Âşık Remzâni

 

 

 

ALEVİ-BEKTAŞİLİKTE RIZA ŞEHRİ

 

Namık Kemal DOĞANAY

Ekim 2015

 

Ütopik Düşüncelere Bakış

 

İnsanlar ve toplumlar arasında eşitsizliği, adaletsizliği, sömürüyü gören bazı dini ve siyasi önderler, filozoflar, felsefeciler, aydınlar yaşanılabilir, adaletli, eşitlikçi, özgür bir dünyanın nasıl olması üzerine eserler ortaya çıkardılar.

 

Bu eserlerden biri, 1478-1535 yılları arasında İngiltere’de yaşayan ve Kral VIII. Henry’nin kiliselerin başı olmasını reddettiği için kafası kesilen Thomas More’un, Ütopia adlı eseridir. More eserinde; ailenin olduğu bir tarım toplumunda özel mülkiyeti kaldırır; para artık değişim aracı olarak kullanılmaz, herkesin geçimi güvenceye alınır.  Tanrı iptal edilir, Tanrı’nın iptal edilmesiyle ortaya çıkan boşluğu kral doldurmaktadır. Çalışma saatleri, kültürel uğraşlara zaman ayırmaları için, günde altı saate indirilir. Daha ağır, daha zor işler köle sınıfına gördürülür. Köle sınıfını ise, suç işlemiş tutuklularla, savaş tutsakları oluşturmaktadırlar. Bütün şehirler ve şehirlerdeki evler birbirinin benzeridir, kapılarında kilit yoktur. Özel mülkiyet oluşmaması için evler on yılda bir değiştirilir. Şehirler surlarla korunur, kötülükler azaltmış olmasına rağmen tamamen ortadan kaldırılabilmiş değildir.

 

More’un Ütopya adlı eserindeki fikirlerini, 1568-1639 yılları arasında yaşamış olan Thommago Campenella, Güneş Ülkesi adlı eseriyle geliştirdi. More’un Ütopyası’nda Tanrı ve Kilise olmazken, Campenalla Katolik inancını ve Rönesans hümanizmini eserinde uzlaştırdı. Ülkenin en yüksek yöneticisi filozof bir rahiptir. Her insanın görevi toplumun iyiliğine katkıda bulunacak biçimde düzenlenmiştir. Güneş ülkesinde özel mülkiyet, ölçüsüz zenginlik ve yoksulluk mevcut değildir ve hiç kimsenin gereksiminden fazlasını almasına izin verilmez, her şey ortaktır ve hatta insanların kendi aileleri ve evleri de yoktur.

 

K.Marx ve F.Engels’in Ocak 1848’de kaleme aldıkları Kominist Parti Manifestosu’nda ise; özetle özel mülkiyet kaldırılıyor, herkes için eşit çalışma zorunluluğu getiriliyor, topluca özgür gelişim öngörülüyor.

 

Alevi-Bektaşinin Yaşamak İstediği Yer

 

T.More’un Ütopia’sı, T.Campenalla’nın Güneş Ülke’si, K.Marx’ın Manifestosu yayınlanmadan çok önce Alevi-Bektaşiler; paranın kullanılmadığı, kişilerin birbirinden, toplumun kişilerden, kişilerin toplumdan ve hatta hava, su, toprak ve ateşle simgelenen doğanın kişilerden razı olduğu, senin-benimin olmadığı, bizimin olduğu, herkesin mutlu olduğu bir dünyadan söz etmiş, böyle bir dünya oluşturmak için çaba göstermiş, o dünyada yaşamayı hedeflemiştir. Bu dünya Rıza Şehri’dir.

