Âşık Remzâni |
Şubat 2016
İnsan
Olmak Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra, pazar sabahı
kalktığında keyifle eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde
oturacağını hayal ediyordu. Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve parka
ne zaman gideceklerini sordu. Baba, oğluna söz vermişti; bu hafta sonu parka
götürecekti onu, ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması
gerekiyordu. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne
ilişti. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı: “Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim!” Sonra düşündü: “Oh be, kurtuldum! En iyi
coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez!” Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu
babasının yanına koşarak geldi: “Babacığım, haritayı düzelttim.
Artık parka gidebiliriz!” Adam önce inanamadı ve görmek istedi.
Gördüğünde de hayretler içindeydi ve oğluna bunu nasıl yaptığını sordu. Çocuk
şu ibretlik açıklamayı yaptı: “Bana verdiğin haritanın
arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzettiğim zaman dünya kendiliğinden
düzelmişti!” İnsanlık tarihi boyunca zalim ile
mazlumun savaşı süre gelmiştir. Adalet çoğu zaman bu savaşın dışında kalmış,
uzaktan seyretmiştir. Günümüzde de büyük bir değişiklik yoktur. İnsanlar kendi
çıkar ve bencillikleri ile nefsin iradesi altında oldukları müddetçe de bu
savaş sürecektir. Günlük hayatımızda (barış ve sükûnetin
biraz olsun yakınımızda olduğunda) yaptığımız her türlü hal, hareket ve
duruşumuzda nefsin bizden istediği uygun olmayan isteklere dur diyerek yol
almamız istenir. Alevi-Bektaşi inancında bu durum bireysel olarak canlardan
istenir. Kişi yola girince “can” olarak “İnsan-ı Kamil” olma yolunda ilerlemek üzere ikrar
vermiştir. Bu durumun toplumsal boyutta olan durumu yani toplumların ilerlemesi,
gelişmesi de bireylerin gelişmesine bağlıdır. Zalimliğin tüm gücüyle üstümüze
çullandığı durumların tarihte sayısız örnekleri ile doludur. Kerbela olayı, Pir
Sultan’ın asılması, Kalender Çelebi ayaklanması, Hamdullah Çelebi’nin sürgün
edilmesi bizim tarihimizde gerçekleşen zalimin zulmüne birebir karşı duruşun en
başta andıklarımızdır. Zalimin zulmü sadece bizim tarihimizde,
toplumumuzda olan bir durum değildir. Farklı toplumlarda da benzer durumlar
tarih sahnesinde yer bulmuştur. Amerika’nın kısa tarihinde Amerikan yerlileri
ile beyaz adamın (aşağılamak anlamında “Kızılderililer”
denmekte) mücadelesinde “Geronimo” gibi liderlerin duruşu bir örnektir.
Keza Avusturalya yerlileri Aborjinlerin yine beyaz adamla olan mücadelesi ve
Afrika’daki siyahi insanların beyaz ırkla olan mücadelesinde Nelson Mandela
ismi bu duruşların örnekleridir. Avrupa’nın tarihini inceldiğimizde
ilginçtir ki bu örnekleri verdiğimiz zalimliği yapanların Avrupa’dan göç
edenlerin yaptığını görürüz. Ancak aynı Avrupa 13.- 18. yüzyıl arasında benzer
mücadeleyi yaptığını görürüz. Burada “Martin Luther” ismi öne çıkmakta Katolik
kilisesinin zalimliği Engizisyonuna başkaldırı yani protestosu Protestanlığın
doğmasına neden olmuştur. Yine çağ değişimine neden olan ünlü 1789 Fransız
devrimi özgürlükler ve haklar uğruna yapılmış ancak devrimi yapanlar sonradan
yıktıkları rejimden daha zalim olabilmişlerdir. Zalimliğe karşı duruşun
önde gelen isimleri güç ellerine geçince daha da zalim olabilmektedir. Fransız
devriminden sonra olanların benzeri Emevi devletini yıkan Abbasilerin yaptığı
zalimlikte görülür. Buradan çıkarılacak tezlerden biri, “Güç sarhoşluğu, kibir nefsin
uyanmasına gözün ve gönlün kapanmasına neden olmaktadır.” Kimliğin inancın ve aklın
bir önemi kalmamaktadır. İmam Ali’nin “Gönül hazinesinin bekçisi akıl giderse
nefis şeytanı gönlü ele geçirir.” sözündeki gibi bu tezden yola çıkacak olursak güç hiçbir zaman
tek elde olmamalıdır. Gücün tek yerde olması kişiyi de toplumu da bozmakta
