Âşık Remzâni

 

 

 

 

Temmuz  2016

 

Üç Hikâye Bir Ders

 

Yazımızın ana fikrini vurgulamak için, öncelikle üç hikayemizi arka arkaya sizlerle paylaşalım.

 

Limon Ağacı

 

Zengin bir iş adamının bahçesinde, yan yana dikilen iki limon ağacı vardı. Mayıs ayı sonlarında açan limon çiçekleri, bütün bahçenin havasını bir anda değiştirir ve apartmanlara hapsedilmiş insanlara baharın geldiğini müjdelerdi. Ancak limon ağaçlarından biri, diğerinden cılız ve şekilsizdi. Bu yüzden büyük ağaç her fırsatta onu küçümser ve tepeden bakardı. Ev sahibi de küçük boylu limon ağacından ümit kesmiş görünüyordu. Ona göre ağaç, bu gidişle kuruyup ölecekti. Bu yüzden de onu fazla sulamaz ve bakımını yapmayı pek istemezdi.

 

Günün birinde esen sert bir poyraz, karlı dağların yamaçlarındaki bir grup çiçek tohumunu iş adamının bahçesine uçurdu. Fakat bahçenin her tarafı parsellenmiş, sadece limon ağaçlarının altında yer kalmıştı. Bir an önce filizlenmek zorunda olan tohumlar, limon ağaçlarının yanına gelerek onların altında yeşermek için izin istedi.

 

Büyük ağaç iyice kasılarak:

 

“ ‘Böyle bir şey asla mümkün olamaz’ diye atıldı, ‘bizler kuru kalmayı pek sevmeyiz. Eğer dibimde çoğalırsanız, suyu emip beni kurutursunuz’.”

 

Aslında büyük ağacın çekindiği başka bir şey daha vardı. Çiçekler rengârenk açtıklarında, limon ağacının sarıya çalan beyaz çiçekleri sönük kalacak ve bahçe sahibinin gözündeki değeri azalabilecekti. Oysaki ağacın, kendinden güzel olanlara hiç mi hiç tahammülü yoktu.

 

Küçük ağaç, uzun boylu arkadaşının tohumlara verdiği cevabı beğenmemişti, çünkü o, kendisine hayat verenin, o hayat için gerekli olan suyu da vereceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden, aklına bile gelmiyordu susuzluk.

 

Tohumların teklifini kabul ederken:

 

“ ‘Sizlerle birlikte olmak, bana mutluluk verir’ dedi, ‘böylelikle yalnızlık da çekmeyiz’.”

 

Büyük ağaç bu işten hoşlanmamıştı. Fakat küçük olanı:

 

“ ‘Güzel yaratılanlardan kimseye zarar gelmez’ diye tekrarlıyordu, ‘güzellerden güzellikler doğar sadece’.”

 

Küçük limon ağacı altında filizlenen tohumlar, bir kaç hafta içinde cennet çiçekleri gibi açıp bütün bahçenin göz bebeği haline geldi. Bu arada ağaç, elinden geldiği kadar kendilerine yardımcı olmaya çalışıyor ve çiçeklerin sevdiği yarı güneşli ortamı sağlamak için, eski yapraklarını döküyordu.

 

Çiçekler, kısa bir süre sonra mis gibi kokular yaymaya başladı. Bahçe sahibi, o ana kadar hiç duymadığı bu kokunun nereden geldiğini araştırdığında, davetsiz misafirleri bularak hayrete düştü. Adam, ancak rüyalarında görebildiği bu çiçeklerin güzelliğini devam ettirebilmek için sabahları artık daha erken kalkıyor ve onları en kaliteli gübrelerle besleyip bol bol suluyordu. Küçük limon ağacı, köklerinin en ince ayrıntılarına kadar ulaşan bu suları çiçeklerle birlikte içiyor ve büyük bir hızla serpilip büyüyordu.

