Âşık Remzâni

 

 

 

 

Bir Hıdırellez Anısı

 

Havalar iyice ısınmıştı, artık yaz geliyordu. Yaz demek tatil demekti, oyun demekti, özgürlük-serbestlik demekti. Her çocuk gibi Hüseyin için de bunlar geçerliydi. Bugün, başka bir gündü. Bugün Hıdırellez’di.1 Anadolu’nun her yerinde bu özel gün kutlanırdı. Dileklerin tutulduğu, eğlencenin bol olduğu bir gündü.

 

Yıllardan beri tüm aile atalarından kalma çiftliğe, daha doğrusu bahçeye giderler, bu bayramı orada ailecek kutlarlardı. Bu bir gelenek miydi bilinmiyordu, ama Hüseyin için en mutlu günlerden biriydi. O, arkadaşları ile birlikte olacak, tüm eğlencelerden nasibini alacaktı.

 

Evde hazırlıklar tamamlanmış, telaş ise tüm hızıyla herkesi sarmıştı. Herkes bir taraflara koşturuyor, evin en büyüğü olan nenesi emirler yağdırıyordu:

 

Minderleri koydunuz mu? Kilimleri, sofra bezlerini unutmayın…

 

Hepsi birer birer düzgün bir şekilde “Sarı Ford’a” (kamyon) yüklenmişti. O çok özel bir arabaydı. Altmışlı yılların başında daha Hüseyin doğmadan dedesi Ankara’dan almıştı –onunla çiftçilik yaparken biçerin arkasından koşturup, biçerdöveri boşta bekletmeyecekti– hem hızlı, hem de çok güzeldi. Televizyonda sinemada onu görmüştü Hüseyin. Annesinden öğrendiğine göre, Ayhan Işık’ın başrolünü oynadığı filmde İstanbul’dan Ankara’ya gazete yetiştirmeye çalışanları anlatıyordu. Orada bir yarış arabasıydı, artistti, ünlüydü, Hüseyin için.

 

Her şey sarı kamyona yüklenip, arka kapakta kapatılınca, teker teker herkes arabadaki yerini aldı. Hüseyin arabanın arka kasasını çok seviyordu. Yasaklara rağmen. Dedesinin, “Arkadakiler, ayağa kalkmak yok! Herkes dikkatli olsun!” uyarısı sertti. Herkes bu sert uyarıların ardından eğer aynada yakalanırlarsa azar işiteceklerini bildikleri halde aynaya yakalanmadan minderlerin üzerinde ön bagaja doğru ayağa kalkarlardı.

 

Sarı Kamyon, ister yükleri taşıyan kamyon, ister insanları taşıyan otomobil, ister yarış arabası olsun, o özeldi. Bir keresinde Hüseyin daha küçükken arabayı çalıştırmıştı da heyecandan kalbi yerinden çıkacak sanmıştı. Arabadan çıkan o müthiş ses ise onu hepten büyülemişti.

 

Evin kapıları kilitlenip hareket edilmiş, çatal kapı denilen büyük kapıdan çıkıldıktan sonra diğer akrabalardan bazıları da arabaya bindikten sonra ana yola çıkılmıştı.

 

Gençler yerinde duramıyorlardı. Ön bagajın arkasındaki minderlerde ve aynaya gözükmeyen yerde yerlerini almak için atıldılar. Sıra sıra dizilen gençlerin saçları rüzgârda bayrak gibi dalgalanıyor, bir yandan da şarkılar, türküler avaz çıktığı kadar güçlü sesle söyleniyordu. Ne de olsa yolun sesinden duyulmaz, utanılmazdı. Oy dere Kızıldere, söyle akışın nere

 

Oy dere Kızıldere, söyle akışın nere

Onlar biter mi sandın sana can vere vere

oy oy oy

Onlar biter mi sandın sana can vere vere

oy oy oy oy

Dere sana can mı dayanır oyy oyyy oyyyy

 

Hüseyin aralarından sıyrılıp ileriye bakmak istiyordu, ama nafile; hem büyüklerdi hem de kalabalıktılar. Bir yolunu bulup kafasını çıkarıverdi.