zalimliğin, diktanın egemen olmasına neden olmaktadır. Tüm bunlar toplumsal
boyutta zalimle masumun mücadelesidir. Bireysel mücadele ise insanın kendi
kendisiyle olan nefsi mücadeledir. Her insan masumiyetten gelir. Her bebek,
çocuk masumdur. (Alevi-Bektaşi inancında Kerbela da öldürülen bebek ve çocuklar
için “On Dört Masum-u Pak” tanımlaması kullanılır.) Dünyaya masum gelen
insan sonradan bilerek ya da bilmeyerek kirlenir masumiyeti bozulur. Zalimliğe doğru
bir kayma olur. Hatta çoğu zaman birey zalim olduğunun farkında bile değildir. Ünlü
şarkı sözünde olduğu gibi “Biz büyüdük kirlendi dünya...”1 Oğlumu berbere götürdüğüm
bir gün berberin de oğlumun yaşlarına yakın bir oğlu olduğunu onu karate
kursuna yazdırdığını öğrendim. Merak edip, “Neden karate?” diye sorduğumda hiç
beklemediğim bir yanıt aldım. “Oğlum kavgada dayak yese bile bir iki de
o yumruk atar, tekme sallar. En azından birini döver. Karşı tarafa zarar verir diye
gönderiyorum.” Bu yanıt aslında düşüncemi
doğruluyordu. Bizlere “uzak doğu sporu”, “savunma sanatları” adları altındaki karate,
tekvando, judo, boks vb., sporların dövüşmeyi zarar vermeyi amaçlayan bir
olayın spor olarak adlandırılması ya da spor kapsamında sayıldığını hiç
anlamadım zaten. Bu düşünce biçimiyle yoğrulan bir zihnin nasıl masumiyetini
koruyacağı kafamda birçok soru işaretine neden olmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nın
önemli olaylarından, belki de en önemlisi olan “Çanakkale Savaşı” Emperyalizmin zalimliği
ile masum halkların2
savunması vardır. Masumiyetin lideri Mustafa Kemal savaşı kazanmış ve
masumiyetin çığlığını şöyle seslendirmiştir: “Bu memleketin toprakları
üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız.
Huzur ve sükûnet içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun
koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı
dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur
içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra
artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.” Hünkâr’ın sözleri ile ne
kadar da örtüşen bir söz, davranış biçimidir bu sözler. Hünkâr şöyle demiştir: • Düşmanınızın dahi insan
olduğunu unutmayınız. • Yetmiş iki millete bir
gözle bakmayan bizden değildir. • İyiliğe iyilik etmek
herkesin harcıdır. Kötülüğe iyilik etmek ise er kişinin harcıdır. Ne kadar da kolay bunu
yazması. Ya yaşaması, yaşama uyarlanması, işte bu ancak başımıza gelirse anlayabileceğimiz bir
durumdur. Şöyle bir düşünün geçmişinizi ya da günümüzü size kötülük eden, sizi
karalayan, yaralayan, inciten hatta size her türlü zararı veren birine iyilik
yapabilir misiniz? Hz. İsa çarmıha gerilirken şunu
diyebilmiştir: “Baba
affet onları. Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.” Hz. İsa, İmam Hüseyin, Hünkâr Hacı
Bektaş Veli yaptıkları ve söylediklerinde hiçbir fark olmadığı aşikârdır. Hepsi,
İnsan-ı Kâmil, hepsi ulu insanlardır. Hepsi inandıkları değerler uğruna ödün
vermeden dik durabilmişler, hatta zalimlerin bu zulümlerine karşılık kendileri
için değil zalimler için af dileyebilmişlerdir. Bunu yapabilmek sadece İnsan-ı
Kâmil’lere mahsustur. Biz yapabilir miyiz? Bunun da ötesi, sevdiklerinize, çocuklarınıza
zarar vermek isteyenlere, onları ya da onların geleceklerini yok etmek
isteyenlere iyilik yapabilir miyiz? Onlar için “affedin” diyebilir miyiz? İnsanı kâmil olmak: “Düşmanınızın dahi insan olduğunu bilecek kadar yücelik midir?” Bireysel anlamda olgunluğun zirve
noktası olan “İnsan-ı
Kamil” mertebesi
için mücadele her insan için insan olma mücadelesi ile başlar. Bireyin insan
olma mücadelesi Alevi-Bektaşilikte somutlaştırılarak bir yemine, anda dönüşür
ki bunun adı “İkrar”dır. İkrar vererek birey “can” olur. Artık geri dönüşü olmayan bir
yola girmiştir. Bu yol onu yeniden masumiyete, turaplığa insan olma yoluna götürür.
