Âşık Remzâni

 

 

 

 

 

Donmak Üzereydi

Ekim 2016

 

Zemheri derler Anadolu’da ocak ayının o karakış günlerine.1 Soğuk insanın iliklerine kadar işler, sadece güçlü olanlar hayatta kalırdı. İşte yine öyle günlerden birinde kış bütün azametiyle sürüyor, tipi yerdekilerle göktekileri birbirine karıştırıyordu. Soğuktan hiçbir canlı ortalıkta görünmüyordu. İstense de görülemezdi. Kar, boran, tipiden göz gözü görmüyordu. Rüzgâr o çılgın kükreyişi ile uluyor, sanki ölümün sessizliğine ses oluyordu. Herkes, her şey bu sese, bu azametli soğuğa karşı tir tir titriyordu.

 

Anadolu’nun orta yerinde yüzyıllardır yok edilmeye çalışılan, üzerinde oyunlar oynanan, ama her şeye rağmen dimdik ayakta duran bir dergâh vardı. Bu Dergâh’a insanlar sadece kendi rızalıkları ile girer, hizmet eder ve isteyen gider, isteyen kalırdı. Çünkü zamanın derinliklerinde Yol’un kurucusu ve etrafındaki erenler böyle istemişti. Hatta orayı yıkmaya, değiştirmeye, asimile etmeye gelenler dahi o Yol’a girmiş, o Yol’dan gitmişlerdi. O yol, Hünkâr Hacı Bektaş Veli Yol’u idi.

 

Dergâh’ın her zaman açık olan büyük giriş kapısının arkasında soğuktan donmak üzere olan ve her şey gibi tir tir titreyen biri daha vardı. Mavi gözlü, açık tenli, yaşına göre uzunca, açlıktan tüm kemikleri sayılan bir çocuktu. El ve ayak parmakları morarmış halde, kapının duldasına sığınmış ama soğuktan kendini koruyamıyordu bile. Henüz kimseye görünmemiş kimseyi de görmemişti. Kararsızdı, görünmese soğuktan donacak, görünse belki de onu öldüreceklerdi, bilemiyordu. Zaman kötü, savaş her yerdeydi. Kimin dost, kimin düşman olduğu ayırt edilemiyordu. Küçücük aklınca doğru dürüst düşünemiyordu. Bu bilinmeyen yerde, bilinmezlik içinde sıkışıp kalmıştı. Zaten soğuk ve yorgunluk nedeniyle gözleri de kapanmak üzereydi. Korkudan inliyordu, ama bunun dahi farkında değildi.

 

Zamanın ve ortamın vahşetinde soğuktan mı korkudan mı titrediği bilinmeyen bu çocuğu Dergâh’a girmek üzere olan Veliyettin Hürrem Çelebi fark etmişti.2 Hemen çocuğu bulunduğu kapı arkasındaki kovduktan aldı ve hiçbir sual sormadan hırkasının içine sokuverdi. Çocuk korkudan fal taşı gibi açılmış gözleri, mosmor parmakları ve doğru düzgün uzatamadığı elleri ile karşı koymaya çalışsa da başaramadığı bir halde doğruca eve yöneldiler.

 

Çelebi Efendi eve gelir gelmez meraklı bakışlara aldırış etmeden, adamlarına çocuğu fışkının içine gömmelerini söyledi. 3 Fışkının verdiği sıcaklık ile çocuğun donmak üzere olan parmakları ve hayata yeniden tutunmasını sağlayacaktı. (Modern tıptaki bir nevi yaşam kabini gibi) Dergâh’a hemen her zaman birileri gelir giderdi. Bu normal bir şeydi. Alevi-Bektaşi inancının en önemli merkezi olan Dergâh, yani Serçeşme’nin başındaki Çelebiler her zaman mazluma ve zordaki insanlara yardım elini uzatırlardı. Bu nedenle hiç kimse olayı yadırgamamıştı. İnançlarında yani yaşam biçimlerinde bu olağan bir durumdu. Kimliğine, cinsine ya da başka bir özelliğine bakılmaksızın insan olduğu için değer verilmiştir. O nedenle herkese “can” denirdi. Yaratılan Yaratandan ötürü sevilmiştir ve kimdir, nedir, neredendir diye sorgulanmamıştır. Sorgukavramı onlar için farklı bir anlam ifade ediyordu. İnançlarında ancak rızalıkla yola girenler için geçerli olan bir durumdu.

