Âşık Remzâni

 

 

 

 

 

Hızır’ın Yoldaşlığı

 

Pırıl pırıl bir gündü. Topraktan çıkan buhar baharın yakın olduğunu, havanın keskin soğuğu ise kışın henüz bitmediğini söylüyordu. Bu buhar aynı zamanda cemrenin toprağa düştüğünü de işaret ediyordu. Tertemiz havayı derince içine çekti. Bir süre öylece tuttu içinde sonra hepsini birden boşaltıverdi. Gözlerini açmıştı. Sanki yeniden doğmuş, içi enerji dolmuştu. O hızla koşuverdi tepenin üstüne doğru. Niye koştu, ne için koştu, orada ne vardı, ne görecekti, bilmiyordu. Sadece içinde var olan enerji onu koşmaya yöneltmişti. Nedendir bilinmez aynı koştuğu gibi zınk diye duruverdi. Gözlerini kıstı parlak güneşin altında ufku gözlemledi. Epeyce durdu öylece. Bir süre sonra ufukta bir karaltı gözüktü. Karaltı çok hızlı bir şekilde büyüdü büyüdü. Atın silueti ve binicisinin rüzgârda savunan pelerin vari örtüsü seçilebiliyordu. Birden yüzünde gülümseme belirdi. Beklediği kişi geliyordu. Hasretlik onu, o hasretliği bilmezdi. Ama içinde özlem duygusu oluştu. Onun için garipti. İstese o an ona kavuşabilirdi. İstese o an karşısında belirir, hemencecik yanında olurdu. Onun için zamanda ve mekânda yolculuk an meselesiydi. Düz yolda yürümek kadar kolaydı. Yine de doğal olanı mümkünse tercih ediyordu. Gelen kişi de aynı düşünce ve hareketle doğal yoldan hareket ediyordu. Aslında her ikisi de bu yolda eğitim almış, bu mertebeye gelmiş, aynı özelliklere sahiptiler. Hepsi “Vahdet-i Vücut” olmuş. Aynı deryanın damlalarıydılar. İstedikleri an İlahi Derya’ya dalıyor istedikleri an çıkıyorlardı. Hepsinin görevleri farklı, amaçları birdi. Devraldıkları görev dünyasal zamanda yüzyıllar öncesine dayanıyordu. Birinci aşama bitmiş. İnsanoğlu temel eğitimini tamamlamış son peygamber ile peygamberler devri, “Şeriat Makamı” tamamlanmıştı.

 

İnsanoğlunun temel eğitimi, görünenden, bilinenden ibaretti. Yani işin dış yüzünü oluşturuyordu. İç yüzünü oluşturan Velayet (Veliler) Devri, “Tarikat Makamı” ise son peygambere yoldaş, kardaş olan Ebu Turap lakaplı Şahı Velayet Aliyyel Murtaza ile başlamıştı. Temel eğitim kadar uzun sürmese de her aşama dünyasal zamanda yüzyıllar ile ifade edilebiliyordu.

 

Tüm bunlar içinden geçerken, an gelmiş yolcu yanında belirmişti.

 

- Merhaba canımın cananı, yolumun yoldaşı, on sekiz bin âlemdeki kardaşım hoş geldin.

- Merhaba gözümün nuru, on sekiz bin âlemdeki kardaşım, mürşidim hoş bulduk, safalar bulduk.

 

Kucaklaştılar üç kere görüştüler. Uzun uzun birbirlerine baktılar. Sanki çok uzun zamandır görüşmüyorlar gibiydiler. Aslında hep beraberdiler. Birbirlerinin her hareketini, nerede ne yaptığını mana âleminde bilirlerdi. Yine de sanki hasretlik çekiyorlar gibi davranıyorlardı. Belki de bu onları mutlu kılıyordu. Belki de gerçekten hasrettiler. Gelen yolcunun boz atını sıvazlayarak:

 

- Eee, ne yapıyorsun, nerelerdesin?

- !? Sanki bilmiyorsun?

- Bilmek farklı, senin ağzından duymak farklı

- Biliyorsun en son yaptığını, bunu derken gülümsüyordu.

- Alma olayı mı?

- Evet.

 

İkisi de gülümsedi. Birbirlerine baktılar. Sonra birlikte tekrar güldüler.