 

“Bir zamanlar bir sofu dünyayı gezmeğe çıktı. Bir gün yolu bir şehre düştü. Bu şehir şimdiye dek gördüğü şehirlere benzemiyordu. Sabah saatinde herkes işine gücüne gidiyor, sessizlik içinde yaşam sürüyordu. Şehrin alışılmamış bir düzeni vardı. Sofu şehrin bu düzenini görünce şaşa kaldı. Öyle ki, birisine yaklaşıp bir şey sormaya cesaret edemedi. Karnı acıkmıştı. Şehri gezerken bir fırın gördü. Ekmek almak için içeri girdi. Fırıncıya para uzatarak ekmek istedi. Ama fırıncı hayretle paraya baktı:

 

“Bu ne bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik. Anlaşılan sen rıza şehrinden değilsin. Dünyalı olmalısın” dedi.

 

Sofu: ”Evet bu şehirden değilim” diye karşılık verdi.

 

Fırıncı: ”Hele belli oluyor. Dur, öyleyse seni görevlilere teslim edeyim. Onlar seninle ilgilenirler. Bizim şehrimizde para pul geçmez dedi. Fırıncı bu sofuyu görevlilere teslim etti. Görevliler önce kendi aralarında bu sofuyu ne yapacaklarını tartıştılar.

 

İçlerinden biri: “Meclise götürelim, ulular karar versin dedi. Öbürleri de bu görüşe katıldılar. Bunun üzerine tümü meclisin yolunu tuttu. Yol boyu sofu düşünüyordu. İçinden “Paranın geçmediği bir şehir. Görevliler, ulular meclisi, büyük ne görkemli yerdir ulular meclisi” diye kurdu. Neyse bir  süre yürüdükten sonra divana vardılar. Ama sofu bu kez de şaşa kaldı. Çünkü divan denen bu meclis hiç te düşündüğü gibi büyük ve göz kamaştırıcı değildi. Düşündüğünün tam karşıtıydı. Bir sessiz köşede, küçük bir yapı idi. Yerlere basit kilimler serilmişti. Aksakallı ulular bağdaş kurmuş, kentin sorunlarını görüşüyorlardı.

 

Görevliler uluları selamladıktan sonra: “Bu Dünyalı şehrimize girmiş. Acıkmış, ekmek almak için bir fırına girmiş. Fırıncıya para vermeğe kalkmış. Bunun üzerine fırıncı farkına varıp bize teslim etti. Ne yapalım?” diye sordular.

 

Ulular: ”Bunu neden buraya getirdiniz? Törelerimizi biliyorsunuz. O konakta bir odaya yerleştirin, aşevine götürün, gerekeni yapın!” diye buyurdular.

 

Bunun üzerine görevliler sofu ile birlikte geri döndüler. Önce bir aşevine götürdüler. Karnını doyurdular. Sonra kentin konukları için yapılmış konağa götürdüler. Bir odaya yerleştirdiler.

 

Sofuya kentte ne yapması, nasıl yaşaması gerektiğini anlattılar:

“Burada para pul geçmez. Burası Rıza şehridir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini yaparsın, dediler, yeter ki rızalık olsun. Bunu unutma” diye uyardılar.

 

Sofu konağa yerleşti, gezip dolaştı. Rahatı yerindeydi. İstediği yerde yiyip içiyordu. Hiç kimse “Ne arıyorsun?” diye sormuyordu. Birkaç gün sonra eşyalarını topladı. Şehirden ayrılıp, yola koyulmak istedi. Ama görevlileri karşısında buldu.

 

Görevliler: “Gidemezsin”, dediler.” Bu şehir, Rıza şehridir, adı üstünde. Sen buraya rızan ile geldin. Biz de sana yiyecek verdik, yatacak yer sağladık. Bu şehirde kaldığın sürece bizden razı kaldın mı?

 

Sofu:”Kuşkusuz razı kaldım, sağ olun!” diye karşılık verdi.

 

Görevliler: “Şimdi bizim de senden razı kalmamız gerek. Bu yiyip, içip yattığın günler için çalışmalısın.”

 

Sofu: “O ki töreniz böyle, çalışayım.” diye kabul etti.

