Âşık Remzâni

 

 

 

 

 

Korku - Din - Tabu Mizah - Özgür Düşünce

 

Bir köyün camisinde, imam cemaate vaaz vermektedir. Ansızın içeri dalan bir köylü, köyü sel basmakta olduğunu haber verir. Bütün cemaat hemen kendilerini dışarı atıp kaçar. Sadece imam, bütün ısrarlara rağmen köyü terk etmeyi reddeder ve Tanrı’nın kendisini koruyacağını söyleyerek camide kalır. Kısa bir süre sonra sular camiye ulaşır, imam çaresiz minareye çıkar. Sular minarenin ilk katına yükselirken bir tekne imamı kurtarmaya gelir. Ancak dini bütün imam, Tanrı’nın kendisini koruyacağını söyleyerek tekneye binmez. Sular yükselir. İmam ikinci kata çıkmak zorunda kalır. Bir tekne daha gelir, ancak imam yine Tanrı’nın kendisini koruyacağına inancının tam olduğunu söyleyerek tekneye binmez. Sular iyice yükselir. İmam artık minarenin en tepesindedir. Bir helikopter yaklaşır. İçindekiler, durumun kötü olduğunu anlatarak, imama helikoptere gelmesi konusunda ısrar ederler. İmam helikoptere binmeyi de reddeder. Bir süre sonra sular iyice yükselir ve imam boğularak ölür.

 

Kendisini ahiretin kapısında melekler karşılar.

 

Melek: Hoş geldiniz, buyurun...

 

İmam: Cennete girmek istediğimden emin değilim.

 

Melek: Neden?

 

İmam: Tanrı’ya biraz kırgınım.

 

Melek: Ne oldu ki?

 

İmam: Ben hayatımı ibadet ederek geçirdim, insanlara hep iyilik yaptım, günahtan uzak durdum. Yaşadığım köyü sel bastı, herkes kaçtı, ama Tanrı’nın beni kurtaracağına inandığımdan ben kaldım. Görüyorsunuz ki şimdi buradayım.

 

Tam bu sırada yukarıdan Tanrı’nın sesi duyulur: “Salağa iki tekne, bir helikopter gönderdik. Böylesine geri zekâlının benim katımda da yeri yoktur...

 

* * *

 

Zamanın derinliklerindeki insan ilk önce doğal güçlere tapmıştır. Yeryüzünde kendilerinden başka birçok varlık vardı ve bu varlıkların çoğu kendilerinden daha güçlüydüler. Ateş yakıyor, gök gürlemesi ürkütüyor, su boğuyor, yel sürüklüyordu. Halen bu inanca sahip topluluklar olduğu gibi, modern dünyada bile bunun izleri vardır. Örneğin yıldırım korkusu, Güneş’i mutlak güç görme vb., gibi. Birçok canlı bölgesinde egemen olmak ister. Bu yaşamsal bir içgüdüdür. Ayrıca insan bilmediğinden korkar. Bilinmeyenden korkma, insanın egemenliğini sağlayamamasından kaynaklandığı söylenebilir. Korunma ve varlığı sürdürme içgüdüsü en temel ihtiyaç olarak kabul edilmektedir. Yani her birey doğal olarak varlığını sürdürme ve güven içinde olma ihtiyacı duymaktadır. Güvenlik ve varlığını sürdürme ihtiyacının engellenmesi bireyde öfke ve saldırganlığa neden olmaktadır. Aslında korkunun tabuya dönüşmesi bilinmeyenden korkulmasından kaynaklanmaktadır.

 

İnanma bir anlamda korkular yoluyla oluşmuştur. İnsani bir zafiyet olan korkular ile yönlendirme her daim olagelmiştir. Korkular yoluyla yönetme ya da başka bir ifadeyle korkutma ile zayıf kılma ve egemenlik altına alma bir güç kullanımıdır. Bu dinsel anlamda halen de korku ile inandırma süregelmektedir.

 

Korkular zamanla insanlar arasında tabuya dönüşür. Tabular da boş (batıl) inanca...

