Âşık Remzâni |
Ara Bul!
Zamanın derinliklerinden gelen ve ne
mekân ne de zaman mevhumunun olmadığı gerçekler âleminin yansıması, bir
damlasıdır, evrensel gerçekler. Değişmez, değiştirilemez, herkes tarafından
kabul edilir ve benimsenir. Herkesin arayıp da bulamadığı, gözünün önündeki
gerçeklerdir, evrensel gerçekler. Yaşadığı dönem henüz insanoğlu yerleşik
düzene geçmemiş basit kabile toplum düzeninde ilkel yağmacı, istilacı bir
toplum olsa da o, insan aklının sorguladığı “Niye varım?”
sorusunun yanıtını aramaya başlamıştı. Feodal düzenin kuralları bu toplumda
farklı tanımla işliyordu. Din adına cihat yapılıyor. Mutlak kurtuluşun “Halifeye biat” olduğu inandırılmaya çalışılıyordu.
Korku, o kadar hâkimdi ki farklı düşünce ve inanca sahip olanlar sindirilmiyordu
bile, doğrudan türlü işkencelerle yok ediliyordu. İnsanlar da yaşamak için
boyun eğiyorlardı. O da diğerleri gibi yaptı belki de gerçekten kurtuluş
halifedeydi, bilemedi, öğrenmek için onun ordusuna katıldı. O, hayatı boyunca
arayıp durdu, birçok aklı başında insan gibi hayatın anlamını. Zaman içinde cesareti, yiğitliği,
cengâverliği ile ordu içinde yükselerek komutanlık yapmaya başladı. Bunları
yaparken geçmişten getirdiği soruları devamlı aklını karıştırıyordu: “Gerçek nedir?”, “Sırrı
Hakikate ulaşılabilir mi?”,
“Burası fani
dünyaysa gerçek dünya nerededir, nasıl bir
yerdir?” Daha
bunun gibi yüzlerce soru ile kendine çıkış arıyordu. İlk başlarda bunun egemen güçle
birlikte olacağını sanıyordu. Zaten bu yüzden de Halife Muaviye’nin ordusuna
girmiş, tekfura kılıç çalmaya sınır boylarına gitmişti. Ona ve onun gibi tüm
askerlere cihat ile ne kadar çok kâfir öldürürse o kadar cennetten pay
verileceği vaat edilmişti. Bu vaat ile hidayete ereceği inandırılmıştı.
Yıllarca bu uğurda binlerce can almıştı. O, büyük komutan “Hür1” idi. Hür komutanın, her gittiği yerde
yanıtlarını bulacağı sorular gittikçe derinleşiyor. Yanıt bulmak yerine tüm
zihnini duygularını kaplıyordu. Ne yazık ki bu durum onun için gittikçe
vazgeçilmez oluyordu. Yaptığı hiçbir şeyden mutlu olamıyor, haz alamıyordu.
Oysaki dünyevi zevklerin hepsine sahipti. En güzel binek hayvanlarına sahip
olmuş, harem kurmuş, yiyeceklerin en güzelinin tadına bakmış, ama hiç birisi
aradığını vermemişti. Sadece anlık bir haz duygusu ile saman alevi gibi uçup
gitmişti. Dünya varlığına sahip olmanın onun sorularına cevap vereceğini
sanmıştı. Yanıldığı o kadar netti ki mutsuzluğu ve arayışı giderek artıyor,
çölde susuzluğuna çare arayan mahlûkat gibi hissediyordu kendisini. Tüm bunlar
çoğu zaman hırslanmasına, daha asabi olmasına neden oluyordu. Hırsla
saldırıyordu düşmana, doğal olarak bu durum ordunun işine geliyor, savaşlar
kazanılıyordu. Tekfur içinde nam salmış, korkulan komutan olmuştu. Bir zaman sonra Halife Muaviye ölmüş,
yerine oğlu Yezit’i geçirmişti. Hür, bu değişimi birçokları gibi Arap
dünyasının iki güçlü ve köklü kabilesi olan Ümeyyeoğulları ile Haşimoğulları
arasındaki egemenlik savaşı olarak görüyordu. O da diğerleri gibi güçlüden yana
taraf olmuştu. Hak ve haksızlığı, gerçek ile batılı görebilmesi için
gözlerindeki sır perdesi henüz açılmamıştı. Yezit, Hüseyin’in Mekke’den yola
çıktığından beri, mektuplarla biat ettirmeye çalışmış. Türlü oyunlarla,
hilelerle yolundan vazgeçirmeye uğraşmıştı. Bir türlü başaramıyordu. Sinir ve
telaş içindeydi. Kûfelilerin onu çağırdığını biliyordu. Oraya ulaşmamalıydı.
