Âşık Remzâni |
Hünkâr Temmuz - Ağustos
2015 Dağlardan
esen sert rüzgârın da etkisiyle soğuk insanı bıçak gibi kesiyordu. Günler öncesinden
yağan kar buz kesmiş, üstüne bastıkça cam gibi çatırdıyordu. Yabani hayvanlar
bile aç karınlarını doyurmak için köylere, şehirlere iniyordu. Kuşlar soğukta uçmakta
zorlanıyor, aç kalmadıkça gökyüzünde gözükmüyorlardı. Nişabur’un
yardımseverleri şehrin çeşitli yerlerine özel kuş yuvaları yaparak, onlara
ellerindeki yiyecekleri vererek yardım ediyorlardı. Nişabur, her zaman olduğu
gibi soğuğun etkisiyle zemheri gününe geç uyanıyordu. Ekmekçiler fırınlarında, öğrenciler
mektebe gidiyordu. Soğuk, iliklere kadar işlerken bile herkes işlerinin başındaydı. Nişabur’u
eskiler, “Gökten baktığımızda yeryüzünün
Zühre Yıldızı Nişabur’dur.” Sözüyle
çok
iyi özetlemişlerdir. Zira dünyadan bakıldığında
Zühre
Yıldızı, parlaklığı ve yeryüzüne yakınlığı
ile meşhur olmuş bir yıldızdır. Dolayısıyla, Nişabur
şehri de yüksekliği ve canlılığıyla gökyüzünden
bakıldığında yeryüzünün semaya
en yakın noktası olarak kabul edilmiş ve
Zühre Yıldızı ile eş değer sayılmıştır.(1) Bu
yüceliği, fiziki anlamda iklimine yansıtsa da asıl yüceliğini farklı bir şekilde
de elde etmişti. Horasan(2) bölgesi o dönemlerde (12-13. yüzyıl)(3) bir i lim
yuvasıydı. Buranın tam ortasında olmaları onlar için en büyük fırsattı. Bölgenin
ileri ilim seviyelerine ulaşmasının iki önemli nedeni vardı. Birincisi, İmam
Ali soyundan gelenlerin yerleşmesi idi. Diğeri ise bulundukları bölge “Horasan”,
hem Doğu, Hint, Çin gibi uygarlıkların, hem de Batı Avrupa, Yunan, Mısır uygarlıklarının
tam ortasında, İpek ve Baharat Yollarının geçiş güzergâhındaydı. Zagros
sıradağlarının bir uzantısı olarak yükselen Binalud dağının güneybatısında yer
alıp, rakımı 1293 metreyi bulan bir yaylanın doğu kıyısında düzlükte kurulmuş
bir şehirdir. Ortalama yükseltisi 1210 metre olup Tahran’ı Meşhed’e bağlayan
yol üzerinde yer almaktadır. Ayrıca şehir Orta Asya ve Hindistan’ı İran üzerinden
Batı’ya ve İran Körfezini Harezm üzerinden Volga boylarına bağlayan tarihi doğu-
batı ve güney-kuzey ticaret yollarının üzerinde yer almaktadır. Nişabur’un en önemli
dağı Nişabur’un kuzey ve doğusunda yer alan Binalud dağıdır. Şehrin su ihtiyacının
önemli bir bölümü bu dağdaki kaynaklardan karşılanır. Şehrin diğer önemli dağı
da Rivend dağıdır. Bu dağ İslam öncesi Nişabur halkı için kutsaldır. Çünkü bu
dağda önemli bir ateşgede (Burzin-Mihr)
yer almaktadır.(4) Nişabur
bulunduğu konum itibariyle tüm medeniyetlerin gözde şehri olmuştur. Bu nedenle
defalarca işgal edilmiş yağmalanmış, yakılmış yıkılmıştır. Ama Zümrüdü Anka
gibi her defasında küllerinden yeniden doğmuştur. Bu nedenle şehirde hemen her
milletten, her dinden, her mezhepten insanlar vardı. Her birine ait
mahallelerde ibadethaneler, çarşılar, hanlar, medreseler, mektepler vb. vardı. Binalud
dağı eteklerine kurulu olan bu mektep de bu dağa sırtını dayamıştı. Her ne
kadar şehirden uzakta kalsa da şehirdeki diğer tüm mektepleri geride bırakarak İslam
coğrafyasında bilinir olmuştu. Bu kadar ünlü olması sadece başarısından değil,
muhafazakâr düşünceden farklı olarak, heteredoks(5) bir eğitim yapılanmasına
sahip olması da etkendi. Burada Türkçenin yanında Arapça ve Farsça ana dil
olarak öğretildiği gibi belli seviyeye gelmiş olanlara Arap, Çin, Hint ve Yunan
felsefeleri, düşünce tarihleri gibi ileri ilim seviyelerinden bilgiler
veriliyordu. Ne yazık ki, bu kadar ünlü olmasına rağmen şehir yönetiminden
gerekli desteği görmüyor, hatta farklı anlayışa sahip olması nedeniyle dışlanıyordu.