 

Tüm bu korku-inanç-din-tabu ilişkisi insanlarda kendini farklı biçimde ifade etmeye yol açmıştır. Baskı altındaki düşünce, yanardağda sıkışmış lav gibi olmuştur. Bu basıncın boşalması gerekmektedir. Mizah işte bu basıncın oluştuğu devrelerde ortaya çıkmış. Basıncın düşmesinde önemli rol oynamıştır. Bir nevi düdüklü tencerenin düdüğü işlevini görmüştür. Tabuların oluşturduğu korkular basınca, basıncın etkisi de mizahın oluşmasına neden olmuştur, denebilir.

 

Her ne kadar baskının sonucunda ortaya çıkmış gibi gözükse de temelinde özgür düşüncenin baskıcı ortamda dışa vurumudur mizah. Yöntemi, türü farklı farklı da olsa her dönemde kendine yer bulmuştur. İlk çağ insanlarının kendini ifade etme biçimi olarak yaptıkları mağara resimleri ile başlayan özgür düşüncenin somutlaşması günümüzde teknoloji ile birlikte birçok yol ve yöntemler kullanmaktadır. Doğal olarak insanların gelişimi ile birlikte mizah da gelişmiştir.

 

Bilinmeyen doğa olaylarından korkmayla başlamış, bilinmeyenler bilinir hale geldikçe korkular biçim değiştirmiştir. İnsanlık var olduğu günden beri bir gelişim içindedir. Bilim adamları buna evrim diyorsa din adamları ise bunu yazgı, kader olarak adlandırmaktadır. Sonuçta bir değişim bir gelişim söz konusudur. Bilinen evren içindeki canlılar arasında en gelişmişi olan insanda olan bir durumdur mizah.

 

Baskı altında kalan toplumlar, egemen gücün zalimliğini biraz olsun hafifletebilmenin yolunu mizahta bulmuştur. Anadolu’da yaşayan insanların ürettiği fıkralar Bektaşi fıkraları, Temel fıkraları, Nasrettin Hoca fıkraları vb., gibi buna örnektir. Bektaşi fıkraları tam anlamıyla baskıcı gücün altında ezilen halkın nefes alabilmesini sağlamıştır.

 

Bir toplulukta hatırı sayılır bir kimse Bektaşi’ye sorar:

 

Erenler, borcunuz var mı?

 

Bakkala biraz borcum var.

 

Onu sormuyorum. Namaz borcunuz var mı?

 

Namaz borcumu bana Tanrı sorabilir.

 

Size bakkal borcunu sormak yakışır.”

 

İnsanın olduğu yerde mizahta vardır. Ancak bu değişik biçimlerde kendini göstermektedir. Sadece baskının dışavurumu şeklinde olan mizahtan ziyade bir de inancın mizah içinde yer alması vardır ki birçok inanç sisteminde bu çok şiddetli şekilde engellenmektedir. Günah sayılmakta, inanca hakaret sayılmaktadır. Hatta bu nedenle birçok insan öldürülmüştür. Günümüzde de bu yaşanmaktadır.

 

Mizah, özgür düşünceye sahip toplumlarda daha belirginleşmektedir. Bunu yüzlerce yıldır yaşayan ve yaşam biçimine dönüştüren bir toplum olan Alevi-Bektaşiler mizahı inancının içinde yoğurabilmeyi başarabilmişlerdir. Alevi-Bektaşiler Tanrı’ya olan inançlarını Tanrı korkusu yerine Tanrı sevgisi üzerine oturmuş olması Tanrı ile olan ilişkinin bir ast üst ilişkisinden ziyade sevgiliyle bir olma temelindedir. Bu nedenledir ki “Hak ile Hak olmak” “Hakk’a kavuşmak” terimlerine sıkça rastlanır. Aleviler ölümü de bu temelde “Hakk’a yürümek olarak tanımlarlar.

