katuma getürün, gelsün ben ona cevâb vireyüm” dedi. Dervişler Gaybî Beye: -Sizü
erenler gelsün diye buyurdılar. Hem ziyaret kılasun, hem de kifâyetlü cevâb
alasun” dediler. Gaybi Bey de Sultan’ın bu hitabını işitdi ve hemen atından
aşağı inerek; -“N’ola
varalum, o mübârek cemâlüni görelüm, ellerini bûs idüb, hâk-i pâyüne yüzümüzi
sürelüm.” dedi. İçeri meydana girdi, Sultanı gördü, hemen eğilerek selam verdi,
ileri yürüyüp elini öptü, alnını yere koyup, hâki pâyine yüzünü sürdü. Daha
sonra geri çekilip, karşısında el kavuşturarak ayakta durdu. Seyyid Abdal Musa
hazretleri, onun selâmını izzetle aldı. -“Hoş
geldünüz oğlum, safâ geldünüz, kadem getürdünüz. Gönlün, dilegün nedür, dile
bizden, şöyle işidelüm, bilelüm” dedi. Gaybi Bey, keyfiyet-i hâli beyân etti.
Vâkıayı olduğu gibi anlattı. Sultan: -O
âhû, neden senün şikârun oldı?” diye sordu. Gaybi Bey: -“Sultânum!
Ben onı ok ile vurdum, üzerine at sürüp hayli koşdum. Çok menzil aldı, yoruldu,
güç ile buraya geldi” cevâbını verdi. Sultan: -“O okı görünce bilür misin? Diye sordu. Gaybî
Bey: -“Bilürem,
Sultânum dedi. Abdal Musa: -“Bak
imdi, gör okunı” dedi. Kendi mübarek kolunu yukarı kaldırdı. Koltuğunun altında
saplı bulunan oku gösterdi. Gaybî Bey, bakıp gördü ki, attığı ok, Sultan Abdal
Mûsâ’nın koltuğuna saplanmış duruyor. Meğer o geyik suretinde görünen, bu
âsitânenin şeyhi Abdal Musa Sultan imiş. Beyzade bu durumu görünce çok pişman
oldu. Utandı; bir
vakit korku ve heyecanından kendine gelemedi. Kendine gelince hemen Sultanın
elini öpüp, ayağına baş koydu, özür diledi, tazarrû ve niyaz eyledi. Abdal Mûsâ
da koltuğunun altındaki oku çıkarıp, Gaybî Beğin önüne koydu ve şöyle dedi: -"Dergâhunuzda 'itizar ehline lutf u ihsan kapusı her zaman
açukdur. Biz geçtük
suçundan, bir dahi böyle etmeyesün, her gördüğün cana ok
atmayasun." Beyzâde pişmanlık duydu. Aklı başına gelince
Abdal Musa'nın hizmetine alınması için niyâzda
bulundu: -"Sultânın! Bendemizi hizmetünüze lâyık görüp, oğulluğa kabul
eyleyün. Allah'un kudretiyle hizmetünüzü
idelüm." Sultan şöyle karşılık verdi: -"Oğlum! Bu erenler yoluna gitmekliğe mutlak mücerredlik gerekdür.
Zîrâ bu yol, ince, sarp bir yoldur ve bu
yolun derd ü belâsı, mihnet ü cefâsı boldur. Halkdan kendüsine her ne cefâ
gelürse sab-reyleye ve cânib-i Hakk'dan ne belâ nazil olırsa kendüsine ganimet
bile, feryâd kılmaya, incinüb me'lûl ve mahzun olmaya. Hakk Te'âlâ Hazretinün,
her işde bir hikmeti vardur. Meselâ dünyâ ve âhiret, cehennem ve cennet, gice
ve gündüz, kış ve yaz, gam ü şâdî, ağlamak ve gülmek, tag ve sahra,
yokuş ve iniş hep birbirinin
mukâbilidür. Senün pederün bir (Sancak Begi)dür. O sana riyâzâtı çekmeğe rızâ
virmez. Var imdi pederünden icazet al, ondan sonra bizüm katumuza gel.