Kûfelileri kendine döndürmemeliydi. Kûfe Valisinin bunu başaramayacağını
biliyordu. Bir çare bulmalıydı. Ordu komutanları arasında nam salmış olan Hür’ü
çağırttı. Yezit: “Hasmım Ali bin Hüseyin’in2 yok edilmesi gerekiyor. Onun atası Ebu Talip bin Ali
atalarıma biat etmemiş. O da bana biat etmeyecek. Varlığı varlığımı her şeyimi
tehdit ediyor. Sen de var olmak istiyorsan, sana verdiklerimin daha fazlasına
sahip olmak istiyorsan. Onu yok etmelisin.” Hür: “Onu yok etmek kolay, bu kadar orduya bile gerek yok.
Küçücük bir kervan ile yola çıkmış, üstelik bizim ordumuzun üzerlerine gideceği
haberini alanlar da ayrılıyorlarmış zaten. Kûfevalisi İbn-i Ziyad ya da oradaki
komutan Ömer bin Sa’d bunu yapar.” Yezit, (çok sinirlenmiş, gözlerinden
ateşler saçarak): “Sen emirlerime karşı mı çıkıyorsun. Bu
ne cüret, sen sadece bir kulsun. Ben ne dersem o olacak. Öl diyorsam öleceksin.
O var ya O! (Sinirden
nutku tutulmuş, ağzı kurumuştu. Önündeki
bir maşrapa şarabı bir dikişte içti.) Şimdi git ve dediklerimi yap.” Hür: “Emriniz başım üstüne!” Yezit arkasından bağırdı: “Her şeyden haberim olacak,
Hüseyin’in attığı her adımdan, çadırından çıkışından ve çadırına girişine kadar.” Oradan ayrıldığında ordusu hazırlanmıştı.
Hemen yola çıksa da sorularına yanıt bulamamıştı. “Yola çıktığında, içinde ne olduğunu
anlayamadığı bir kıpırtı oluşmuş, bir huzur ışığı belirmişti. Aslında ona göre
bu görevde diğerlerinden farklı değildi. Haşimoğlu Ali bin ve beraberindekilerin
Kûfe’ye erişmesini engellemekti. Kafası iyice karışmıştı. Küçücük kervana niye
koca bir ordu gönderilirdi ki bir türlü çözemiyordu. Gerçi ordudayken sadece
tekfurla savaşmıştı ama yine de savaş, savaştı. ‘Güçlüysen kazanırsın’ı biliyordu. Ordusu binleri aşıyor, on
binlere ulaşıyordu. Karşılarında bir avuç insan vardı ve Kûfe’ye doğru
ilerliyordu. Kûfe ile birleşse dahi ordunun yarısı bile olamayacaktı. Aldığı
bilgilere göre, halk da Halifeden korkuyor, her an dönebilecek gibiydiler. Tek yapılması
gereken biraz daha korkutmaktı. Sadece bir komutan, asker olarak verilen görevi
yerine getirecekti. Basit bir görev, belki cenk bile olmayacaktı. Orada öylece
durup, o küçücük kafilenin geçmesine engel olacaktı. Kûfe valisi İbn-i Ziyad
bunu yapabilirdi. Niye kendisine verilmişti ki bu görev?” Bunları düşünürken içinde bir kıpırtı
hissetti. İyi de içindeki bu kıpırtı neydi? Uzun zamandır bunu hissetmemişti.
