Âşık Remzâni |
PSAKD
Pendik Şubesinde Yapılan Muhabbette Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin
Hürrem Ulusoy’un Konuşması Bizi
Üçe Osmanlı Böldü Alevi-Bektaşi-Kızılbaş toplumu üç ana
gruba, Babagan kolu Bektaşileri, Çelebiler ve Dedeganlar dediğimiz üç kola ayrılıyor.
Bu kopuş büyük bir baskı sonucu oldu. Osmanlı, Kalender Çelebi İsyanından
sonra, bizi ikiye bölmek istedi, ama biz üçe bölündük ve birbirimizden koptuk. Kopuş o kadar ileriye gitti ki bazı
yörelerde kız alıp vermedik. Tarihe baktığımızda aynı kökendeniz; inancımız,
kutsal saydıklarımız, yolumuz, cemimiz, görgümüz, ikrarımız aynı. Hiçbir fark
yok, sadece isim farklı. Ben, Alevi-Bektaşi-Kızılbaş kelimelerini ayrı değil,
bir olarak kullanmaya çalışıyorum. Gerçek de o zaten. Hacı Bektaş Dergâhıyla Osmanlı
Padişahları arasındaki anlaşmazlıkların en önemlisi Kalender Çelebi İsyanıydı.
Kerbelâ’da İmam Hüseyin’in kendini kurban etmesiyle Nurhak Dağlarında Kalender
Çelebi’nin kendini kurban etmesi tarihin bir tekerrüründen ibarettir. Daha sonra da pek çok Kerbelâ’lar
yaşadık. Cumhuriyet döneminde de Sivasları, Maraşları yaşadık. Londra’da
Maraş’ı yaşamışlarla konuştum. İnsanın doğasında bu kadar büyük bir kinin,
nefretin olmaması lazım, ama ne yazık ki var. Bugün İslam coğrafyasında yine pek çok
Kerbelâ’larla karşı karşıyayız. İnsanlar birbirini öldürüyor; öldüren de ölen
de, “Allah-u Ekber, Allah büyüktür” diyor. Birinci Kırılma 1527 Tarihimizde önemli kırılma noktaları
vardır: Birincisi, on altıncı asrın ortasında Kalender Çelebi İsyanıyla yaşanmıştır.
Bu, Alevi- Bektaşi-Kızılbaş toplumunun parçalanmasının başlangıcıdır. Kalender Çelebinin katledilmesinin
ardından, Hacı Bektaş Dergâhı, Alevi-Bektaşi toplumu üzerindeki artan
baskılarla tek başına başa çıkamadı; takiye yapmak zorunda kalındı. Dedelerin getirdiği eski icazetlere
özellikle 1700’lerdeki icazetlere bakıldığında, metinlerin her iki tarafa da
uygun gelecek şekilde yazılmış olduğu görülüyor. O günlerden kalan belgelerin sonunda
şu tavsiye ya da emir yer alıyor: “İslam’ın
beş şartına uyun!” Bunun farkına vardığımda günlerce
uykusuz kaldım. “Biz” dedim, “bir
yerlerde yanlış mı yapıyoruz?” Yaşadığımız şeyle, tavsiye edilen yahut emredilen şey
kesinlikle birbirine uymuyor. Strasburg Üniversitesinin Hacı Bektaş
Veli Enstitüsünün kuruluş toplantısına katılmıştım. Türkiye’den ve Avrupa’nın
bilim adamları ile inanç önderleri gelmişti. Münih Üniversitesinden Profesör
Suraiya Faroqhi de oradaydı. Beni çok etkileyen kişilerden biridir.
Alevi-Bektaşi- Kızılbaş inancı üzerine tanıdığım en iyi araştırmacılardan
birisidir. Bu toplantıda ona kafamdaki sorunu,
yani Hacı Bektaş Dergâhından çıkan icazetlerde yer alan, “İslam’ın
beş şartına uyulması”
emrini sordum. Bana şöyle dedi: “Siz, Kalender Çelebi İsyanından sonra
esir alındınız. Osmanlı korktu, Hacı Bektaş Veli Dergâhını baskı altına
aldılar. Aksaray Kadılığı sizi kontrol ediyordu, takiye yapmak zorundaydınız.