 

Görevliler sofuya yapabileceği bir iş verdiler. Konakladığı odadan alıp, daha büyük bir eve yerleştirdiler. Artık o da Rıza şehrinden bir adam olmuştu. Her sabah işine gidiyor, akşama dek çalışıp, evine dönüyordu. Yavaş yavaş dost, arkadaş edinme çabasına girişti. Ama her kiminle konuşmaya başlasa ilk sorulan “Sen dünyalı mısın?” oluyordu. Bu şehrin insanları kavga, çekememezlik, kendini beğenmişlik gibi tüm kötülüklerden arınmışlardı. Böylece gün geçti, ay geçti. Sofu şehri iyiden iyiye sever oldu. Dünyayı gezme düşüncesinden vazgeçti. Bu şehirde kalmaya karar verdi. Ama hâlâ yalnızdı.

 

Bir gün yakın bulduğu bir arkadaşına açıldı: “Sizin bu şehirde nasıl evlenilir?” diye sordu.

 

Arkadaşı: “Şehrin ortasındaki bahçe var ya, işte orda her cuma günü tanışmak dost edinmek isteyenler toplanır. Gençler gelirler. Herkes orda beğendiği anlaştığı biri ile evlenme yolunu arar. Orda tanışırlar. Anlaşırlarsa evlenirler. dedi.

 

Sofu cuma günü söylenilen bahçeye girdi. Kocaman bahçe tıklım tıklım doluydu. Türlü giysiler içinde genç kızlar kelebekler gibi dolaşıyorlardı. Genç kızlar, oğlanlar sohbet ediyorlardı. Birbirlerini beğenip anlaşanlar uzaklaşıyorlardı. Anlaşamayanlar ayrılıp, başkalarına yaklaşıyorlardı. Sofu olup bitenleri bir süre hayranlıkla izledi. Sonra kanının kaynadığı bir kıza yaklaştı.

 

Ama o bacının ilk sorusu: “Sen dünyalı mısın?” oldu.

 

Sofu aylardan beri hep bu sözü duymaktan iyiden iyiye bıkmıştı.

“Evet Dünyalıyım. Ne olacak diye karşılık” verdi.

 

Bacı:”Davranışlarından hemen belli oluyor. Ama alınma, zararı yok. O ki kendine eş seçmek istiyorsun, bu konuda ben de sana yardımcı olurum, davranışlarını düzeltirsin” dedi.

 

Bacı ile sofu anlaşmaya niyet ettiler. İşten artan boş zamanlarda buluşup konuşuyorlardı. Sofu bir keresinde bacı ile buluşmaya giderken yolun kıyısında kocaman bir nar bahçesi gördü. Bahçenin ne duvarı, ne bekçisi ne koruyucusu vardı. Hemen bahçeye daldı. Kimse görmeden bahçeden bir nar kopardı. Yakalanırım korkusu ile ivedi davranıp ağacın birkaç dalını kırdı. Ama ne kimse geldi, ne de sordu. Sofu narları toplayıp bacı ile buluşacakları yere gitti. Henüz bacı gelmemişti. Narları bir tabağa koydu. Masanın üzerine yerleştirdi. Bacının gelmesini bekledi. Nitekim bir süre sonra bacı geldi. Ne var ki  narları görmesine karşın hiç ilgilenmedi. Oysa sofu bacının narlarla ilgilenmesini, sevinmesini bekliyordu. Bacı her zamanki gibi yerine oturdu. O zaman sofu dayanamadı. Bacıya narları gösterdi.

 

Bacı: “Bunları nereden aldın?” diye sordu.

Sofu narları nereden kopardığını söyledi. Bunun üzerine:

 

Bacı: Beni düşündüğün için sağ ol. Ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum canım isteseydi gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burada boşuna çürüyecek. Başkalarının hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Gelirken öğrendim. Narları koparırken bahçeye de bir sürü zarar vermişsin. Oysa daha dikkatli davranıp bahçeye zarar vermeyebilirdin. Burda senden kimse bir şey kaçırmıyor ki. Bunca süredir Rıza şehrinde yaşıyorsun. Bu şehirde rızalıkla her şeyin serbest olduğunu bilmeliydin. Şimdi anlıyorum, sen bu şehre ayak uyduramayacaksın.”

