Âşık Remzâni

 

 

 

Sivas Katliamının Üzerinden Yirmi İki Yıl Geçti

 

Aşk Olsun Yanarken Bize Işık Olanlara

 

Ahmet KOÇAK

Temmuz - Ağustos  2015

 

Sivas Katliamının üzerinden yirmi iki yıl geçti. Yirmi iki yıl önce, 2 Temmuz 1993’te otuz üç can; otuz üç aydın, yazar, şair ve genç Sivas’ta Devletin askeri, polisi, valisinin gözü önünde katledildi.

 

Sivas Olayları olarak tarihe geçen bu vahşette, iki kişi otel görevlisi ve saldırganlardan iki kişi de hayatını kaybetti.

 

Bu vahşette yakınlarını, canlarını kaybedenler yargıda adalet beklediler. Uzun yıllar süren mahkemelerde yine her zaman olduğu gibi gerçek suçlular yargılanmadı. Yargılananlar onların taşeronları oldu. Tabii yakalanan taşeronlar. Yakalanmayanların davası zaman aşımına uğradı. O gün bu vahşet taşeronların avukatlığını yapanlar, daha sonra belediye başkanı, milletvekili ve bakan olarak ödüllendirildiler.

 

Bu zihniyetten adalet beklenir mi? Hayır tabii ki. Sivas Katliamı bir insanlık suçudur. İnsanlık suçlarında ise zamanaşımı olmaz.

 

Sivas Katliamının yıl dönümünde Londra’daydım. Özcan Dursun Müzik ve Sanat Okulunda yapılan anma etkinliğine katıldım. Bu etkinlikte bir konuşma yaptım. Bu konuşmamın özetini aşağıda okuyabilirsiniz.

 

Anma etkinliği 2 Temmuz, Perşembe günü akşamı saat yirmide başladı. Özcan Dursun Müzik Okulu öğrencileri ve Londra’da yaşayan sanatçılar Canan Sağar, Hatice Yeşil ve Bergüzar Erdoğan söyledikleri deyiş ve türkülerle bizleri hüzünlendirdiler.

 

Londra’da Özcan Dursun Müzik ve Sanat Okulunda, 2 Temmuz Tarihinde Yapilan Sivas Katliami Anma Etkinliğinde Ahmet Koçak’in Yaptiği Konuşma.

 

Yeni Katliamları Önlemek için Sivas Katliamından Ders Alınmalıdır.

 

Sivas Katliamı denildiği zaman artık, Google’a girdiğimizde ayrıntılı bilgileri görebiliyoruz. Bu bilgilere ulaşmak bir tuşa basmak kadar kolay artık. Ancak bir tuşa basmakla ulaşamayacağınız yönlerini burada kısa bir muhabbet içinde anlatmaya çalışacağım.

 

Olayların nasıl olduğu, nasıl geliştiği internette ve diğer kaynaklarda anlatılıyor, hatta bunlar üzerine belgeseller bile yapıldı. Ancak altı çizilmesi gereken, ama gözden kaçırılan ya da gizlenen yönleri, gerçekleri var. Biz gerçeğe hû dediğimiz için bu yönlerini göstermeye özen gösteriyoruz.

 

Bunlardan birincisi, Sivas Katliamının kendiliğinden gelişmiş olaylar olmadığı gerçeğidir. Yani Sivas Katliamı, birden bire oluvermiş bir olay değildir.

 

Sivas Katliamı planlı, önceden hazırlıkları yapılmış bir katliamdır. Bu nedenle “Sivas Olayları” deyimi doğru bir anlatım değildir. Dilimizi düzeltmek ve doğru sözle Sivas Katliamı dolarak konuşmamız gerekiyor.

 

Sivas Katliamı, planlamış ve önceden hazırlanmış bir katliamdır. O katliam niye yapıldı diye sorduğumuzda, nedenini araştırmaya başladığımızda karşımıza acı bir gerçek çıkıyor. Bu gerçek belki canımızı acıtıyor, ama bu katliamın sonuçlarına baktığımızda daha iyi anladığımız nedenlerini görmemiz, anlamamız lazım. Bu gerçeği görmek belki canımızı acıtıyor, ama bunları görmek zorundayız.