 

Bahçeye vardıklarında ailenin bir kısmı gelmiş, yemekler için ateşler yakılmaya, hazırlıklara başlamıştı.

 

Ailenin büyüklerinin anlattığına göre, bahçenin Feyzullah Çelebi (1811–1878) zamanında yapıldığı söyleniyordu. Bahçe duvarının yapımında kullanılan taşların Kızılöz denen, bahçeye yaklaşık otuz kırk kilometre uzaklıktaki eski bir kalenin duvarlarından kağnılarla taşındığı anlatılıyordu. Bu Kale yıkıntıları hala mevcuttu.

 

Büyük cevizlerin olduğu yerin yanındaki, şimdilerde kavaklık olan yerde iki katlı büyük bir ahşap konak varmış. Bu konak, o zamana kadar Orta Anadolu’nun hiçbir yerinde olmayan büyük bir balkona ve ihtişama sahipmiş. Yıllar içinde yıpranınca yıkılmış. Bu konağa gelen yol halen mevcuttu ve bahçeyi ortadan ikiye ayırıyordu. Yolun orta yerinde at arabalarının, faytonların dönebilmesi için geniş bir sahanlık yapılmış. O yıllar kadar muhteşem olmasa da bahçe hala çevrenin en güzel yerlerinden biriydi.

 

Vakit öğleyi geçerken bahçenin en güzel yerlerinden biri olan Ortahavuz’a masalar sandalyeler yerleştirilip, sofralar kurulmaya başlanmıştı. Aile büyükleri masa başında geçmişten, yaşadıkları anılardan sohbete dalmışlardı. Bir grup ise kıştan sonra göremedikleri bahçeyi gezmeye başlamışlardı. Gençler ise hizmetleri biran önce bitirip aşağıdaki büyük cevizlerin altına gidebilmek için fırsat kolluyorlardı.

 

Tüm bunlar sürerken bir grup insanın yaklaştıkları görüldü. Gençlerden biri onları karşıladı. İçlerinden biri bir şeyler söyledi. O genç de aile büyüklerinin oturduğu masayı işaret ederek, yol gösterdi. Masaya yaklaşan grup, Hû, Erenler.” diye selam verdi.

 

“Aşk ile.”

“Biz Mürşidimiz Feyzullah Efendimizi arıyoruz.”2

“Buyurun benim.”

“Efendim, biz Düzce’den geliyoruz. Müşkülümüz var. Görüşmek dileriz.”

“Hoş gelmişsiniz, buyurun biraz dinlenin, sonra görüşürüz.”

“Eyvallah Efendim.”

 

Grup biraz uzaklaşarak uygun bir yere oturdular. Bir süre sonra gençlerden biri gelen misafirlere açlıklarını sordu. Misafirlere bir sofra hazırlandı. Yemek sonrasında misafirlerle birlikte postnişin Feyzullah Efendi Hacıbektaş’a gideceğini işlerinin olduğunu söyleyerek ayrıldı.

 

Postnişin’in evinde bunlar alışıldık bir durumdu. Sık sık ziyaretçiler gelir, sorunlarını halletmek için Mürşit ile görüşürlerdi. Ailenin konumu bunu gerektiriyordu. Özellikle Postnişin makamı Alevi Bektaşilerin en üst makamıydı. Kendi bölgelerinde bağlı oldukları ocak dedelerinin çözemedikleri sorunlar için buraya gelir, burada sübuta erdirirlerdi.

 

Bazı zamanlarda, özellikle Dergâhın müze olarak açılmasından sonra yapılan Ağustos törenlerinde misafir akını olur, Postnişin’in evi ve tüm ailenin evleri, yani Çelebi Konakları, dolup taşar, iğne atsan yere düşmez olurdu.