İster Alevi-Bektaşi olsun ister farklı inançtan birisi insancıl düşünme biçimi
yani Hümanizma bizi her daim masumiyete zorlar, adı farklı olsa da. Burada toplumsal mücadele yürüten ve bu
mücadeleye önderlik eden liderliğin ne kadar zalim, ne kadar masum olduğu çok büyük
önem taşımaktadır. Bu gün kahraman olarak halkların gönüllerinde yer bulan masumiyetin
timsali olan bu liderlerdir. Masumiyetin simgesi olan kahramanlar hep
son anlarda, zor anlarda toplumun bağrından çıkmışlar. Üstelik kendilerini
lider, önder, öncü görmeyip sadece masumiyetin savunuculuğunu, halkların özgürlüğünü
savunmuşlardır. Bu kişiler “ben” dememiş, “ben sizin liderinizim” dememiş, ne kadar yanlış, kötü olursa
olsun hiç kimseyi ayırt etmeden sadece masumiyeti, özgürlüğü, haklılığı savunmuş
“ben değil biz” demişlerdir. İnsan doğası gereği zalimleri, diktaları
hep dışlamış, lanetlemiştir. Bu liderler sadece kendilerini değil içinde
bulundukları toplumları hatta insanlığı tehdit etmişler. Sadece kendi
bencillikleri ile kendilerini, eşini, dostunu, yakın çevrelerini düşünmüş.
Hatta çatışma içine düşerlerse yakınlık bağına güven duygusuna bile bakmadan çıkar
hesabına göre davranmışlardır. Bunun örneği, Kanuni Sultan Süleyman Pargalı İbrahim’i
(çocukluğundan beri içtikleri su bile ayı gitmemiş, kız kardeşi ile evlendirmiş,
en güvendiği sırdaşını) boğdurmaktan geri durmamıştır. Yine Alman diktatör
Hitler en güvendiği komutanlarını savaşın en zor anlarında öldürtmekten geri
durmamıştır. Muaviye ve Yezit de benzer şekilde davranmış, Abbasiler de Eba Müslüm’ü
öldürtmüştür. Benzer durum günümüzde de görülmektedir. Zalim her yerde, her zaman zalimdir. Hak
cihana doludur, kimseler Hakk’ı bilmez Onu
sen senden iste, o senden ayrı olmaz Dünyaya
gelen geçer, bir bir şerbetin içer Bu
bir köprüdür geçer, cahiller onu bilmez Gelin
tanış olalım, işin kolayın tutalım Sevelim
sevilelim, dünya kimseye kalmaz Yunus sözün
anlar isen, manisini dinler isen Sana
iyi dirlik gerek, bunda kimseler kalmaz Aşk ile... Notlar: 1. Telli Turna, Söz: Murathan Mungan, Müzik: Manos Loizos; Albüm: Akdeniz Akdeniz 2. Sadece bir halk değil, faklı birçok
halkın, halkların varlığı söz konusudur.
|