Âşık Remzâni |
KERBELA’DA BİR ÇOCUK
Çölün kızıllığında tan yeri
ağarmak üzereydi. Öyle bir kızıllık ki ne tarihte bir eşi vardı, ne de üzerinde
yaşanılan dünyanın başka bir yerinde. Bu kızıllık başka bir kızıllıktı. Hem
gökte, hem yerde, hem de yüreklerdeki kızıllıktı. Bu gökyüzünün, her gece ve
gündüzün başlangıcında ağlayacağı kan kırmızısı bir ağıttı. Biraz sonra
yükselecek güneşin sıcaklığı mı yoksa gerçeği bilen ve hissedenlerin
yüreklerinin yangını mıydı bilinmezdi ama daha şimdiden hem içlerini hem
yüzlerini kasıp kavuruyordu. Minicik kum taneleri sanki birer dev olmuş
üzerlerine üzerlerine geliyor. Çadırın dışından gümbür gümbür vuruyorlardı.
Ilgıt ılgıt esen sam yeli çadırın açıklıklarından içeri sinsi bir sessizlikle
süzülüyordu. Sanki şimdiye kadar yaşadıklarını alaya alıyor daha elem verici
olanlarını fısıldıyordu. Gündüzün sıcaklığına gecenin ayazı ile birlikte
ailesinin içindeki endişeyi hissedebiliyordu, o küçücük yüreğinde.
Nasıl olduğu bilinmez ama obiliyordu ki bu dünyada yaşanan zalimlerin verdiği acılar doğruluk ve Hak’tan
yana olan masumlar içindi. Bunun için katlanabiliyordu belki de. Yine biliyordu
ki, bu fani dünyanın fani hayatı son bulduğunda gerçek hayata “Hakk’a yolculuk”
başlayacaktı. Tüm bunlar batıni anlamda kendisine tebliğ edilendi. Ama fani
dünyadaki yeni yetmeye başlayan aklı kabullenemiyordu. Kısacık yaşamında
sorguluyordu; -Niye- diye, -Niye bu kadar haksızlık var? Ama büyük dedesi Şah-ı
Velayet “Haksızlığın önünde eğilme, hakkın ile şerefini de kaybedersin.”
buyurmuştu. Hak, neydi biliyordu. Peki, şeref neydi onu bir türlü
anlayamıyordu. Belki de bir ödüldü, ya da bir oyun.
Tüm bunları düşünürkençadırdaki aralıktan dışarısı bir ara gözüktü. Binlerce insana benzeyen bedeni
olan ama içi boş yüreksizler, sevgisi olmayanlardı. İçi ürperdi, çok korktu.
Hayaletler bile daha canlı, daha sevimli gelmişti. Yatağının içine - Merhaba, ey gözümün nuru,
uyandın mı canımın içi? Küçük Muhammed: - Ana, ben korkunç bir rüya
gördüm. Her tarafım canavarlarla çevriliydi. Ama Dedem geldi. O, gelince
canavarlar bize doğru yaklaşamadı. Ana, onlar kiim? İçindeki endişeyi dışa
vurmamaya çalışan Fatıma: - Sen bunları düşünme güzel
yavrum. O canavarlar hayalinde, bak baban burada, Amcan Ali Asgar burada, sen
şimdi şu sütü iç ki bir an önce büyüyesin. Küçük Muhammed: - Ama ana buraya geldik
geleli bu çadırdayım. Ben akranlarımla oynamak isterim. Sense hep engel oluyor.
Çadırdan çıkarmıyorsun. Fatıma: - Çıkacaksın yavrum. Ama
şimdi değil. Küçük Muhammed: - Iıh! Dedi, hoşlanmamıştı. Ama
sütünü içmeye başladı. Bu sırada Ali Asgar ve babası Zeynel Abidin ateşler için
de kıvranıyorlardı. Zeynel Abidin ateşli hummaya yakalanmış, Ali Asgar ise
Fırat’ın soğuk sularından çıkınca hastalanmıştı. Onun gibi diğer hasta olanları
dedesi İmam Hüseyin aynı çadırda toplamıştı.