Ta o ilk arayışının başlangıcında beliren ışık gibiydi. Kendini sevdiğine kavuşacak
olan âşık gibi hissediyordu. Eskiden beri kafasında oluşan sorular daha net görünüyor,
uzun yıllar aradığı yanıtlar için sönen umutları yeniden yeşeriyor, yaşadığı
hayal kırıklıkları yeniden umut olup filizleniyordu. Aklı karışmış, mantığı
almıyordu. Yol boyunca ordunun önünde bunları
düşünüp durdu. Kûfe’ye vardıklarında soruların azalacağını umut ediyordu. Bu
görevde sonunda bitecek yeni bir görev için emir bekleyecekti. Asıl aradığı
kendi sorularına yanıttı. Üstelik sorularına yeni eklenen “Hüseyin’i bu kadar güçlü kılan, ondan bu kadar korkulacak nesi vardı? Kimdi bu adam? Nasıl biriydi?” soruları giderek büyüyor, tüm
benliğini giderek kaplıyordu. Önünü alamıyordu bir türlü. Kûfe valisi İbn-i Ziyad; Hüseyin ve
kafilesinin Kerbelâ denen yerde olduğunu, hemen oraya gitmesini, yoksa
halifenin ikisinin de kellesini alacağını söylemesi ile neden bu görevin kendisine
verildiğine belki bir cevaptı. Vali de korkuyordu, kellesinin gitmesinden. Yezit’in
zalimliği herkesi, her yeri korku imparatorluğuna dönüştürmüştü. Kerbelâ, Fırat kıyısında olsa da bir
çöldü. Zorlu bir yerdi. Onun için Kerbelâ3 denmişti.
Küçük kafile yola çıkalı yetmiş güne yakın bir zaman olmuş, büyük bir kervan
iken yolda alınan haberlerle geriye sadece yetmiş üç kişi kalmışlardı. Bunlarında
çoğu kadın ve çocuklardı. Hepsi de Haşimoğulları sülalesi, Peygamber Hz.
Muhammed’in ailesinden, kanından olanlardı. Ehl-i Beyt’ti oradakiler. Uzun çöl
yolculuğu hepsini yormuş, zayıflatmış, birçoğu da hastalanmıştı. Üstelik
gittikçe artan açlık ve susuzluğa bir de can korkusu ile oluşan gizli kaçışlar
iyice morallerini düşürmüş dayanma dirençlerini kırıyordu. Ordunun komutanı Ömer bin Sa’d Muharrem
ayının yedisinde çemberi daralttı ve kampın suyollarını kesti. Muharrem ayının
dokuzunda, kampın su kaynakları tükenmişti ve önlerinde sadece savaşmak ya da
teslim olmak seçeneği kaldığı belliydi. Hür oraya gelince biraz ilerdeki
tepeciğin üstünden baktı. Küçük kafilenin orta yerindeki Hüseyin’in çadırı ve
sancağı görülebiliyordu. Bir avuç adam ve onlardan daha fazla olduğu belli olan
kadınlar çadırlara girip çıkıyorlardı. Hüseyin’i ilk gördüğünde gözlerini o
beliren ışıktan alamadı. Uzunca öyle bakakaldı, Hür komutan... –Neydi, neyin
nesiydi bu ışık?– daha önce böylesini hiç görmemişti. Acaba bir yansıma mıydı,
serap mı görüyordu. Çölde buna benzer hadiseler yaşamıştı ama bu hiç birine
benzemiyordu. Dona kalmıştı. Ona seslenildiğini duymadı bile. “Efendim, efendim!” “Birileri
bize doğru geliyor. Sanırım üç kişiler.” Yanındaki askerin ona dokunmasıyla
birden daldığı düşler âleminden uyandı. Yanına iki komutan alarak çıkacaktı ki
Kûfe valisi elli askerle çıkmıştı bile. Ne oluyordu. Bir güç gösterisi miydi