Gönlüne de danış ki, sonra peşîmân olmayasun." Beyzâde: -"Sultânum! Benüm pederüm sizsünüz. Burada kaldıguma razı
olmazsanuz, ben gayri yire gidemem ve bu âsitâneyi terk itmem. Gelmek var,
gitmek ve dönmek yok." dedi. Bu müşavereden sonra Abdal, Mûsâ, bir
halîfesine buyurdu: -"Gaybî
Bey’in başını tıraş idün." Bu emir üzerine, onu tarikat usulünce
tıraş ettiler, taç ve hırka giydirdiler, beline kemer bağladılar. Daha sonra
âsitâne-i saâdetde yer gösterip, bir posta oturttular. Gaybî Bey de bu post
üzerine çıkıp iki diz üzerine, erkân üzre oturdu. Fahr libâsını kabul edip,
dünyâdan el etek çekti, her şeyden, uzak kalıp Hakk'a tevekkül kıldı. Menâkıbnâme'de bundan sonra Gaybî
Beg'in babasının Teke Begine Abdal Musa'yı şikâyet
etmesi; Teke Begünin Abdal Musa'yı
cezalandırmak üzere harekete geçmesi ve ölümü anlatılmaktadır: Beyzâdenin yanında bulunan
refâkatçılar, âhtînun arkasından yalnız başına giden Gaybî Beyi
kaybetmişlerdi. Dağları, ovaları, sahraları tamâmiyle aradıkları halde onu
bulamamışlardı. Nihayet hizmetkârlardan biri kan izini takiben âsitâne-i
saadete geldi. Kapıdan içeri baktı. Gördü ki, Beyzâde buradadır. Hemen diğer
yol arkadaşlarına durumu haber verdi: -"Gaybî
Beyi burada buldum, gelün, " dedi. Bunun üzerine
ne kadar atlı varsa hepsi âsitâne'ye geldiler. Atlarından inip, âsitâne
kapısından meydâna girdiler. Orada Beyzâdeyi gördüler. Beyzâde, atından ve
donundan feragat etmiş, bir post üzerinde oturuyordu. Selâm verip durumu Gaybî
Beyden sordular. Gaybî Bey de, olduğu gibi anlattı. Maiyetinin tereddüdünü
izâle maksadıyla: "Bundan sonra benüm
babam Abdal Mûsâ Sultândur. Siz, Hemen at ve tumanumu alup benden fârig
olun!" dedi. Bunun üzerine maiyeti de bu emre
uyarak atını ve elbiselerini alıp; babası katına geldiler. -"Gaybî
Bey avdan geri dönmedi, gâib oldı, hiç görünmez. Nerede ve ne hâlde oldugını
bilmeyüz" dediler. Zaten
merak içinde bulunan 'Alâ'iye Sancağı Beği bu konuşmaları
içeriden duydu. Aklı başından gitti. Durumu tafsilatıyla onlardan sordu. -"Hani
oğlum Gaybî nice oldı? Sizünle beraber gitmüş idi, neyledünüz?" dedi. Onlar da Beğzadenin durumunu
gördükleri ve Gaybî'den duydukları şekliyle babasına anlattılar. 'Alâ'iye Sancağı
Begi, oğlu Gaybî'nin bir derviş olup, Abdal Mûsâ Tekkesi'nde
kaldığını işitince ciğeri yandı, acısı tepesine çıktı. Hemen yerini yurdunu
bırakıp, oğlunun kurtarılması için ricada bulunmak üzere Teke Beyi'nin huzuruna
geldi. Selâm verdi, yüzünü yerlere sürdü, ağladı. Abdal Mûsâ hazretlerinden
şikâyette bulundu: -"Bir 'âşık dünyâyı tutdı. Dört-beş yüz adbalı var. Benüm oğlunu
dahi efsunlar idüb alakoymuş! Bana meded eyle! Tut, onun hakkından gel! Bu yüregüme bir su serpüp bana derman eyle” dedi. Meğer o esnada
Teke Beyinin yanında meşhur bir kimse vardı. Adı Kılağılı îsâ idi. Bu,
bahâdır bir kişiydi. Teke Beyi, nerede bir cenk olsa, dâima onu gönderirdi. Zira
onun
beceremediği iş yoktu. Hiçbir kimsenin bitiremediği işi bu bitirirdi. Kaf Dağı
bile olsa o giderdi. Hiçbir kimse ona karşı durup savaşamazdı. Civânmerd idi.