Babasına baktı içi burkuldu.Onun kahramanıydı. Kafilenin yola çıkmasından önce aldığı görevle; kafilenin
öncüsü, genç atlıların lideri, gözcülerin başı yiğit komutandı. Ufuk çizgisinde
görülebilen her hareketlenmeyi, her davetsiz misafiri ya da kum fırtınalarını
haber vermekle görevliydiler ya işte o nedenle babası eşsizdi, büyüyünce o
Dışarı çıkma isteği yerinianılara bıraktı, günler öncesinde tüm ailesi bir araya geldikleri zamanı
hatırladı. Gülümsedi. Dedesi zamanın İmamı, Allah’a şükretmiş, tüm aile kısa da
olsa mutlu olmuştu. Keşke hep böyle bir arada mutlu olabilselerdi.
Yolculuk boyunca devesırtındaki küfelerin içinde sarsılmaktan içleri dışına çıkmıştı. Sonra
hayvanları düşündü. Ama hayvanları seviyordu. Onlara elleriyle beslemeyi,
sırtlarında gezmeyi anımsadı. Ama bu bela yer tüm bunları engelliyordu.
Geldikleri ilk günlerde çevrelerindeki tüm dikenleri yiyip bitiren develer ve
atlar, sıcaktan kavrulmuş rüzgârlarla taşınan birkaç ot parçası ile doymaya
çalışıyorlardı. Susuzluk daha büyük belaydı. Onlar için de kendileri içinde tam
bir belaydı. Düşünceler, anılar içinde gezinirken dedesini gördü.
Zamanın İmamı çadırdan içerigirdiğinde ilk olarak Fatıma’yı çağırdı. Dikkatlice süzdü. Ne diyecekti,
dedesini merakla bekledi. Annesi Fatıma, onun elinden tuttu dedesine yaklaştı.
Zamanın İmamı Hüseyin, oğlu Zeynel Abidin ile Yeğeni Fatıma’nın göz nuru olan
torunu Muhammed’i kucağına aldı. İkisi göz göze geldiler. Tüm sorular
yanıtlanmış, şüpheler ve endişeler gidivermişti.
Küçük Muhammed ile dedesiartık on sekiz bin âlemin Yaradan’ı için, âlemlerin üstündeydiler. Onlar nur
üstüne nur olmuşlar, zamanın ve mekânın dışına çıkmışlardı. İkisi bir olmuş
yeryüzünde olacaklara vakıf olup, kendi üstlerine düşen görevleri birbirlerine
fısıldıyorlardı. Zamanın İmamı: - “Torunum şebih ve
bakırdır.” Dedi. İlkini
Resulullah’a benzediği için demişti. İkincisini ise, ilmi güçlü, ışık saçan,
ilimle önder olacak anlamında söylemişti. O, babası ile birlikte yeryüzünde
Hakk’ın, Hakikatin Yolu’nu sürecek olan Yol’a yön verecek olan çocuk İmamdı. O,
iki dedesinin izini sürecek, Velayet makamının beşincisi olacaktı.
Küçük Muhammed, dedesinin kucağında gözleri gözlerinde, elleri ile inci gerdanını okşuyordu
ki gözlerinden bir damla zemzem suyu akıverdi. Bu onun oradaki ilk gözyaşıydı.
O damla âlemlere rahmet olanlar, Hak yolunu sürenler içindi. Zaman durmuş,
hemen yanı başlarında akan ab-ı Fırat, bu bir damla için niyaza geçip, sesini
kesmişti. Sanki akmıyordu. Az sonra rengi değişerek köpüklenip, kan çağlayacaktı.
Sadece ab-ı Fırat mı? On sekiz bin âlem ağlıyordu, o gözyaşıyla birlikte, olmuşlara
ve olacaklara… |