 

Sivas Katliamı, Alevi-Bektaşi toplumunu sistem içerisine entegre etmek için yapılmıştır. Yüzlerce yıldır, yer altında kalan, sistemle entegre olmayan, devletle bir türlü uyuşmayan, bu toprakların “yaramaz çocukları” olarak kalmış olan Alevileri sisteme entegre etme projesinin bir parçasıdır bu katliam.

 

Bunu söylediğimde birçok arkadaşımız, özellikle bu alanda yazı yazmış arkadaşlarımız, bu sözlerimi çok abartılı buluyor. Ancak son yirmi yıllık süreç içerisinde Alevi toplumunun geldiği noktaya baktığımızda görünen resim, bu çıkarsamanın haklı olduğunu açıkça gösteriyor.

 

Dünün yaramaz çocukları Aleviler, devrimciler yetiştiren, sınıf mücadelesi içerisinde olan, Türkiye’deki her türlü haksızlığın karşısında duran Alevilerin sisteme entegre edilmesi gerekiyordu. Bir toplumsal mühendislik yapmaya, yani toplumumuzu zorla değiştirmeye, kendi değimleriyle ehlileştirmeye kalkışanlar tarafından yapıldı bu katliam.

 

Bu toplumsal mühendisliğe kalkışanlar, toplumumuzu ehlileştirelim derken, gerçekten de başarılı oldular mı? Son yirmi iki yılın olaylarına bakarsanız, evet, nispeten başarılı oldular, çünkü toplum mühendisliği sadece katliamlarla, baskılarla yürümüyor. Aynı zamanda “Böl- Yönet Siyaseti” ile yürüyor. Aşağılayıcı bir anlatım, ama “Sopa ve Havuç Siyaseti” ile yürüyor.

 

Bu toplum mühendisliğinin başarılı olduğunu nereden görüyoruz? Bunu, bugün Alevilerin kendi aralarındaki bölünme ve tartışmalara baktığımızda görüyoruz. Alevilik İslam’ın özüdür, İslam’ın içidir, İslam’ın dışıdır, Ali’siz Aleviliktir, vb., tartışmalarla sistem, Alevi toplumunu kendi içerisinde tartışır hale getirdi.

 

Böylece, Alevi-Bektaşi toplumunun kendi inancının temelini oluşturan rüyasından, umudundan, uğrunda mücadele ettiği dünya projesinden uzaklaştırdılar. Neydi Alevi-Bektaşi toplumunun tarihinden ve inancından kaynaklanan rüyası?

 

Yüz yıllardır İmam Cafer Sadık Buyruğu’nda anlatılan Rıza Şehri’ydi. Alevi-Bektaşi toplumu, gönüllerin birlendiği, sınıfsız ve sınırsız bir dünyayı özleyen ve bunun mücadelesini veren bir toplumdu.

 

Neden Alevi-Bektaşi toplumunun bir yandan zorla şerle ve bir yandan mürtetler ve dünya malına temayülü olanlara paranın gücü kullanılarak bu projeden, bu dünya bakışından uzaklaşması arzulanıyordu? Sistem, Alevi-Bektaşi toplumunu, bugün içinde yaşadığımız toplumda benzer dünya düşleri olan candaşlarıyla, yoldaşlarıyla yan yana gelmesin istiyordu.

 

Sistem niye bunu istiyordu? 12 Eylül faşizminin öncesinden başlayarak her direnişin, her eylemin altından mutlaka bir Alevi çocuğu, bir Alevi köyü, Alevi canları çıkıyordu. Düzen, “Alevi toplumu sol dünya görüşüne neden yakın? Aleviler düzene entegre edilmeli. Alevi gençliği dinle buluşturulmalı.” diye düşünüyordu.

 

Bunu söylediğimde, bazı canlar bana kızıyor. Alevi-Bektaşi toplumunda 12 Eylül öncesinde yaşanan solcu gençlerle-daha tutucu olan yaşlı kuşağın çatışmasının tüm yükünü solcu gençlere yüklemek alışkanlık haline getirilmiştir. Bu konuda solun hataları olduğu açıktır ve sol defalarca bu konuda özeleştiri yapmıştır.