Çünkü burada bağnaz bir eğitimden ziyade özgür düşünceye sahip ilim adamları
bulunuyordu. Bektaş,
meraklı bir çocuktu. Bu nedenle seviyesine göre bu ağır konuları araştırıyor, öğrenmeye
çalışıyor, kendinden büyüklerin okuyacağı kitapları kütüphanede bulup okuyordu.
Öğretmenlerine yaşından beklenmeyen sorular soruyor, bu soruları ile onları şaşkınlığa
uğratıyor, sıkboğaz yaparak, bunaltıyordu. Akranlarının üzerinde bir seviyeye
sahip olması, daha ilk günlerden itibaren büyük ilerleme kaydetmesini sağlamıştı. Bu
soğuk günler birbirini kovalarken öğretmenlerden biri sabah erken kalkmış elini
yüzünü yıkamak için ibrik ve leğen arıyordu. Oraya buraya bakındı, ne ibrik ne
de leğen gördü. O sırada tek başına oturmuş olan Bektaş’ı gördü. Önce şaşırdı, “Ne
yapıyor?” diye birkaç saniye düşündükten sonra,
“Bektaş
bana bir ibrikle su ve
leğeni getirir misin?” dedi. Sırada
tamamen kendi iç dünyasına odaklanmış olan Bektaş bunu işitmedi. “Bektaş
bana
ibrik ve leğeni getirir misin?” diye tekrarladı öğretmeni,
Bektaş yine duymayınca, yüksek sesle bağırarak: “İbrik
ve leğeni istiyorum. Hemen getir!”
dedi. Kendi
dünyasından bir anda ayılan Bektaş irkilerek, arkasını döndü. Öğretmenini gördü.
Hemen yerinden fırlayarak mahcup bir halde ibrik ve leğeni aramaya koyuldu. Bir
yandan da şu zemheri ayında su taşımak yerine mektepte bir çeşme olsaydı diye içinden
söyleniyordu. Hep şehirdeki mekteplerde gördüğü gürül gürül akan çeşmelere
imrenmişti. Niye kendi mekteplerinde yoktu. Üstelik şehir tüm suyunu mekteplerinin
arkasındaki dağdan sağlıyordu. Öğretmeni,
“Bir
şey mi oldu. Bu işler zoruna mı gidiyor?” dedi.
“Yoo!
Sadece sesli düşündüm.” dedi utanmış
haliyle. Tüm
bunları düşünürken aklına eski kitaplarda okuduğu geçmiş yüzyıllarda ileri ilim
ve uygarlıklara sahip Rumeli’ndeki (Anadolu), Mezopotamya’daki, uygarlıklar geldi.
Daha sonra araştırmak üzere işine koyuldu. İlk
fırsatta kütüphaneye gitti. Eski uygarlıklar bölümünden Mezopotamya’daki (Helen,
İyon, Sümer, Hitit, vb.) Rumeli’deki (Anadolu), uygarlıkları anlatan kitapları
ve parşömenleri okumaya ve araştırmaya başladı. Bir parşömende aradığını bulmuştu.
Bergamalılar, topraktan yapılma kapalı suyolları (Künk) ile kaplıca suyunu yer
altından hamamlarına taşımışlardı.(6) Bektaş, yine bir boş kaldığında şehre
inip, şehirdeki yeraltı su kanallarını bunların nasıl yerden bir anda çıkıp aktığı
konusunu da araştırdı.(7) Tanıdığı, tanımadığı birçok kişiye sordu, soruşturdu.