 

Aradan epey bir zaman geçmiş, fışkının sıcaklığı ile yavaş yavaş kendine gelen çocuğun rengi düzelmeye başlamıştı. Ama hala gözündeki o korku dolu bakışlarla etrafını süzmekteydi. Hizmet gören bir kadın elinde bir tas ile yanına gelip, zor da olsa sıcak çorbayı içirmeye çalıştı. Önceleri direnen çocuk açlığın ve çorbanın güzel kokusunun dayanılmaz baskısına daha fazla direnemeden içmeye başladı. Birkaç kaşıktan sonra bir çırpıda bitivermişti çorba. Kadın sevecen ve içten gelen bir gülümseme ile iki tas daha içiriverdi. Üstelik bu sefer içine bazlama ekmeği de doğramıştı.

 

Ertesi gün iyice kendine gelen çocuğu fışkıdan çıkarıp sıcak bir banyo yaptırdılar. Sonra da geldiğinde yırtık pırtık iyice dökülen elbisesi içinde yarı çıplak olan çocuğa bir çobanın elbisesini giydirdiler. Çelebi Efendi çağırmıştı. Öğlene doğru efendinin yanına çıkardılar. Korkuyordu. Korku iliklerine kadar işlemişti. Kim bilir ne yaşamıştı zavallıcık.

 

Çelebi: “Oğlum kimsin necisin kimin kimsen yok mu? Seni arayanın soranın vardır her halde?

 

Çocuk: “...

 

Çelebi tekrar sordu. Ama cevap alamayınca kalkıp çocuğun yanına doğru yürüdü. Çocuk korkudan kapıya doğru kaçmak için yöneldiyse de yanındaki adam hemen tutuverdi. Çocuğun korktuğunu ve kendini korumak için kaçmaya çalıştığını anlayan Çelebi, daha sakin ve yumuşak bir üslupla, “Oğlum, bak dünden beri bizimlesin. Soğuktan donmak üzereydin, eğer sana zarar vermek istesek bunu çoktan yapardık. Bizden sana zarar gelmez.

 

Çocuğun ağzından zar zor çıkan birkaç kelime anlaşılmıyordu bile.

 

Çelebi, “Oğlum, anlamadım. Bir daha söyle” dedi.

 

Çocuk biraz daha güçlü sesle söyledi. Duyuldu, ama yine anlaşılmamıştı. Fakat bu sefer anlaşılmama sebebi çocuğun kullandığı dilin farklılığıydı. Herkes şaşırmıştı. Kimdi bu bilinmeyen bir dille konuşan çocuk?

 

Çelebi gülümseyerek, çocuğun anladığı dille, “Merhaba ve hoş geldin” dedi.4 Çocuk da orada bulunanlar da şaşırmışlardı. Çocuk da şaşkın bir şekilde ağzında geveleyerek “Merhaba” dedi. Ortam yumuşamış herkes rahatlamıştı.

 

Çelebi, “Ermenicem çok iyi değil, sen Türkçe biliyor musun?” deyince herkes bir kere daha şaşırmış ve korkmuşlardı. Çünkü savaş zamanıydı ve gelen haberlere göre doğudan Rus ve Ermenilerle ilgili kötü haberler geliyordu. Üstelik devlet bu halk için tehcir kararı almış, her yerde inzibatlar, zabitler kol geziyordu. İşin iç yüzü bilinmiyordu. Ama Osmanlı’nın zalimliğini Kalender Çelebi’den ve Hamdullah Çelebi’den beri iyi biliniyordu.