 

Ancak Alevi-Bektaşi toplumunda yaşanan dede-talip ilişkisinin bozulması, inanca yabancılaşma, başka inançlara benzemeye başlama gibi sorunların kökü başka yerdedir. Bu değişimin altında, kapalı toplumları zorla dağıtan ekonomik koşullar, insanların açlıkla terbiyesi yatmaktadır. Ülke içinde büyük şehirlere ve ülke dışına yaşanan devasa bir göç olgusu yatmaktadır. Hepsinden önemlisi, “Şah diyeni tepeleyen” Türk- Müslüman-Sünni Devlet baskısı vardır.

 

Bu nedenle solculara kızan Aleviler, artık başlarına gelenin gerçek nedenlerini araştırmak ve öğrenmek zorundadır. Tüm yükü getirip solculara yükleyemeyiz. Solcu gençleri günah keçisi haline getirmek hiçbir şeyi açıklamaya yetmez.

 

Niye bugün solu tokatlıyoruz?” diye sorduğumuzda, çıkan sonuç çok açık: “Sol güçsüz olduğu için tokatlıyoruz” ama Alevi-Bektaşi düşüncesi, güçlüden, muktedirden yana olmak değildir. Tam tersine güçlü karşısında boyun eğmemek, mazlumun yanında olmak demektir.

 

Cemevlerinin geldiği noktaya baktığımızda anlatmak istediğim olgular açıkça görülebilir. Maalesef cem evlerimiz, minaresiz camilere döndürülmüş halde. Alevi-Bektaşi inancı, felsefesi devlet dini-mezhebi ile eşdeğer, hatta daha geride kalmış halde.

 

Nerede kaldı bizim, muktedirlerin görüşü olan Sünnilikle yüz yıllara dayanan kavgamız? Sözde Hz. Hüseyin’den yanayız, Kerbelâ’dan bu yana, sahra çölünde bebelere bir yudum su bile vermeyen zihniyetin karşısında durmuşuz. Düzen dediğimiz sömürü çarkına karşıyız. Bu görüşlerimizden nasıl vaz geçeriz de düzenin peşine takılırız?

 

Sivas Katliamı bizim canımızı yakıyor. Şu masada “Onlar Işık Oldular” kitabım var. Otelden canını kurtarabilenlerle yaptığım söyleşilerde var içinde. Orada muazzam bir acı var. Ancak, bu katliamla gözyaşı dökerek başa çıkamayız.

 

Gelecekte benzer katliamların yaşanmaması için Sivas Katliamından ders almamız gerekiyor. Bunun için de katliamın nedenlerini anlamamız gerekiyor. Katliama kim destek vermiş? Katliam hazırlığında kimin parmağı var? Bunları unutmamamız gerekiyor.

 

2011 yılında yapılan bir söyleşide Özel Harp Dairesinden bir itirafçı olayın nasıl planlandığını detaylı bir biçimde aktarmıştı. Devletin bu işi planlı bir biçimde yaptığını başka nereden biliyoruz? Katliamı yaşayan canların anlattıklarından biliyoruz: Kaldırım taşları hazırlanmış, yol yapıyoruz bahanesi ile yığılmış, belediye bu işin öncülüğünü yapmış.

 

Dönemin başbakanı, Tansu Çiller katliamın arkasından, “dışardaki vatandaşımızın burnu kanamamıştır” diyor. İçişleri Bakanı benzer açıklamalar yapıyor. Cumhurbaşkanı Demirel’in açıklamaları habersiz olmadığını gösteriyor.

 

Evet, otuz yedi canın katledilmesi, bize uygulanan toplum mühendisliğinin bir sonucu oldu ne yazık ki. Bugün şunu düşünmemiz lazım. Devlet bizi düzen içerisine entegre etmeye çalışıyor. Biz devletin bu politikası içerisinde yer alacak mıyız? Soruyu buradan sormamız lazım.

 

Meselenin özü bu arkadaşlar. Alevi-Bektaşi kurumlarında da kendimize sormamız gereken soru bu: Bugün ne yapacağız? Nasıl yapacağız?