 

Çiçekleri sevgiyle kucaklayan ağaç, ertesi bahara kalmadan o civarın en büyük ağacı haline geldi ve birbirinden güzel kelebeklerin ziyaret yeri oldu. Daha sonra da kendi çiçeklerini açarak bahçenin güzelliğine güzellik kattı.

 

Şimdi küçük ve yalnız kalmış olan limon ağacı ise, komşusuna duyduğu kıskançlıkla için için kuruyordu.

 

Hastane Penceresi

 

Bir hastane odasında ölüm ile yaşam arasında gidip-gelen iki kalp hastası adam. Birisi pencere kenarında yatıyor, öbürü kapı ağzında. Hastaların ikisi de yerinden kalkacak durumda değil, pencerenin kenarındaki gördüklerini diğer hastaya anlatıyor:

 

“Bak gene dünkü sevgililer gelip oturdu banka. Delikanlı kırmızı gül almış bugün. Her seferinde güzel çiçekler alıyor sevgilisine, onu çok seviyor olmalı.

 

Yanlarına simitçi geldi, ‘taze gevrek simit’ diye bağırıyor. Simitler hakikaten fırından yeni çıkmış gibi, kokusu buraya kadar geliyor.

 

Sevgililerimiz bir simidi alıp paylaştılar. Hatta küçük bir parça ördeklere attılar. Ördekler yine yaramaz bugün, havuzdan çıkıp çimenlikte geziniyorlar. Aa! Tüh! Ördeklere bakayım derken küçük bir çocuk dondurmasını düşürdü, yazık! Babası bir şeyler söyleyince ağlaması kesildi. Demek ki, ‘sana yine dondurma alırım’ dedi. Ne merhametli babalar var...”

 

Pencerenin kenarındaki sürekli bir şeyler anlatır diğerine, çünkü kapının kenarında yatan hasta yatağa bağlı olduğu için odanın içinden başkasını göremiyor. Böylece ikisinin de canı sıkılmamış oluyor. Hatta anlatılanlar terapi gibi geliyor. Kapı kenarındaki adam, pencere kenarındaki hastanın yerinde olmak istiyor. Orada olsa manzarayı o da görebilecek.

 

Pencere kenarındaki hastaya bir kriz geliyor. Diğer hastanın acil durum düğmesine basması lazım... Böylece doktorlar gelip hastayı kurtaracak, ama adam basmıyor, çünkü diğeri ölürse kendisi manzaralı yatağa geçecek. Pencerenin kenarındaki hasta ölüyor ve yerini ötekine veriyorlar.

 

Adamın ilk işi perdeleri açıp manzaraya bakmak oluyor. Gördüğü sadece kapkara bir duvar. Manzara sadece bu kadar...

 

Herkes Değerlidir

 

Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularını dağıttı. Ben okulun en iyi öğrencilerinden biriydim. Son soruya kadar soluk almadan geldim ve orada çakıldım kaldım. Son soru şöyleydi:

 

“Her gün okulu temizleyen hademe kadının ilk adı nedir?”

 

Bu herhalde bir çeşit şaka olmalıydı. Kadını yerleri silerken hemen her gün görüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı. Elli yaşında falan olmalıydı, ama adını nerden bilecektim ki! Son soruyu yanıtsız bırakıp kâğıdı teslim ettim. Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuçlarına dâhil olup olmadığını sordu.

 

“ ‘Tabii dâhil’ dedi hocamız; ‘İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar, ama hepsi sizin ilginizi ve dikkatinizi hak eden insanlar… Onlara sadece gülümsemeniz ve “Merhaba” demeniz gerekse bile’.”

 

Bu dersi hayatım boyunca unutmadım, o hademenin adını da... Adı, “Dorothy” idi. Diyeceksiniz ki, “hikâyeler gerçekleri değiştirmez. Hayat bu kadar kolay değil. Evet, bu doğru olabilir. Hikâyelerin kendisinden ziyade size ne anlattığı önemlidir.