Meraklıydı. Arıyor, araştırıyordu. Havanın
iyi olduğu zamanlarda mektebin çevresini de gezmeyi çok severdi. Bu gezmelerinin
birinde mektebin üst yamaçlarında Binalud’un eteklerinde bir su gözesine
rastlamıştı. Çok güzel gürül gürül akan bir su idi. Bir süre burada suyun ve doğanın
sesini dinledi. Böylelikle doğayla iç içe oluyor. Sanki deryadaki bir damla
misali kaybolup gidiyor. Varlık âleminde hiçliği yaşıyordu. Soğuk
günler devam ederken artık her sabah öğretmeninin ibrik ve leğenini erkenden hazır
ediyor, onu bekliyor, o gelince de eski uygarlıklar hakkında sohbet ediyorlardı.
Yine o günlerden birinde Bektaş artık yorgunluktan uyuyakalmış ibrik ve leğeni hazırlayamamıştı. Öğretmeni,
“Bektaş,
ibrik ve leğeni getir de yüzümüzü yıkayalım.”
dedi. Bektaş
önce durakladı, sonra, “Eski uygarlıklar hamamlarına
kaplıca
suyunu getirmişler, şehir su içinde
yüzüyor, onlarca kanal var, biz de
mektebimize yapamaz mıyız?”
dedi. Öğretmeni Bektaş’ın bu tavrına kızgın olmasına ve biraz ukalaca bulmasına
rağmen onu çok sevdiği için sakince yanıtladı: “Öncelikle
bizim bunu yapacak imkânımız yok. Şehri yönetenler de bize farklı gözle
bakıyor. Yardım etmiyorlar. Bunları çok iyi biliyorsun. Hem şu soğuk zemheri
ayında bu mümkün değil.” dedi. Sırada
Bektaş her zamanki tek başına oturduğu yere gitti, bağdaş kurup oturdu. Öğretmeni
ve o sırada yeni kalkmış olan öğrenciler, öğretmenler onu izliyorlardı. O,
gözlerini kapattı. Mana âlemine geçti. Bedeni öylece tüm fizik kurallarını alt üst
ederek havalandı. Önce avlunun içinde bir şey ararmışçasına şöyle bir dolaştı.
Sonra binaların üstünü aşarak, mektebin üst yamacındaki su gözesine doğru yöneldi.
Gözeden mektebin avlusuna suyolunca düz bir hat çekercesine yeniden geldi.
Avlunun orta yerinde durdu. Bir süre bekledikten sonra yerdeki buz tutmuş
toprak çözüldü. Sular akmaya başladı. Eğimin de etkisiyle sular avlu kapısına
doğru düzgün bir yol bularak ilerledi. Bektaş, suyun avludaki gözesinin etrafında
semah edercesine üç tur döndükten sonra suya niyaz eyledi. Bu sefer su gökyüzüne
doğru fışkırarak, bir çeşme halinde akmaya başladı. Bektaş’ı
şaşkınlıkla izleyen öğretmeninin “Her şeyin
hükümdarı, her şeye gücü yeten” anlamına gelen şu
kelime ağzından dökülüverdi: “Ya Hünkâr!”(8)
Biraz sonra akan su etrafında güzel çiçekler, yeşillikler oluşuvermişti.
Sonunda mana âlemine geçtiği yere gelen bedeni, maddi âleme dönerek ayağa kalktı
ve öğretmeninin yanına geldi. Tüm bunlar olup biterken diğer öğretmen ve öğrenciler
şaşkınlıkla onları izliyordular. Bu andan itibaren hiç kimse Bektaş’a ismiyle
hitap etmedi. Herkes ona “Hünkâr”
diyordu. Hem saygı duyuyorlar, hem de çekinip, korkuyorlardı. Ne de olsa bu yaşadıkları
onların akıllarının ve ilimlerinin çok üzerinde farklı bir olaydı. “İlimden
Gidilmeyen Yolun Sonu Karanlıktır.” Kaynakça: 1.
Pırlanta İ., Doktora Tezi, “Fethinden Sâmânîler Dönemi
Sonuna Kadar Nişabur.” 2.
Horasan
(Farsça:
Khorāsān, diğer adları Khurasan ve
Khorassan),
Helenistik dönemde Traxiane 3.
Öztürk M. - Doğan Y., Anadolu Erenlerinin Kaynağı
Horasan, Kültür Bakanlığı Yayınları. 4.
Akbaş M., Yüksek Lisans Tezi, XI. ve XII. Yüzyılda
Nişabur. 5.