 

Bunları söyledikten sonra bacı sofuyu bırakıp gitti. Görevlilere söylemiş olacak ki, sofunun yaptıklarını divana bildirdiler. Divan sofunun durumunu tartıştı. Sonunda sofunun Rıza şehrine uyamıyacağına karar verildi. Bunun üzerine Dünyalı sofuyu şehirden attılar.

 

Şimdi bu olay kulağımıza küpe ola! Rıza üç türlüdür:

 

Birincisi kişinin kendisi ilerızasıdır.

İkincisi toplumla rızasıdır.

Üçüncüsü kişinin tarikatla (Yol) ile rızasıdır.

 

Kendi kendisi ile rıza, sofunun pir önünde, başı secdede iken kendi kendini ölçmesi, kendi kendini yargılamasıdır. Kendi özüyle yüzleşmesidir. Hiç kimsenin tanıklığı, şikayeti olmaksızın kendi özünü yargılamasıdır. Ve de kendi suçunu kendi gözü ile görmesidir…. Pir önünde secdeye durmak, Tanrı katında secdeye durmaktır...İşte kişinin kendi kendisi ile rızası kendi özü ile yüzleşmesidir. Seçenek kişinin yine kendisine verilmiştir.

 

İkincisi kişinin toplumla rızasıdır. Bu kişinin içinde bulunduğu toplumdan ve toplumun kişiden rızasıdır..Yolumuzda kişinin eline, diline, beline sahip olması gerekir. Bu üç mühür kişiyi kötülükten uzak tutar.

 

Üçüncü rıza kişinin tarikatle (yol) rızasıdır. Yolumuza giren can, rıza ile girer. Hiç bir zorlama, hiç bir baskı söz konusu değildir…Yolumuza giriş musahiblikle başlar. Musahip olmak demek, malı mala canı cana katmak demektir. Rızalık olayını en küçük çerçevede başlatmak demektir. Bu nedenle İmam Cafer Sadık: “İster pir olsun, ister talip olsun bütün tarikat ehlinin her an rıza ile iş yapması gerekir. Kendi aralarında rıza oluşturmaları ve rızadan dönmemeleri gerekir. buyurmuştur... Tarikatta  rıza müsahiplikle başlar..Tarikatta (yolumuzda) rıza olursa, toplumda rıza olar. Toplumda rıza olursa kişinin özünde rıza olur. Böylece üç rıza birleşmiş olur: El ele el Hakka ulaşır.”

 

Yukarıda anlatılan öykü, Alevi-Bektaşi inanç kurallarını anlatan İmam Cafer-i Sadık Buyruk’unda geçmektedir, adı Rıza Şehridir. Rıza Şehrinde para kullanılmaz, özel mülkiyet yoktur, kişiler birbirinden, kişiler toplumdan, toplum kişilerden, bedenin candan, canın bedenden, doğayı oluşturan toprak, su, hava ve ateş kişilerden razıdır.

 

Rıza Şehri, canı cana, malı mala katıldığı yerdir. Ben, sen yoktur, biz vardır. Bu sebeble Rıza şehrine girip yaşamak için kendinle, toplumla ve Yol’la rızalığın olması gerekir. Bu rızalıklar alınmadan Rıza Şehrine yani gerçek anlamda Aleviliğe girilmez, Alevi olunmaz, Hakk’a ulaşılamaz.

 

Mürşid pazarında açar güllerin

Gir Rıza Şehrine öter dillerin

O zaman yeşerir ıssız çöllerin

Orada bir dükkan açabildin mi

                   Aşık Remzani (1937-1979)

 

Ütüpya’dan Gerçeğe; Rıza Bahçesi Örnekleri

 

Rıza Şehri Aleviliğin ütopyası gibi algılansa da gerçek hayatta da yaşanmışlıklarına rastlanmıştır ve rastlamaktayız.