bu? Üçe karşı elli? Atını mahmuzladı, onlara yetiştiğinde
iki hasım karşılaşmış, selamlaşmıştı bile. O da selam verdi. Gözü hala Hüseyin’in
gözlerinde takılıydı. Sadece ona bakıyordu. Hüseyin de fark etmişti onu. Ama
hiç belli etmemişti, diğerlerine. En garibi de yıllarca kafasını meşgul eden,
duygularını benliği sarıp sarmalayan o sorular bir anda yok olmuş, sanki hepsi
yanıt bulmuştu. Tek bir soru kalmıştı: “Nasıl böyle olabiliyordu? Hüseyin’i bu kadar büyük
yapan neydi?” “Peygamberin torunu olması yeterli
değildi bu sorunun cevabı için, neydi onu büyük yapan?” “Bunu ona sorsa gerçek yanıtı alabilir
miydi? Yoksa sırrı kendi mi çözmeliydi?” Tüm bu sorular hızlıca kafasından akıp
giderken, Hüseyin: “Ey! Kûfeliler buraya siz beni
çağırmadınız mı? Buraya gelmemi siz istemediniz mi? İşte geldim. Size Hak
yolunu tebliğ eden Allah’ın elçisinin oğluyum. Sizlere atam Muhammed hakkı
için, babam Ali hakkı için sesleniyorum. Hak yolu her daim hepinize açıktır.
İşte size Peygamberin sancağı gelin ve kurtuluşa erin. Size Ehlibeyt’in kim
olduğu söylenmedi mi? Ümmetin kurtuluşunun nasıl olacağı anlatılmadı mı? Gelin
ve Hak ile batılı bilin.” Ömer bin Sa’d: “Ey Hüseyin halkı kandırıp,
Haşimoğullarına katacağını sanıyorsan yanılıyorsun. Onlar neyle keyif
alacaklarını iyi bilirler. Sen kendi haline bak. Kendini daha kurtaramadın, bir
de kalkmış Kûfelileri kurtuluşa erdireceğini sanıyorsun. Geri dön ve biat et de
belki Halife seni bağışlarda kellen kurtulur.” O sırada beraberindekilerle
kahkahalarla güldüler. Hür, Hüseyin’e baktığında yüzündeki ifadede hiç
değişikliğin olmadığını, gözlerini ileriye Kûfelilere doğrulttuğunu gördü. Hüseyin: “Gafil olmak, dünya malına tamah etmek,
nefis işidir. Nefis de insanın en zayıf yeridir ki iblis orayı kolayca ele
geçirir. Sizler benim kendi canım için Hak yolundan vazgeçeceğimi mi
sanıyorsunuz. Sizler eğer gerçekten iman edip, itikatla Hak yoluna
bağlansaydınız nerede duracağınızı bilirdiniz. Siz –İslam olduk– deyin. Siz
henüz iman etmediniz. Kalplerinize Hak ışığı düşmedi ki bilesiniz nerede
duracağınızı.”4 Ömer bin Sa’d: “Ey Hüseyin artık süren doldu ya
biat et, ya da sonunu sen düşün. Sana bir gün ve gece mühlet.” dedi ve atını geri sürdü, koşturarak
arkasına bile bakmadan çadırına yöneldi.
Belli ki sinirlenmişti. Hüseyin ile Hür göz göze geldiler.
Hüseyin’in yanındakilerinin elleri kılıçlarındaydı. Hüseyin’in işaretiyle
gevşettiler ama bırakmadılar. Hüseyin: “Sen neden gitmedin onlarla?” Aslında bu sorunun yanıtını hep biliyordu, ama onun ağzından duymak istemişti. Ama Hür’de konuşacak cesaret var mıydı bilemedi. Sözcükler mırıltı gibi çıktı ağzından: “Aradığımı buldum.” “Ne arıyordun ki?” “Bilmiyorum. Sadece aradığımı buldum. Ey Hüseyin ben,
Hür bin Yezid-i Riyahi, ne aradığımı ve neyi bulduğumu sen çok iyi biliyorsun.