 

Çocuk, “Evet, biliyorum” dedi yarım ağız Türkçeyle.

 

Çelebi, “Nereden geliyorsun, ailen yok mu?” diye peş peşe sorular sordu.

 

Çocuk: “Pederim (babam)…” “Pederim… Bizi apar topar kaldırdı. Biz daha uyanmadan kağnının arkasına kardeşlerimi ve beni atıvermişti. Anam bir eve bir kağnıya seğirtip, hem eşya taşıyor, hemi de ağlıyordu…

 

Biraz suskunluktan sonra, “Gündüzleri saklanıyor, geceleri yol alıyorduk. Böylece birkaç gün yol aldık. Pederim çok konuşmuyor, sessizce kilisede okuduğumuz dualardan mırıldanıyordu. Açtık; kardeşlerim ağlıyor, ‘Acıktık ana’ diye bağırdıkça babamın azarlaması ile susuyorlardı. Soğuktan ve korkudan hepimiz birbirimize sarılmıştık. Pederim devamlı anama fısıltı halinde ‘Hele bir varak, orada karnımızı da burnumuzu da doyururuz. Zalım Osma…’ ”

 

Çocuk birden sustu, aniden kafasını kaldırıp, Çelebi’nin gözlerine baktı. Korkudan gözlerini iri iri açmıştı, vücudu bir yay gibi gergindi. Onu rahatlatan Çelebi’nin yumuşak bir dede nidasıyla seslenmesi oldu, “Korkma, sen devam et biz de gördük o zalimliği derken ataları Hamdullah Çelebi ile Kalender Çelebiyi düşünüyordu.

 

Çocuk kendini toparlayıp, konuşmaya devam etti. Sanki konuyu değiştirmek ister gibi, “Ben arabanın alt ucundaydım, sarsıntıdan iyice kaymışım, zaar, çok zordu, sık sık kayalardan, çukurlardan geçiyorduk. Daha ne olduğunu anlamadan Bir anda yerde buldum kendimi. Kafamı çarpıp kendimden geçmişim. Heral büyücek bir kayadan geçtik, bilmem ki…

 

Gözlerinden düşen damlalar sessiz çığlıklar gibiydi. “Ana… Ana… N’olur beni bırakma…” titremeye başlamış, ayakta zor duruyordu. Hemen yanındaki hizmetli yetişti, kollarından tutuverdi. Yanı başlarındaki ince uzun yeşil sırtlıklı kanepeye oturttu.

 

Çocuk devam etmekte zorlansa da,

 

“Uyandığımda çok soğuktu ve kimsecikler yoktu etrafımda. Korktum, peşlerinden seğirttim. Ama ne tarafa gittiklerini bilmiyordum. İzlerini aradım ama hiçbir şey görünmüyordu. Boranı başlamış, alaca karanlıktı, önümü dahi göremiyor, sabaha kadar bir o yana bir bu yana seğirttim. Yolumu, izimi, iyice kaybetmişim. Bir yandan da bağırıyordum. Kimsecikler cevap vermedi; sesim kısılmış, boğazım acıdan cayır cayır yanıyordu. Bir kaya kovuğu bulup sığındım. Uyuya kalmışım… Sonra uzakta bir ışık gördüm, ona doğru seğirttim. Ama bir süre sonra onu da kaybettim. Kaç gece kaç gün yol aldım bilmiyorum. Üstelik ne tarafa da gittiğimi de bilmiyordum. Boranı azalmıştı. Bir gece binalar gördüm. Kimsecikler yokken gelip beni bulduğunuz o kapının arkasına tipiden korunmak için girdim. Biraz dinlenip gidecektim. Uyuyakalmışım, sonra siz beni buldunuz… Söyleyin efendiler anamı babamı gördünüz mü kağnılarla yol alıyorlardı?”