 

Ailenin gençlerinden işleri bitenler birer ikişer aşağıya kaçıyorlardı. Kaçıyor demek biraz suçlayıcı oluyor, ama işler hiç bitmiyordu ki! Önden giden gençler ‘urgan’ denilen büyük ipleri ve orta tahtası olarak kullanılacak olan genişçe bir kalası önceden cevizlerin altına götürmüş, büyük salıncakları kurmuşlardı.

 

Bu salıncaklar ceviz ağaçlarından birinin yaklaşık beş metre yükseklikteki en kalın koluna, çarpmaması için iki ağacı ortalayacak şekilde bağlanmıştı. Aşağı sarkan dört ip, ortasına kalas konacak şekilde alt uçları düğümlenmişti.

 

Kalasın ortasına üç genç, genellikle kızlar oturmuştu. İplerin dışında kalan kalas ucuna da iki genç ayakta olacak şekilde çıktılar. İlk hareketi dışardan verdikten sonra ayaktaki iki genç sırayla emme basma tulumbası gibi salıncağı yavaş yavaş hızlandırdılar. Salıncak öyle hızlanmıştı ki koca ağaç en ince dalına kadar sallanıyordu. Salıncağın bir ucu ağaca değiyor, sonra diğeri. Gençler ise çığlık çığlığaydılar.

 

Akşam herkes yorulmuş, Ortahavuz’un başında toplanılmış, ailenin büyükleri günün siyaseti üzerine koyu bir muhabbet ediyor, gençler ise onları dinliyordu. Bir süre sonra muhabbet Alevilik üzerine geçti. Muharrem ayındaki kitap okumalardaki gibi derinleşmişti. Günün tüm eğlencesini ve yorgunluğunu unutturacak cinstendi.

 

Gün batarken herkes toplanmış, artık soğuk çıkmıştı. Anneler çocuklarının üstlerini giydirip korumaya çalışırlarken, yorgun çocuklar hala yaramazlık peşindeydi. Tüm eşyalar yine Sarı Kamyona yüklendi. Hareket edilirken Hüseyin de diğer çocuklar gibi annesinin kucağında uyuyakalmıştı bile.

 

Aşk ile.

 

Notlar:

 

1 Hıdırellez ya da Hıdrellez (Azerice: Xıdır Ilyas ya da Xıdır Nəbi), Türk dünyasında kutlanan mevsimlik bayramlardan biridir. Ruz-ı Hızır (Hızır Günü) olarak da adlandırılan Hıdırellez günü, Hızır ve İlyas’ın yeryüzünde buluştukları gün olduğu sayılarak kutlanmaktadır. Hıdırellez günü, Gregoryen (Miladi) takvime göre 6 Mayıs, eskiden kullanılan Jülyen (Rumi) takvime göre 23 Nisan günüdür. 6 Mayıs’tan başlayıp 7 Kasım’a kadar olan süre Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 5 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. 5 Mayıs gününün gecesi kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başlaması anlamına gelir. Bazıları Hıdırellez’in Mezopotamya ile Anadolu kültürlerine ait olduğu; bazıları ise İslamiyet öncesi Orta Asya Türk kültür ve inançlarına ait olduğunu öne sürer. Hıdırellez Bayramı’nı ve Hızır düşünüşünü tek bir kültüre mal etmek olanaksızdır. İlk çağlardan itibaren Mezopotamya, Anadolu, İran, Balkanlar ve hatta bütün Doğu Akdeniz ülkelerinde bahar ya da yazın gelişiyle belli başlı doğasal döngüler için sevinç duyulduğu görülmektedir. Hızır, yaşam suyu (ab-ı hayat) içerek ölümsüzlüğe ulaşmıştır. Özellikle baharda aramızda dolanarak, bolluk ve sağlık dağıtır. Hızır bir kişiye verilen addan çok doğasal bir durumu, baharla vücut bulan yaşamın tazelenmesini simgeler.

Bkz.: <tr.wikipedia.org/wiki/Hıdırellez>

 

2 Feyzullah Ulusoy (1920-1994)