 

Alevi-Bektaşiler Tanrı’ya olan sevgilerini yaşamlarındaki en sevgili olana, (anaya, yârine) verdikleri sevgiyle eşdeğer tutmuşlar, Tanrı ile olan ilişkilerini o boyutta ifade edebilmişlerdir. Bazen kendi kendilerini eleştirmiş, bunu fıkralara mizahi dille yansıtmışlardır.

 

Köyde kıtlık kuraklık olunca köylü toplanmış peşlerinde Bektaşi baba ereni köyün yüksek yerinde yağmur duası etmeye çıkıyorlarmış. Tam bizim Bektaşi baba erenlerinin tarlasından geçerken; Bak burası benim tarla, ona göre!” der, bir gözüyle yukarı bakarak.

 

Yukarı varırlar köylü duaya durur. Peşinden bir kara bulut belirir ki azametli bir şey. Duanın bitiminde bir fırtına kopar ki köylü de şaşırır. Aşağı indiklerinde ne görsünler, Bektaşi’nin tarlasını sel götürmüş.

 

Bektaşi baba ereni, “Suç sende değil, sana tarlayı gösterende” der.

 

Tanrı’nın korkulacak ilah değil sevilecek ilah, yâr-sevgili olarak tanımlanması Yunus Emre’nin ilahi aşkında somutlaşmaktadır.

 

Aşkın aldı benden beni

Bana seni gerek seni

Ben yanarım dün ü günü

Bana seni gerek seni

 

Ne varlığa sevinirim

Ne yokluğa yerinirim

Aşkın ile avunurum

Bana seni gerek seni

 

Aşkın âşıklar oldurur

Aşk denizine daldırır

Tecelli ile doldurur

Bana seni gerek seni

 

Aşkın şarabından içem

Mecnun olup dağa düşem

Sensin dünü gün endişem

Bana seni gerek seni

 

Sûfilere sohbet gerek

Ahilere ahret gerek

Mecnunlara Leyla gerek

Bana seni gerek seni

 

Eğer beni öldüreler

Külüm göğe savuralar

Toprağım anda çağıra

Bana seni gerek seni

 

Cennet cennet dedikleri

Birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene ver anları

Bana seni gerek seni

 

Yunus durur benim adım

Gün geçtikçe artar odum

İki cihanda maksudum

Bana seni gerek seni

 

Tapılan ilah/Yaradan olarak gördükleri Tanrı ile konuşmuşlar. Onu eleştirme durumuna bile girmişlerdir.

 

Tanrı gönlünce yaratır da her şeyi

Neden ölüme mahkûm eder hepsini

Yaptığı güzelse neden kırar atar

Çirkinse suçu kime yüklemeli

 

Ömer Hayyam

 

Ezel avcısı bir yem koydu oltasına

Bir canlı avladı âdem dedi adına

İyi kötü ne varsa yapan kendisiyken

Tutar suçu yükler kendinden başkasına

 

Ömer Hayyam

 

* * *

 

Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın

Yapıp da neylersin bundan sana ne

Halk ettin insanı saldın cihana

Salıp da neylersin bundan sana ne

 

Bakkal mısın teraziyi neylersin

İşin gücün yoktur gönül eğlersin

Kulun günahını tartıp neylersin

Geçiver suçundan bundan sana ne

 

Katran kazanını döküver gitsin

Mümin olan kullar didara yetsin

Emreyle yılana tamuyu yutsun

Söndür şu ateşi bundan sana ne

 

Sefil düştüm bu âlemde naçarım

Kıldan köprü yaratmışsın geçerim

Şol köprüden geçemezsem uçarım

Geçir kullarını bundan sana ne

 

Kaygusuz Abdal der cennet yarattın

Cehenneme nice kulları attın

Nicesin ateş-i aşk ile yaktın

Yakıp da neylersin bundan sana ne

 

Alevi-Bektaşilerin mizahi anlayışı, baskıcı egemen gücün etkisiyle yüzeye çıkmış olsa da aslında Tanrısal yaratıcı gücün inançsal düzlemde dile getirilmesidir. Alevi Bektaşiler inançlarının derin boyutlarını mizahi olarak dile getirmektedirler. Bu durum; tabular, önyargılar vb. nedenlerle yeterince anlaşılamadığı ya da bilinçli bilinçsizce ötelendiği için dinsizlik, kâfirlik vb. suçlamaları hatta iftiralara neden olmaktadır.