 

Çocuk anlatıyor etraftakiler de onunla birlikte ağlıyorlardı. Çelebi’nin sesi ile irkildiler:

 

“Çocuğum sanırım sen tehcir ile yer değiştirilen Ermeni halkındansın. Kar, tipi ile yolunu kaybedince bu taraflara düşmüşsün. Ailen seni çok aramıştır. Ancak anlattığın kadarı ile onların ne tarafa gittiklerini bilmiyorsun ya da gizliyorsun. Kış, biraz soluklansın, sana yolluk veririz, biliyorsan var git, ara onları. Yok, eğer bilmiyorsan yollarda perişan olur, bir yolsuza rast gelirsen canından olursun. Sana kapımız açık sen kendi kararını ve kaderimi belirlemelisin. Şimdi git dinlen ve düşün.”

 

Bu sözler üzerine hizmetlilerle birlikte çıktı. Kış birkaç gün daha hiddetini gösterdikten sonra sakinlemeye başlamıştı. Çocuk bu süre zarfında en iyi şekilde ağırlanmış, alışmış gibiydi. Sonunda Çelebi Efendi’nin yanına çıkmaya karar vermişti. İzin istedi yanına vardı:

 

“Efendim, beni ağırladığınız, bana hayat verdiniz. Size minnettarım. Biliyorum, benden bir karar vermemi istiyorsunuz. Sizleri tanıdım. Sizler hakkında pederim ve anam çok söz ederdi. Müslümanların da bizim gibi farklı farklı cemaatlerden oluştuğunu her millette olduğu gibi sizlerin arasında da iyi ve güzel insanlar olduğunu söylerdi. Sizleri çok tanımam, ama inancınızın iyi yönlerini yaşattığınız belli. Benim bundan sonra ailemi bulma şansım yok denecek kadar az, çünkü onların ne yöne ve nereye gittikleri hakkında hiçbir bilgim yok. Üstelik her yerde bizim milleti topladıkları ve öldürdükleri söyleniyor. İzniniz olursa bir süre daha kalmak istiyorum. En azından baharla birlikte yollar açılır, belki anam babam beni bulur, onlar buraları bilirler.”

 

Çelebi, “Tamam. Zaten bizim de seni göndermek içimize sinmezdi. Kalmak istediğin kadar kal.

 

Zemheri boyunca çocuk eylendi. Dergâhtaki canlarla kaynaştı. Gittikçe onlardan biri olmuştu. Bahar boyunca da kaldı. Artık havalar iyiden ısınmış bağ-bahçe işleri çoğalmış, herkes işine bakar olmuştu. Çocuk da bu işlere yardım ediyor, herkes gibi çalışıyordu. Ailesinden ya da başka bir yerden kimse arayıp sormamıştı. İşin ilginci çocuk da gitme heveslisi değildi. Bunun en önemli sebebi insanların onu sevip kucaklamasıydı. Elbette ki ailesini özlüyor, umutla onu bulmalarını bekliyordu.

 

Aradan uzun zaman geçmiş, çocuk yetişmişti. Hoş çocuk da sayılmazdı zaten geldiğinde, yeni yetme dense yeriydi. Artık ev halkından biri gibiydi. Ona çobanlık işini vermişler, bazen dili dönmediğinde “mem… mem… mem…” dediği için adı da “Memik” olmuştu. Onu “Çoban Memikdiye çağırıyorlardı.

 

Geçen zaman içinde Memik’in gitmeme sebebi ortaya çıkmış; kadınlar, hizmetliler konuşur olmuşlardı. Çiftlikte onun gibi bir hizmet gören “Emoş” adlı bir cana gönlünü kaptırmıştı. Durum Çelebi’ye söylendi, izin istenip onay alındı. Emoş da onun gibi kimsesizdi ve köyünden gelip, Dergâha, Çelebi’ye sığınmıştı. Alevi-Bektaşi inancına göre rızalıklar alındı ve nikâh erkânı düzenlendi. Çelebi yazları kullandığı bağ evlerinin olduğu köyden çoban Memik’e ve Emoş’a geçimlerini sağlamak üzere tarla ve bahçe verdi. Artık bir ailesi vardı. Hem ailesine hem Dergâha, Çelebi’ye hizmet edecektiler.