Teke Beyinin en çok güvendiği itimat ettiği bir kişiydi. Teke Beği, Abdal Musa'yı getirmesi
için en çok güvendiği Kılağılı İsa'yı katına
çağırdı ve şöyle dedi: -"Var,
o Abdal'ı bana tut getür, nice kişidür göreyüm, andan haber sorayum" dedi. Bu emri
müteakip Kılağılı
îsâ, el
baş üstüne koyup Saray kapısından çıktı, hemen atını eğerleyip üzerine bindi
ve sür'atle at koşturarak Abdal Mûsâ Âsitânesi'ne geldi.
İçeri girdi. Dervişler onu görünce, hürmetle karşıladılar, atının başın tutup: -"Aşağı in de, atımı bagluyalum" dediler. Bunun
üzerine Kılağılı îsâ: -"Ben
aşağı inmem, bana tiz haber virün, Abdal Mûsâ Sultân sizün hanginüzdür? Ana
söyleyün gelsün, benümle Teke Begine gidelüm" dedi. Dervişler: -"Sultân
seccadesinde oturup halîfkeleri ile sohbet ider. Sen dahi sözün var ise içerü
meydâna gir, mübarek elüni öp, sonra ne hâcetün var ise huzurunda arz eyle,
dilegüni dile" dediler.
Kılağılı îsâ: -"Söyleyün
gelsün! Bana zahmet virmesün, ben atumdan aşağı inmem" dedi. Sultan, bu karşılıklı konuşmaları
işitti ve hemen nida kıldı: -"Sana
kim dirler ve adun nedür?" Kılağılı: 'Bana Kılağılı
îsâ dirler" diye cevap verdi. Sultan; "Hemen
edebünle geri dön, geldiğin yola git, biz senün didigün âdem degilüz." dedi. Kılağılı İsa'ya bu sözler
pek hoş gelmedi. Hiddetlendi. Hemen atından aşağı inip, içeri girerek, Sultânı
tutup zorla dışarı çıkarmak ve Teke Beğine götünmek
istedi. Sağ ayağını üzengiden çıkardı, fakat
sol ayağı üzenginin içinde kaldı. Çıkarmak için uğraşırken, ayağı ile atın
karnına tekme vurunca at ürküp durduğu yerden hızla uzaklaştı. Durdurmak
mümkün olmadı. At, kapıdan dışarı çıkıp, öyle koşuyordu ki, ne atı
durdurabiliyor, ne de ayağını kurtarabiliyordu. Çünkü at, yel gibi uçuyordu. Kılağılı îsâ da atın
arkasından sürünüp gidiyordu. Böylece at, Teke İline kadar bu minval üzre vardı,
Kılağılı îsâ ise, taştan taşa, yerden yere çarpıla çarpıla, pâre pâre oldu, baş
kol dağılıp ancak üzengide takılı bir budu kaldı. Karşıdan gördüler ki, Kılağılı İsa'nın
atı kaçıp gelir, nihayet at bu haliyle menziline geldi. Ama üzerinde kimse
yoktu. Bu ne haldir diye ileri vardılar ve atı tutup gördüler ki, atın sol
üzengisine asılmış bir insan budu var, başka hiç nesne yok. At ise, koşmaktan
kan tere batmıştı. Kılağılı İsa'nın başı,
kolu, gövdesi gitmiş, yalnız bir budu üzengide asılı kalmıştı. Bu hâli hemen
Teke Beğine bildirdiler. Bunun üzerine Teke Beği melûl ve
perişan olup çok hiddetlendi. Zira Kılağılı îsâ, Teke Beği'nin hem güvenilir
bir maslahatgüzarı, hem de kıymetli bir cengâveriydi. Durumu etrafına sordu.