Onun için soruma yanıt ver: Ben ne zaman Hür olacağım?” “Ey Hür, anan sana bu adı verirken senin içine de bunu
koymuştur. Bunu ancak sen bulabilirsin. Hak herkesi kendi amelince
değerlendirir. Bizler sadece sizlere Hak yolunu tebliğ ederiz. Tercih sizindir.
Ara Bul!” Bu konuşmadan sonra herkes kendi
çadırına yöneldi. Gece boyunca Hür uyumadı. O ışığı düşündü. Soruları bitmiş
artık karar verme zamanıydı. Ya adı gibi Hür olacaktı ya da Dünya malı içinde
kıvranıp duracaktı. Gün ışığıyla birlikte atını Hüseyin’in
çadırına sürdü. Herkes bu kim diye şaşırmıştı. Hür: “Ey Hüseyin! Beni Hak yoluna kabul eder
misin? Eğer ki bu yola girersem, Hür olur muyum?” Hüseyin: “Ey Hür tercih senindir. Bu yolda ölmek
var dönmek yoktur. İkrar bir kere verilir. İyi düşündün mü? Sonuçlarını
biliyorsun. Katlanabilecek misin?” Hür: “Ben aradım ve buldum. Eğer ki Hak yolunda ölmek varsa
ve sen bu fakiri kabul edersen, uğruna ilk ben gitmek isterim.” Dedi ve
gözlerinin içinde kayboldu. Kendine geldiğinde atını Yezit’in
ordusuna doğru sürdüğünü gördü ve özgürlüğe koşarcasına daha bir hızlandı.
Ordunun içine daldığında askerler ne olduğunu anlamamıştı. Ama sonra hepsi
birden ona saldırdı. Aldığı ağır yaralarla atından düştü. Vaktin imamı Hür’ün
yanına ulaştığında Hür’ün kanlar içindeki başını kucağına aldı. Sonra Hür’ün
kanayan başına mendilini koyarak onu sardı. İkisi de ağlıyor muydu gülüyor
muydu belli değildi. Artık biliyorlardı ki ayrılık kısa sürecek birbirlerine
yine kavuşacaklardı. Hür: “Ey vaktin imamı Artık Hür müyüm?” Hüseyin: “Ey Hür! Gerçekten adını koydukları
gibi fani dünya da gerçek hayatta da hürsün.” Evvela
meydanı Hür Şehit açtı Gökteki
melekler kanlı yaş saçtı Yetmiş
üç pehlivan hep şehit düştü Ah
senin dertlerin İmam Hüseyin (…) Ol
Yezid’in bir evladı var idi Gayetten
pehlivan ismi Har idi İsmi
Har idi değişti Hür oldu Gayetten
sevdiler ol pehlivanı5 “Niye varım?”, “Gerçek
nedir?”, “Sırrı Hakikate ulaşılabilir mi?” tüm bu sorular bitmiş O aradığını bulmuştu. Bu dünyadaki her can özüne sorduğu
soruların yanıtını ancak yine kendisi bulabilirdi. Bunun bir yolu vardı: “Ara Bul!” “Araştırma en büyük sınavdır.” Hararet
nardadır saçta değildir Keramet
baştadır, yaşta değildir Her
ne arar isen kendinde ara Kudüs’te,
Mekke’de Hac’da değildir
Notlar: 1. Hür Şehit: Asıl adı Hür bin Yezid-i Riyahi olan Hür, Kerbelâ olayındaki
ilk şehittir. 2. Ali bin Hüseyin (Ali oğlu Hüseyin): Hz. Muhammed’in torunu, İmam Ali’nin
oğlu İmam Hüseyin. 3. Kerbelâ: Ker; gam, keder bela; kötülük, gaddarlık, zalimlik
anlamındadır. 4. Bu sözler HUCURÂT-14. ayetten
alınmadır: “Arabiler
iman ettik dediler”
“de ki: Siz henüz iman etmediniz, fakat henüz iman kalplerinizin içine girmemiş olduğu halde ‘İslam’a girdik’ deyin. Eğer Allah’a ve peygamberine itaat ederseniz, size amellerinizden hiçbir şey eksilemez; çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, merhamet edendir.” 5. Şah Hatayi. |
|