Resmi, yazılı belgelerde de takiye yapmak, böyle yazmak zorundaydınız. Öte
yandan dedelere yol, erkânı, hizmetleri cönklerde tarif edildiği şekilde
yapmaları sözlü olarak anlatılıyordu.” İkinci Kırılma 1826 Parçalanmışlığın ikinci dönüm noktası
da Sultan II. Mahmut döneminde 1826 yılında Hacı Bektaş Dergâhına büyük
zararlar vermiş olan, “Vaka-ı
Hayriye” olaydır.
Görünüşte Yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasıdır. Yeniçeriler, Osmanlı ordusunun
çekirdeğini oluşturan askeri birliktir. Hacı Bektaş Dergâhına bağlıdır, ancak
Hacı Bektaş Dergâhının bu askeri birlik üzerinde herhangi bir yaptırımı yoktur. Sultan II. Mahmut Yeniçeriliği ortadan
kaldırırken Alevi-Bektaşiler büyük tahribata uğradı. Anadolu’nun her tarafında
tekkeleri, dergâhları yıkıma uğradı, ama en büyük yıkım İstanbul, Eskişehir ve
Hacıbektaş’ta oldu. Dergâhların başındakileri sürgün etti, öldürttü. Hacı Bektaş Dergâhı da nasibini aldı. O
dönemde Dergâhın başında Hamdullah Çelebi vardı. Hamdullah Çelebi savaşçı
değil, barışçı, şair ruhlu bir zattı. Bugün cemlerde onun deyişleri söylenir.
Hamdullah Çelebi Kırşehir’de on gün idamla yargılandı. Padişah, idam edilirse
büyük isyan olur diye korktu ve özel bir ulakla ferman gönderdi. Hamdullah
Çelebi idam edilmedi, ama sürgüne gönderildi. Hacı Bektaş Dergâhının başına
Nakşibendi Şeyhlerini koydular. Nakşibendi Şeyhlerinin inançları ve düşünceleri
bugünkü düşünce ve inançla aynıdır: “Asimilasyon,
kendine benzetme”
o zamandan başlayan hücumlar hiç kesilmeden sürdü; bugün de devam ediyor. Kırşehir’de yapılan mahkemenin
tutanaklarını bulduk ve kitap halinde yayınladık. Hamdullah Çelebi’nin mahkeme
heyetine söyledikleri, bugün Alevi-Bektaşi-Kızılbaş toplumunun sorunlarına ışık
tutacak nitelikte. Hamdullah Çelebi’nin cevaplarını görmek isteyenler Vakfımız
kanalıyla bu kitaplardan edinebilirler. Bir dönemin gerçeğini orada
görebilirsiniz. Üçüncü Kırılma 1925 Cumhuriyet dönemine geldiğimizde, Sivas
Kongresi, resmi tarihin yazdığı gibi değildir. Sivas Kongresi çok zayıf geçti. Mustafa Kemal Paşa, Hacıbektaş’a büyük
bir moral bozukluğuyla geldi. Orada bir gece kaldıktan sonra, ertesi gün,
Cemalettin Çelebi’nin adamlarının koruması altında Ankara’ya geldi. Kendisine, ailemizin bildiği, fakat
ispat etmemizin mümkün olmadığı, ispat etmek gereksinimi de duymadığımız, bir
maddi destek de yapıldı. Cemalettin Çelebi’nin ailenin geleceğini güvenceye
almak için elinde tuttuğu kıymetli bir taş vardı. Kendisi Hakk’a yürüdüğünde bu
taş yoktu; para, altın gibi herhangi bir şey de yoktu. Neyi varsa Kurtuluş
Savaşı’nda Mustafa Kemal Paşa’ya yardım olarak vermiş. Daha sonra Veliyettin Çelebi’nin, Cemalettin
Çelebi’nin benim adaşım olan küçük kardeşinin postnişînliği döneminde yapılan
yardımların makbuzları ve belgeleri var. Şu gerçekle karşı karşıyayız: Alevi-Bektaşi-Kızılbaş
toplumu olmasaydı, ne Osmanlı kurulurdu, ne de Türkiye Cumhuriyeti. Bu tarihi bir
gerçek, kesinlikle bir abartma değildir. Cumhuriyet döneminde neyimiz varsa
verdik, ama 1925’de Dergâhla birlikte Hacı Bektaş Veli Vakfı da kapatıldı.
Malvarlığı, kapanın elinde kaldı, ihalelerle satıldı, şahıslar işgal ettiler.