Herkes ayrı ayrı tahmin yürüttü. Teke Beği, daha fazla gazaplandı ve bütün
adamlarını yanına çağırarak şu emri verdi: -"Askerler
atlanma binsünler, filân yire azîm bir âteş yaksunlar, o münafığı âteşde
yakayum, temaşa ideyüm" dedi. Alâiye Sancağı Beği ve bütün askerleri
arkasına süvâr olup alemler, sancaklar kaldırılıp, davul ve zurna çalınıp,
munzam süvârler halinde durdular. Beğ buyurdu: -"Öncüler
önde gidecek âteşi yakacaksunuz. Abdal Mûsâ yanacak; biz de arkadan
geliyoruz" dedi. Bu
durum, Abdal Mûsâ hazretlerine önceden malûm oldu. Oturduğu yerden "Yâ
Allah!" diye bir nâra
vurdu. Bu ses üzerine dört-beş yüz mürîdiyle beraber Abdal Mûsâ semâ ede ede
Teke Beğine karşı yürümeğe başladı. Âsitâne'nin batısında yüksek bir dağ
vardı Abdal Mûsâ ve mürîdlerinin semâ etmesi esnasında bu dağ da hemen onların
ardınca yürüdü. Sultan, dağın yürüdüğünü görünce; ona bakıp mübarek eliyle
işaret edip "Dur! Dağum dur! "dedi ve dağ durdu. Daha sonra Abdal
Mûsâ ile taş ve ağaçlar cûşa gelip Sultan'ın ardınca Teke Beğine doğru
yürüdüler. Dur Dağında ne kadar ağaç - taş varsa hepsi halka halka olup Abdal
Mûsâ ile semâ girdiler. Sultan ve mürîdleri semâ ederek ateşin içine doğru
yürüdüler ve ateşi tamamen mahvedip söndürdüler. Teke Beği, askeri ile gelirken bu
durumu görünce Çatal Derbendi'ne doğru yürüdü.
Askeri de onun ardınca geldiler. Beri taraftan Abdal Mûsâ, halifeleri ve
dervişleri ile semâ ederek ateşi tamâmiyle söndürdükten sonra Tekke'ye doğru
yürüdüler. Yolda gelirken, dağdan bir "Kara Canavar"ın gelmekte
olduğunu gördüler. Yaklaşınca, Sultan onu gördü ve "İşte Teke Beği'nün rûhı"
dedi. Tekke'ye odun getiren Baltası gedik
adında
bir derviş vardı. Bu derviş baltasıyla o canavarı vurup öldürdü. Bu esnada
Teke Beği de at üzerinden düşüp ölmüş ve askerleri dört bir yana giderek
dağılmıştı.45 Menâkıbnâme'nin bundan sonraki
kısmında Gaybî Beğin babasının oğlunu kendi rızasıyla Abdal Musa'ya teslim
edişi anlatılmaktadır: Teke Beğinin ölümü ve askerlerinin
dağılmasını bizzat gören Alâiye Sancağı Beyi, 'bildi ki Sultan Abdal Mûsâ,
velayet ve keramet sahibidir. Bu işlere biraz da kendisinin sebep olduğunu
düşünen Sancak Beyi pişman oldu. Tevbe ve istiğfar eyliyerek. "Varub o er ile buluşalum,
mübarek elini öpüp, ayaklarına yüz sürüp, özür dileyüp kendüsine tâbi
olalum" diye düşündü. Bir müddet sonra, Alâiye Sancağı Beği,
üç yüz adamıyla birlikte, Alâ'iye'den kalkıp, Abdal Mûsâ Sultan'ın âsitânesi'ne
müteveccih hareket etti. Öte yandan Abdal Mûsâ halîfeleriyle
sohbet etmekteydi. Başını kaldırıp şöyle söyledi: -"Filân
mahalde iki punar çıkdı. Bininden bal ve bininden de yag revân olup akdi. O punarlardan
bal-yağ alup mutfakda bir yire doldurun. Bizim Gaybî'nün babası Alâiye Sancağı
Begi, kendüsine tâbi üç yüz adamıyla gelüp bizümle mülakat olmağa azm kıldı.