 

Bize verilen hikâyeleri okuyup, dinleyip, sonra da gülümseyip, yürüyüp gidiyoruz ya da ne kadar içselleştirip yaşamımıza katıyoruz? Hiç sordunuz mu kendinize? Şöyle bir geçmişi tarayıp davranışlarınızı, sözlerinizi tarttınız mı?

 

Yaşamımız boyunca kaç kişi ile tanışır, kaç kişi ile iletişim kurarız hiç tahmin ettiniz mi? Peki ya bu kişilerden kaçı hayatımızda iz bırakır? Çok azdır eminim. Bırakın hayatımızda iz bırakanları, biz kendimize, kendi hayatımızda yer veriyor muyuz?

 

Eğitimin yaşı yoktur. Yeri gelir bir çocuğun davranışı yetmişinde bir insanı yanlışından döndürür. Sanırım buna, bizim yolumuzda yetişmiş insanlara en iyi örnek, Bostan Kolu Menkıbesi” olsa gerek. Şimdi burada bu menkıbeyi anlatmayacağım, ama okumanızı öneririm.

 

Peki, insan ilişkilerimizi nasıl düzenleyeceğiz?

 

Ön yargılarımızı nasıl aşacağız? Kendimizi nasıl geliştireceğiz?

 

Tüm bu soruların yanıtları var. Her şeyden önce insana değer vereceğiz, kendimize nasıl saygı gösterilmesini istiyorsak önce biz insanlara ve düşüncelerine saygı duyacağız. Kısaca okunacak en büyük kitabı okuyacağız, önce kendimizden başlayarak…

 

Bakınız, Pirimiz Hünkâr bununla ilgili ne diyor:

 

“Okunacak en büyük kitap insandır.”

 

“Hiçbir insanı ve ulusu ayıplamayınız.”

 

“Her milletin iyisi iyidir.”

 

“Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız.”

 

“Yetmiş iki millete bir nazarla (gözle) bakınız.”

 

Yolumuz, Hünkâr Hacı Bektaş Veli yolu olduğuna göre onun sözlerini anlamayıp ya da anladığımızı sanıp hayatımızda yer vermedikten sonra o sözleri söylemenin bizce hiçbir manası yoktur.

 

Dorothy’i hatırlamayan o kişi gibi bizde hayatımızdaki insanlara gereken önemi ve değeri vermezsek bir gün gelir bizde unutulanlar arasına gireriz.

 

İnsan ilişkilerimizi düzenlerken, insanlara mesafe koyup ilişkimizi sürdürüyoruz. Bu da elbette ki insan fizyolojisine uygun bir durumdur. Uygun olmayan, insana insan olduğu için saygı duymamaktır. Kişileri fikirlerine göre değil, nereden geldiklerine, neci olduklarına göre yargılayıp, insanlara değer biçiyoruz. Onları etiketliyoruz.

 

Kısacası fikirleri değil, insanları tartışıyoruz. Bu durum tüm insanlık adına fikir üretmiş düşünürlerin, peygamberlerin, velilerin söylemekten ve yapmaktan kaçındıkları; dedikodu, nefret, kin gibi kötü tohumları büyütmektedir. Daha önemlisi ve kötü olanı bu davranışlarımızı bilerek ya da bilmeyerek, hatta çoğunu farkında olmayarak çocuklarımıza da aşılıyoruz. Onları da bu ortamda yetiştirerek onlara da zarar veriyoruz.

 

İnsana hoşgörü ile bakmak felsefesi, evrensel değerleri taşıyan her düşünce akımında vardır, ama bizim inancımız ve kültürümüzde yer almasını sağlayan Hünkâr Hacı Bektaş Veli olmuştur.

 

Yine Hünkâr Hacı Bektaş Veli yolundan giden Yunus Emre’de nefeslerinden birinde şöyle diyor:

 

Elif okuduk ötürü

Pazar eyledik götürü

Yaratılmışı hoş gördük

Yaradan’dan ötürü.

 

Aşk ile...

 

                                                                      -  Makaleler  -