 

·    Rıza Şehri’nin örneğini, Küfe yakınlarında Dar al Hicra (Göçmenler Evi) adlı toplu yaşama kalesini 870’li yıllarda Hamdan Karmat’ın kurduğu “İslam Bolşevikleri” de adı verilen  Karmatilik’te görmekteyiz. Irak’ta, Güney İran ve Bahreyn’de etkili olmuş ve 1050’li yıllara kadar başarılı bir şekilde uygulanmış olan Karmatiliğin başkenti Bahreyn’deki Al-Ahsa/Lahsa’dır. Gezginlerin anlatımlarına göre; Lahsa’da yaşayanların özel mülkiyeti yoktu. Alışveriş parayla yapılmaz, köylülerden vergi alınmazdı. Toplumda yaşayan biri borç anlaşması veya yoksulluktan sıkıntıya düştüğünde, işleri açılıncaya kadar gereksinimleri karşılanıyordu. Faiz verilmezdi. Şehre gelen yabancının mesleği veya zanaatı varsa, iş ve malzemelerini satın alabilecek yeterlikte para verilir, işi kurdurulurdu. Şehirde cami bulunmazdı, ibadet etme konusunda baskı yapılmazdı. Hiç kimse yoksul değildi, hiç kimse diğerinden zengin değildi. Erkekler itibar kazanmak için daha fazla üretiyorlardı.

 

·    Rıza Şehrinin en küçük birimi musahiplikte görülmektedir. Musahibliğin kurallarını gerçek anlamda uygulayanlar küçük bir Rıza Şehri’nde yaşarlar.

 

·    Rıza Şehri’ndeki yaşamın benzerleri 1925 yılına kadar Alevi-Bektaşi Dergah ve tekkelerinde de yaşanmıştır. Dergahlarda ve tekkelerde Rıza Şehri’nin kuralları uygulanmıştır ve yaşanmıştır.

 

·    Hacıbektaş’taki Çelebilerin konaklarında ve evlerinde Rıza Şehrinin kuralları bugün de yaşanmaktadır.

 

·    Haziran Direnişi’nde Gezi Parkı’nda gençler arasında yaşanılanların da Rıza Şehri’nde yaşanılanlardan farkı bulunmamaktadır. Gezi Parkı’nda yiyeceklerin, içiceklerin, çadırların, kitapların ortak olduğu, herkesin elbirliği ile temizlik yaptığı, ibadetini yapmak isteyenlerin serbestçe ibadet yapmasının sağlandığı, paranın kullanılmadığı, saygının ve sevginin olduğu bir yaşam alanı oluşturulmuştur.

 

 

Sonuç

 

Alevi-Bektaşilikte Rıza Şehri, insanlara özgürlüğü, barışı, adaleti, insan haklarını, adil paylaşımı, sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü ve demokrasiyi getirecek kamil insan, dolayısıyla kamil toplum yaratma projesidir. Bu projeninin gerçekleştiği bir dünyada yaşama özlemi Alevi-Bektaşiler için geçerliliğini korumaktadır. Böylesi bir şehirde/dünyada yaşamak için biz Alevi/Bektaşilerin Yol’umuza, kendimize, çevremize, topluluğumuza ve doğaya karşı olan sorumluluklarımızın ve yükümlülüklerimizin bilincinde olmamız gerekmektedir.

 

 

Kaynakça: 

        

        -          Atalay, Ali Adil, İmam Cafer-i Sadık Buyruğu, Can Yayınları, 2014

        -          Kaygusuz, İsmail. İslam İmparatorlukları Tarihinde İktidar Mücadeleleri ve Aleviliğin Doğuşu , Su Yayınları, 2014

 

                                                          -  Makaleler  -