Erte bir gün gelürler. Onlan ziyafet idüb konaklık eyliyelüm." Dervişler,
Sultanın dediği yere vardılar. Gördüler ki iki büyük pınar çıkmış, birinden
bal, diğerinden de yağ-ı safı akmaktadır. Dervişler bundan üç gün üç gece
taşıyıp mutfağı doldurdular. Bu pınarlardan bu nimetler üç gün üç gece aktı.
Duyan herkes gelip bu pınarlardan bal-yağ aldılar. Kaplarını doldurdular.
Dördüncü gün olunca Abdal Mûsâ Sultan; "Şimdüden
sonra punarlardan su aksun!"dedi. Halifeler ve
dervişler; "Sultanum,
bu punarlan koyun, tâ kıyâmete değin böyle bal yağ aksun, nice kimseler
faydalansunlar, size hayır du'â kılsunlar ve hem sizin yâdigannuz olsun" dediler. Sultan Abdal
Mûsâ, -"Didigünüz
olur, lâkin mîr-î cânibden âdemler gelürler, bizden sonra üzerlerine nazır
olurlar, çok mücâdele olur, fukaraya virmezler." dedi. Sultan'm
dediği gibi, dördüncü gün vardılar gördüler ki, o pınarlardan bal-yağ yerine su
akar. Buna binâen bu pınarlara "Bal
ve Yağ Çeşmeleri" derler. Bu taraftan Alâiye Sancağı Beği üç yüz
adamıyla Âsitâne kapısına geldiler. Atlarından aşağı indiler. Sultan'dan destur
alıp içeri girdiler. Sultanın mübarek cemâlini gördüler. Ellerini öpüp
ayaklarına yüz sürdüler. Her biri, önce Sultan'dan özür dilediler ve "Kem
bizden, kerem erenlerden; bizüm eksükligümüze kalmıyasmuz" dediler.
Sultan, onların özürlerini kabul edip "Dergahumuzda
itizar sahiplerine lutf u ihsan kapıdan açukdur. Hoş geldünüz, safâ
geldünüz" diyerek her
birine yer gösterdi. Alâ'iye Beği, maiyeti ile birlikte,
Asitâne misafirhanesinde üç gün üç gece konakladı. Ev sahipleri bunlara büyük
ziyafetlerde bulundu, dervişler de hizmet ettiler. Gaybî Beğ dahi babasıyla görüştü.
Babası onun iki gözlerinden öpüp nevâziş (gönlünü aldı, okşadı) eyledi ve: -"Oğlum,
fahrün mezîd olsun! Akluna fikrime kurbân olayum. Bu fâni dünyâda 'Akil odur
kim bir mürşîd eteğine yapışa, salihler-velîler güruhuna karışa, âhiret de dahi
onlar ile haşr ola!" dedi. Alâ'iye Sancağı Beği, bu sözleri
söyledikten sonra oğlu Gaybî'yi hatır u safâ, hüsn ü rızâ ile Abdal Mûsâ Sultan hazretlerine
teslim edip, onun terbiyesine bıraktı. Daha sonra Sultan Abdal Musa'dan destur
alıp vedâlaştı. Bu vedalaşma esnasında Gaybî Beğ, Abdal Musa'ya
intisabının babası tarafından da hüsn ü rızâ ile husul bulduğunu görmekten
mütevellid, memnuniyetle babasının elini öperek son oğulluk vazife ve
hürmetini gösterdi. Gaybî Beğ, Âsitâne'de kaldı.
|