 

Bugün eski adıyla IŞİD, kendilerinin son zamanda tercih ettikleri adla İslam Devleti tehlikesi kapımıza dayandı. Sadece sınırlarda değil, İstanbul’da, büyük kentlerde bu canavar içimizde uyuyor. Olası bir krizde İslam Devleti’nin vuracağı ilk toplumsal kesim yine Aleviler. Devletimizle nasıl içli-dışlı kuzu sarması olduklarını haberlerden görüyorsunuz. O nedenle bugün doğru soruyu sormalı ve bu temelde örgütlenmeliyiz. Aymazlığı bir kenara bırakalım diye düşünüyorum.

 

Alevi-Bektaşi toplumu, devlet eliyle yürütülen toplum mühendisliğine karşı duracaksa, sopa siyasetine karşı direnmeyi bildiği kadar, böl-yönet siyasetine karşı durmayı da becerebilmelidir. Alevi-Bektaşi demokratik örgütleri, iç çekişmelerindeki benlik kavgasını bir kenara bırakmalıdır. Bizi birleştiren inancımızdır. Bizi birleştiren üzerimize yürüyen saldırı dalgasına karşı barışı, demokrasi ve laikliği savunmamızdır.

 

Bugün kim, şu ya da bu gerekçeyi öne sürerek, var olan birliği bozuyorsa, kim kurulmaya çalışılan birlikten kaçıyorsa bilin ki devlet eliyle yürütülen toplum mühendisliği projesine hizmet ediyordur. Farkında olsun ya da olmasın birlik kaçkınları, bozguncular, Alevi-Bektaşi toplumuna değil, devlete ve düzene hizmet etmektedir.

 

İnanç üzerine getirilen tuzak tartışma konuları üzerine yoğunlaşmayı bırakıp, birliğimizi kurmaya, korumaya ve güçlendirmeye odaklanmamız gerekiyor. Bunun içinde inancımıza, felsefemize sahip çıkmamız gerekiyor.

 

Felsefemiz ortaklaşa yaşam fikrine dayanır. Ortaklaşa yaşam demek, malı mala, canı cana katmak demektir. İkrar verilirken söylenen, Gelme gelme; Dönme dönme! Gelenin malı, gidenin canı” sözü bunu anlatır. Yola verilen ikrar, canların birbirlerine vermiş olduğu ikrardır. Bu toplumun gücü, ikrara dayanan bu dayanışma, omuz omuza, sırt sırta durma gücünden kaynaklanır.

 

Bu değerlerimizi unutmayacağız, unutturmayacağız. Bu değerler çerçevesinde örgütleneceğiz. Örgütleneceğiz ki yarın canımızı, aşımızı, eşimizi, işimizi koruyalım. Evet, Alevi-Bektaşi toplumu artık düzen içerisinde görünür, açık bir toplum halindedir. Geçmişte gizli yapılan ibadetin görünür hale gelmesi iyidir, ama bir tehlikeyi de içinde barındırır. Görünür olmak, aynı zamanda açık hedef olmak demektir.

 

Cemevlerimiz, dergâhlarımız, saldırılara hedef olabilir. Bu uydurma bir senaryo değildir. Televizyonda Türkiye’deki günlük siyaseti izleyen her can bunun olabileceğini kestirebilir.

 

Sivas Katliamı, bunun olabilirliğinin en canlı kanıtıdır. Bırakın cumhuriyet öncesi dönemi, cumhuriyet döneminde Koçgiri Katliamı ile başlayıp Dersim’le devam eden, daha yakın tarihte Maraş, Çorum, Sivas Katliamları, Gazi Katliamı, daha iki sene önce Gezi Katliamı göz önüne tutulursa anlatmak istediğim açıkça görülür.

 

Bu katliamların yenisinin yaşanmaması için bu toplumun senliği-benliği bir kenara bırakıp, birliğini sağlaması günümüzün en acil sorundur diye düşünüyorum. Hünkâr’ın da dediği gibi, “bir olmak, iri olmak, diri olmak” temel düsturumuz olmalı.

 

Hepinizi aşk-ı niyazla selamlıyorum.

Eyvallah...

 

                                                          -  Makaleler  -