Heteredoks/Hétérodoxe:
Resmi, egemen yapının, -sistemin, düşüncenin- benimseyerek sisteme dayanak yaptığı
Ortodoks inanç ve öğretinin dışında kalan ve ona karşı bir duruş ve tutum içinde
olan “öteki, karşıt, aykırı”
düşünce, inanç sistemi. Bu kavramın kaynağı Yunanca “heteros”
sözcüğüdür ki; ‘başka, öbür, farklı’
anlamlarına gelmektedir. Kavram için ayrıca bkz. Pars Tuğlacı, Okyanus
Ansiklopedik Sözlük,
Cilt III, Pars Yayınları, İstanbul, 1972, s. 1062-1063. (Avcı A. Haydar, 2014, Şah
Kalender
İsyanı) 6.
Bildirici M. Türkiye Mühendislik Haberleri,
sayı 420-421-422; 2002/4-5-6. 7.
Akbaş M. Age.
Nişabur’un önemli su ihtiyacı kuzeydoğusundaki dağlardan gelen nehirlerle yer
altı su kaynaklarından sağlanmaktaydı. Bu suların çoğu şehrin altından yer altı
kanallarından geçerek şehir dışında ve çevresindeki küçük yerleşim yerlerinde gün
yüzüne çıkardı. Kanallardan bazıları ise şehir içerisinde yeryüzüne çıkar ve şehrin
etrafını sarıp içerideki bahçeleri sular, oradan şehrin dışına doğru akar ve
buralardaki tarım alanlarına dağılırdı. Nişabur’a ilk su kanalı Menuçehr tarafından
yaptırılmıştır. Kanallar Nişabur’un en önemli ve muntazam su dağıtım sistemiydi
ve kanalların kazılmasından, bakımından ve temizliğinden sorumlu bir makam olup
bu makamda “Rifaze”
veya “Hifaze”
denilen işçiler çalışırdı. Kanalların yapımının ve korunmasının mali külfeti çok
fazla olduğundan genelde bu işe hükümdarlar, büyük toprak sahipleri ve yerli eşraf
öncülük ederdi. Abdullah b. Tahir, Horasan Valisiyken su kanallarının kazılmasına
bir milyon dirhem harcamıştı. Sulama ve kanallarla ilgili “Kitabü’l-
Kani”
adında kitap yazılmış ve bu konuda bu kitaptan iki asır faydalanılmıştı. Nişabur’un
su kanalları şunlardı: Hire, Bilvefa, Mamur (Muammer) kapısı mahallelerine ve ıtır
satanlar pazarına su ulaştıran kanallar, Ebu Amr, El-Hifaf, Şadyah, Suvar,
Kariz (Karin), Sehl Taşin, Hamre-i Ulya mahallelerinin kanalları ve Destecerd köyünden
şehre bağlanan Cehem kanalı ve Nişabur’un yüksek kısmında bulunan Cevri köyünden
şehre giren kanal. 8.
Hünkâr/Hüdavendigar:
Amir, hâkim. 1. sahip, hükümdar, bay. 2. Fars edebiyatında “Allah”
manasında kullanılır. Hükümdar, amir, efendi, sahip. (Osmanlıcada yazılışı:
Hudavendigâr).
Âşık Kuldanî Sessiz Ozanlar
Diyarından Her İki Temmuz’da otuz üç cana Unutma selamı yürekten dile Geride emanet yakınlarına Unutma sabırı yürekten dile Doğarken taşırız ateşi elde Adımız Alevi boynumuz ipte Mum söndü atıldı bize tarihte Unutma divanı yürekten dile Peygamberin ağzı yaralanınca Ali’yi çağırdı kanı akınca İmamesi başı kızıl olunca Unutma bunları yürekten dile Ali’nin başında kızıl imame Küffâr askerinden koptu inleme “Kızılbaş
geliyor, kaçın”
diyene Unutma aslını yürekten dile Herkesin inancı kendi kendine Herkesin ameli kendi haline Karışman kimsenin ibadetine Unutma Kuldanî
yürekten dile * * * Rıza Ağcadağ (Derviş Rıza) Candan İçeri Uzun bir sefere çıktım erenler Yürüyorum şu bedende içeri İdrak edemeyip sözüm yerenler İman bulduk biz küfürden içeri Esrigidir başım bir türlü aymaz Er olan verdiği ikrardan caymaz Aşkın meşalesi bakidir sönmez Şule verir her dem candan içeri Kör yoluna emek boşuna çaba Ölçersin biçersin gelmez hesaba Aldanıp ömrünü eyleme heba Kapı bulamazsın sinden içeri Derviş
Rıza’m aklın yoludur
cihat Cehalet dertlerim arttırır kat kat Gidi yobaz ile olmaz mülakat Çünkü din yaratmış dinden içeri
|