Hacıbektaş’a gidenler bilir, Belediyenin Dedebağ diye işlettiği yer, Hacı Bektaş
Veli Vakfı’nın mülküydü. Gerçekten, geniş bir malvarlığına sahipti. Bugünün
deyimiyle entegre bir tesisti, her türlü ihtiyacını kendinin karşıladığı bir
kurum durumundaydı. Dergâh’ta Birlik Alevi-Bektaşi-Kızılbaş toplumdaki
parçalanmışlığı gidermek için “Dergâh’ta
Birlik” adı
altında yola çıktık. Belki topluma bir çeki düzen verebiliriz diye altmışın
üzerinde toplantı yaptık. Hem Türkiye’de hem de yurt dışında gezmediğimiz nokta
kalmadı. “Dergâh’ta
Birlik”
çalışmasında, “Gelin dedeler, Hacı Bektaş Dergâhının
emrine girin!”
şeklinde bir tavır takınmadık, takınmayız da… Sadece, “El
ele verelim,
ortak
problemlerimizi birlikte çözelim; beraber olalım, gönülleri birleyelim!” dedik ve yola çıktık. Bugün de aynı düşüncedeyiz. Hiç
kimsenin talibini ve çevresini zapturapt altına almak aklımızın ucundan bile
geçmedi. Biz kendi taliplerimize bile görevlerimizi tam yapamamanın mahcubiyeti
içerisindeyiz. “Dergâh’ta
Birlik”
çalışmasının büyük toplantısını Hacıbektaş’ta yaptığımızda alınan tavsiye
kararları içinde vakfın yeniden kurulması da vardı. 2012 Aralık ayında
Vakfımızı kurduk. Çok kısa şekilde amaçlarımıza değineceğim. Tarihi dergâhımız bir devlet müzesi
halinde. Bizler, Dergâhımızı para verip, giriş bedeli ödeyerek ziyaret
edebiliyoruz. Dergâhın orta yerinde, Nakşibendi Şeyhleri eliyle 1834’de
yaptırılan bir de cami var. Ama oraya herkes bedava giriyor… Bu durum tabii ki
bize dokunuyor. İstiyoruz ki bugünün ihtiyaçlarını
karşılayan bir dergâh yapalım. Benim düşüncem, Hacı Bektaş külliyesini bize
verilse bile müze olarak kalmasıdır. Tabii, toplumun düşüncesine saygı duyarım,
ama bence orada hiçbir şey yapılmamalı. Ziyaret edip, eskiden nasıl
yapıldığını, nasıl yaşadıklarını görmeliyiz, ama her türlü kültürel ve inanç
ihtiyacımızı yeni yapılacak bir dergâhta karşılamalıyız. Örneğin, Hacıbektaş’a gelen
misafirlerimizi yeterince ağırlayamıyoruz. Beni affedin, boş gelip boş
gidiyoruz. Misafirlerimiz, profesyonelce ağırlanacak, kâmil insanların
muhabbetine katılacak, belgesel filmler veya tiyatro eserleri izleyecek ve
memleketlerine yolumuzdan belli şeyler alarak dönecekler. Böyle bir proje
içerisindeyiz. Gençlere eğitime bursu vermeyi
planlıyoruz. Elyazması eserlerimizi bugünkü Türkçeye çevirecek yetişmiş
insanlara çok ihtiyaç var. Ayrıca burada hizmet kadrosu yetiştirmeyi düşünüyoruz. Erkânlar Erkânlarımız zaman içerisinde
yıpranmış, farklılaşmış ve diğer inançların etkisinde kalmış durumda. Örneğin,
Hakk’a Yürüme Erkânı bozulmuş, tamamen inancımızın dışında, Alevice olmayan sözlerle,
hareketlerle yapılan bir hizmete dönmüş. Bu konuda iki yıl çalıştık, altmışın
üzerinde erkân topladık. Tüm Kızılbaş- Alevi-Bektaşi erkânlarından yararlandık,
sonunda Hakk’a Yürüme Erkânı ile ilgili küçük bir kitapçık hazırladık. Ama
üzülerek söylüyorum, gördük ki sadece Tahtacı Erkânı bozulmadan kalmış. Bildiğiniz gibi Vakıfların ticari işler
yapması yasa gereği mümkün değil. Bu nedenle tümüyle vakfa ait bir iktisadi