Hızır peygamberin yolu bir ıssız yerdeki küçük bir fakirhaneye düşer. Tanrı misafiri olur. Evde mütevazı bir şekilde yaşayan çift Hızır’ı bilmeden ellerinden geldiğince iyi bir şekilde ağırlarlar. Gece geç vakitlere kadar muhabbet ederler. Evin erkeği bağlama çalar, evin hanımı ile birlikte söylerler. Hızır da onlara eşlik eder.

 

Sabah olup, Hızır boz atına binip giderken;

 

- Beni fazlasıyla memnun, mutlu ettiniz. Gördüm ki dileğiniz bir evlat sahibi olmaktır. Bunu Hak katına ileteceğim. Der ve ayrılır.

 

Çift arakasından bakakalırlar. Çünkü boz atın varlığıyla nalınının ışıltısını görmeleri bir olur.

Aradan uzunca bir süre geçer. Hızır tekrar gelir. Çift ile yine güzel bir muhabbet ederler. Ne Hızır ayrılırken ki konuşmayı dile getirir, ne de çift sormaya cesaret eder. Muhabbetin bir yerinde Hızır;

 

- Geçen geldiğimde sizin dileğinizi Hak Katına ileteceğimi söylemiştim. Yüce Yaratıcımız sizin defterinizde evlat yamadığını dile getirdiler. Der.

 

Bir süre sessiz kalırlar. Sonra karı koca uzun müddet ağlaşırlar. Durum Hızır’ı çok üzer ve oradan sessizce ayrılır.

 

Aradan dünyasal zamanla 5-6 yıl geçmiştir. Hızır, çifti öylece bıraktığı için üzgündür. Tekrar uğrar. Bakar ki evin bahçesinde bir çocuk oynaşmakta. Merakı artar. Eve girer. Selamlaşıp, hal hatır sorduktan sonra;

 

- Bu çocuğu merak ettim. Der

 

- Senden sonra Hünkâr derler bir er geldi. Ona da halimizi anlattık. Dileğimizi sunduk. O da uzandı, gaipten bir alma verdi. Bunu yiyin muradınız hâsıl olacak. Dedi. Biz de dediğini yaptık. Bir çocuğumuz oldu. Dediler.

 

Hızır daha da şaşırmıştı. Biliyordu ki mana âleminde her şeyi görürdü.

O sıra da Hak katından bir nida geldi:

 

- Meraklanma Hızır. Bize ulaşmanın yolu bir değildir. Türlü türlü nehirler, çaylar, bize akarlar. O eren de bizim katımızdandır. Destursuz girer çıkar. Bahçemizden meyveler götürür. Gönlü pak, nefsi temiz olanlara seni gibi yol gösterir yardım eder.

 

Hızır’ın içinde parlayan yıldız kendini gösterir. Görürler ki ikisinin de ışığı aynı. O ışık ki Allah ışığıdır göklerin ve yeryüzünün. Işığının örneği, kandil konan bir yere benzer, orada bir kandil var, kandil, bir sırça içinde, sırça da parıl parıl parlayan bir yıldız sanki doğuda da olmayan, batıda da olmayan kutlu zeytin ağacından yakılmış, dokunmasalar bile neredeyse aydınlatacak kadar berraktır.1 İki ışık birbirini bulur. Tek ışık, nur üstün nura dönüşüler. Hak katında buluşurlar.

 

- Boz atlım der Hünkâr şimdi sana da malum olmuştur. Karadeniz’de bir gemi fırtınaya yakalanmış, seni çağırırlar.

 

Hızır tekrar atına biner ve yine geldiği gibi varlığıyla atının nalınının ışıltısı bir anda görülür.

 

Hünkâr kır çiçeklerinin arasında diz çöker ve yerden bir kardelen alır:

 

- Bismi Şah Allah Allah!

 

Hak katından bir nida geldi.

Hızır ile yoldaş olduk.

Hak kabul eyledi, nazarımız ışık oldu.

Bundan gayrı yoluma yoldaş ola,

Canıma kardaş ola,

Talibin çağrısı ile gele cara yetişe,

Atın nalın değdiği yerde bu çiçekler bite.

Biz söyledik bu nefesi Hak kabul eyleye.

 

__________________________

 

1 Kur’an Nur suresi 35. ayet