 

Çok uzun süre sonra bir haber geldi Ermeni bir kadın oğlunu arıyormuş diye. Köyün çeşmesinde kadınlar kendi aralarında konuşurlarken Emoş da duydu bunu. Uygun bir anında konuyu Memik’e açtı, “Memik, bir kadın gelmiş, Ürgüp taraflarında oğlunu arıyormuş. Belki anan dahi olabilir.

 

Memik, “Benim anam olması mümkün değil. Onlar, gözlerimin önünde katledildi. Canımı zor kurtardımdiye bir anda parlamıştı. O derin mazi gözlerinden ateşler saçılıyordu. Emoş şaşkın ve korku içindeydi. Hep sakin, sevecen olan Memik, nedensiz birden öfkelenmişti. Sustular. Sonrasında, Emoş, “İyi ama sen arabadan düşmemiş miydin?” diye sessizce söyleyiverdi.

 

Memik, “Köyümüzü basıp, herkesi topladıklarında babam da anam da gitmemek için direndiler. Gardaşlarımla beni eve gizlemişlerdi. Anamı da babamı da önce dövüp eziyet ettiler, sonra da kurşunladılar. Saklandığım yerdeki kovuktan gördüm.” Tüm bunları söylerken üzüntüden çok öfke bürümüş, kinlenmişti, Memik. Sonra sakinleşti.

 

Dergâhın verdiği eğitimle öfkesine hâkim olup, nefsini ve nefsini etkisi altına alan kinini durdurmayı öğrenmişti. O biliyordu ki kin gütmenin ailesini geri getirmeyeceğini ve kendisine bir faydası olmayacak belki de yeni kurduğu yuvasını da dağıtacaktı. Yıllar boyunca kimse onun kimliğini sorgulamamıştı. Kimsin necisin dememişler, onu bağırlarına basmışlardı. Olduğu gibi kabullenmişlerdi. O, artık Dergâhın bir parçası, Çelebi ailesinin bir üyesi olmuştu. Aslında hiç kimse onun masumiyetini unutmadı. Unutmazlardı da çünkü inançlarında hep mazlumun yanında yer alma ilkesi mazlumun hakkını savunmak için bu gerekliydi. Onlar, İmam Hüseyin’i, Kalender Çelebi’yi, Pir Sultan’ı ve Hamdullah Çelebi’yi de unutmadılar.

 

 

Notlar

 

1. Zemheri: Kış mevsimi, dört mevsimden biridir. Eski dilde Zemheri ismiyle de anılırdı. Zemheri 22 Aralık ile 31 Ocak arasında kışın en sert geçtiği zamanlara denir. Arapça kış anlamına gelen “zem” ile Farsça uğultu anlamındaki “harir kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuştur.

 

2. Veliyettin Hürrem Çelebi: Hünkâr Hacı Bektaş Veli evlatları olan Çelebi ailesindendir. 1867-1940 yıllarında yaşamış olan Veliyettin Hürrem Çelebi, uzun eğitimin ardından Arapça ve Acemceyi çok iyi bilmektedir. Hürremi mahlası ile birçok deyiş ve nefesi vardır. (A. Celalettin Ulusoy, Pir Dergâhından Nefesler)

 

3. Fışkı: Halk dilinde at gübresine verilen ad.

 

4. Բարեւ Ձեզ (Barev Dzez): Merhaba; Ողջույն (Voghjuyn): Hoş geldin.

 

Yazarın notu: Burada anlatılan hikâye yaşanmış olup, halen yaşayan bilen insanların anlatımıyla oluşturulmuştur. Ancak bu kişilerin zarar görmemesi için kimlikler gizlenmiş, bazı kısımlar değiştirilmiştir.

 

                                                                      -  Makaleler  -