 

Alevi-Bektaşiliğin inanca bakış açısı bu bağlamda diğer inançlara nazaran farklılık arz ettiğini önceden söylemiştik. Bu farklılık tamamen inancın özgürlükçü yapısından kaynaklanmaktadır. Alevi-Bektaşilerde inanma durumu zor ve korku yoluyla değil (Kılıç zoruyla), tamamen kişinin özgür iradesi yoluyla, kişinin gönüllü isteğine bağlı olarak yürümesinden kaynaklanmaktadır. Alevi-Bektaşiler buna “Rızalık Şehri demektedirler. Tamamen ayrı bir inceleme konusu olan Rızalık Şehri özgür düşüncemizah bağlamında kişinin içindeki yaratıcı gücün mizahi anlamda vücut bulmasına neden olmaktadır.

 

Tabular içindeki insanlar, bu düşünce ya da inanç tarzını doğrudan inançsızlıkla etiketlemektedirler. Bu etiketleme, ön yargısal durumdan öte, doğrudan bilgisizliğin, gelişmemişliğin, bağnazlığın etkisiyle doğrudan bağlantılıdır. Hangi toplumda olma, hangi dinde olma ile alakalı bile değildir. Örneğin Ortaçağ Avrupa’sının bağnaz din adamları birçok insanı engizisyon mahkemelerinde bu nedenle öldürtmüşlerdir. Birçok insan cadı diye katledilmiştir. Galileo Galilei1 gibi bilim adamları bu Engizisyon mahkemelerinde yargılanmıştır. Keza İslam dünyasında da benzer durumlar yok mudur? Olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunun en somut örneğini Hamdullah Çelebi Savunması’nda okumuşsunuzdur.2 Günümüzde bile bunun örneklerini bol miktarda görmekteyiz.

 

Orta çağ Avrupa’sında aydınlanmanın başlangıcı olarak görülen Martin Luther ile başlayan Protestanlığın doğuşu süreci insanların bilinçlenmesini sağlamış beraberinde dinin kötü amaçla kullanılmaması için toplumsal boyutta bir savaş yaşanmıştır. Avrupa insanı bu uğurda milyonlarca insanını kaybetmiştir. Sonuçta ulaşılan nokta inancın serbest kalmasına ve özgür düşüncenin gelişmesini sağlamıştır.

 

Bir çağın değişimi olarak görülen ünlü Fransız Devrimi (1789) ile başlayan inançsal özgürleşme beraberinde Laiklik kavramını ortaya çıkarmıştır.

 

Fransızcada “Laiklik”3 olarak adlandırılan dinin siyasal sistem olan devletten ayrılması, İngilizce de “Sekülerizm”4 şeklinde ifade edilmiştir. Terminolojik olarak bazen birbirinin yerine kullanılan bu iki kelime bazen anlam farklılığı kazanmıştır.

 

Sorun dinlerde ya da inançlarda değil; dini, inancı çıkarları için kullananlardadır.

 

Aşk ile…

 

 

Notlar:

 

1. Galileo, Galilei (1564 – 1642), İtalyan astronom, fizikçi, mühendis, filozof ve matematikçi.

 

2. Koçak, Yunus; Özmen, İsmail; Hamdullah Çelebi Savunması, 2013, Serçeşme Yayınları.

 

3. Laiklik veya laisizm (Fransızca: Laïcisme); devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir. Fransızcadan Türkçeye geçmiş olan “laik” sözcüğü, “din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk” anlamına gelen Latince “laicus sözcüğünden gelmektedir. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Laiklik)

 

4. Sekülerizm veya Sekularizm; toplumda ahiretten ve diğer dinî, ruhanî meselelerden ziyade dünya hayatına odaklanılması yönündeki hareket. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Sekulerizm)

 

 

                                                                      -  Makaleler  -