işletme kurduk. Alevi-Bektaşi-Kızılbaş toplumunun gözü kulağı dili olan aylık
bir dergi çıkardık. Amacımız kimseye el açmadan, toplumumuzun her türlü
ihtiyacını bu dergiyi satarak karşılamak ve toplumumuza da aynı zamanda
kültürel bir hizmet sunmaktı. Ancak, baskı sayımız ne yazık ki umduğumuzun çok
altında, insanlarımıza aylık beş lira bile vermek zor geliyor. Bu yayınlara yazı gönderebilirsiniz,
göndermelisiniz. İsteklerinizi, arzularınızı, düşüncelerinizi oradan ifade
etmeniz bizleri çok mutlu eder. Biliyorsunuz, biz okumayı çok sevmiyoruz. Önemsediğimiz konularda küçük,
açıklayıcı ve ucuz kitapçıklar, kitaplar yayınlıyoruz. Kitapçıklar, küçük ve
açıklayıcı olsun ki aldığında herkes okusun istedik. Bir kelime bile öğrenilse
önemli, çünkü toplumumuz yolumuzla ilgili bilgi fakirliği içerisinde. Ankara’da, Yenimahalle Belediyesi’nden
cemevi olarak inşa edilmiş bir bina kiraladık. Orada da toplumumuzun her türlü
ihtiyacını karşılamaya çalışıyoruz. Tabii ki bu çalışmalar yeterli değil,
ama çalışmaları yapmak için –ne yazık ki, bunu söylemek zorundayım– maddiyata
ihtiyaç var. Sağ olsunlar, bağışlar oluyor, ama projemizi gerçekleştirmeye
yetmiyor. Bunların hepsi zaman içerisinde gerçekleşecek. Toplumumuz yapılan
işleri gördükten sonra zaten yardımcı olur. Konuşmamı Feyzullah Çelebi’nin bir
dörtlüğüyle bitirmek istiyorum: Kabul
et bu canı kurban senindir Dört
kitap içinde Kur’an senindir Nerde
bir cem olursa irfan senindir Feyziya
kelâmın kaleme gelmesin Eyvallah! Saygılar sunuyorum.
Geldiğiniz için tekrar teşekkür ediyorum.
Hamdullah Çelebi Devriye İbtidâ’
dünyaya mekteb kurunca Hocamın
dersini verdim idi ben Melekler
Âdem’e secde kılınca Kırklar’ın
kapısın açtım idi ben Muhammed
aşkına salavât verdim Arşta
meleklerin seyrine girdim Nûh
Peygamber’le gemiye bindim Necef
Deryâsı’nda yüzdüm idi ben Muhammed
Mustafa’nın sırdaşı idim Sultan
Süleyman’ın kardaşı idim Bozatlı
Hızır’ın yoldaşı idim Gürcistan
ilini gezdim idi ben Kâ’be-i
Şerif’i ben ihdâs ettim Deryâ’da
balığın karnında yattım Bu
aşkın metâ’ını çok aldım sattım Salih
Peygamber’e pazar idim ben Mûsa
ile Tûr Dağı’nda gezerdim Gâhi
kılıç vurur kervan bozardım Gâhi
kalplerdeki sırrı çözerdim Gönülden
gönüle gezer idim ben Dâvud
Peygamber’e tambur yapardım Çin’e
Hindistan’a metâ’ satardım Aşka
gelir kal’aları yıkardım Adû
sarayını yaktım idi ben Uhud’da
Peygamber’in cârına yettim Hayber’in
kapısın koparıp attım Kul
olup Fazlı’ya kendimi sattım Gâdir
Hum’da nutkunu duydum idi ben Şahin
idim Şâh-ı Merdân kolunda Âb-ı
hayat için Necef Gölü’nde Şehid
düştüm Kerbelâ’nın çölünde Sînemin
yarasın sardım idi ben Zulümâttan
şükür olsun kurtuldum Yedi
kere Hak mîzânda tartıldım Hudâ
emri ile fakr ü fâka tutuldum Onu
da kalbime yazdım idi ben Virane
cesette kuru kafayı Üstâz
olub hemen kurdum tefeyi Dokuduğum
bez değildi sefâyi İlmeği
elimle çözdüm idi ben Hamdullah’ım
şükür gezdim cihânı Cârıma
yetişdi keremler kâni Bâb-ı
Velâyet’te kevn ü mekânı Bir
abdâl donunda gezdim idi ben
|